AV. NURULLAH ALBAYRAK | YORUM
Ayşe Barım’ın ismini ocak ayı sonundaki tutuklama kararından sonra duymuştuk. Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, siyasi iktidar dizi sektörünü hedef almanın planlarını yapmış, ilk hedef olarak da Barım’ı seçmişti. İktidar medyası, Barım’ın menajerliğini yaptığı oyuncular üzerinden dizi sektöründe “güç ve para sahibi olduğunu” iddia ediyordu. Önce dizi sektöründe tekelleşme iddiası ortaya atıldı. Bu iddia yeterli olmayınca da Barım, “Gezi Parkı eylemcisi olduğu” iddiasıyla gözaltına alındı ve tutuklandı. 248 gün cezaevinde tutulan Barım, 1 Ekim’de “yurtdışı yasağı ve ev hapsi” kararıyla tahliye edildi.
Hapishanede 32 kilo kaybeden ve sağlığı kötüye giden Barım soluğu hastanede, iktidar ise yeniden mahkemede almıştı. İtiraz mercii adındaki mahkemenin yeniden tutuklama kararı üzerine bu kez savcı ve kolluk soluğu hastanede aldı. Bu manzara, otoriter bir rejimin, ‘emir eri’ yargı ve kollukla toplumun dokusuna nüfuz etme isteğinin resmiydi.
Otoriter bir rejimin, etki alanını büyütme konusundaki hırsı herkesin malumudur. Hal böyle olunca, muhalif hareketler, etnik gruplar, sanat, kültür ya da sinema gibi farklı sektörler de otoriterleşmeden nasibini alır. İktidar ülkeyi bir savaş alanı varsayar ve “hareket eden her şeye” ateş eder. Ülke zaten yarı açık cezaevine dönmüştür ama bazılarının demir parmaklıkların arkasında daha uzun süre kalması gerekir.
İktidar, toplumsal dokunun temsilcisi olarak gördüğü sembolik bireyleri hapishanede çürütmek için hukuksuzlukta sınır tanımaz olur. İşte, Ayşe Barım’ın hikayesi budur. Tıpkı Hidayet Karaca, İlhan İşbilen, Gültekin Avcı, Selahattin Demirtaş, Ekrem İmamoğlu ya da Osman Kavala’nın hikayeleri gibi.
İktidar gerçek gücün yalnızca baskıyla olmadığı, toplumun hayal gücünün ve anlatısının da şekillendirilmesi gerektiğini düşündüğünde durum başka bir hal aldı. Muhalif görülen bireylere ve gruplara yönelik baskı yeterli olmaz, sanatçıların susturulması, filmlerin sansürlenmesi, kültürel ifadelerin bastırılması ya da söylemin araçsallaştırılması da gerekir. Böylece yalnızca kurumların değil aynı zamanda toplumsal kimliğin, hafızanın ve kültürün de politikleşmesi sağlanır.
Kurumlar otoritenin talimatıyla asli vazifelerinden ve anlayışlarından uzaklaşarak sistemin bekçisine dönüşürken, destekçi kitle “yerli ve milli” bir illüzyonun peşine takılır, itiraz etmesi gereken kamuoyu da korkudan felç olur. Hal böyle olunca, Ayşe Barım ya da bir diğeri, demir parmaklıkların arkasında çürümeye bırakılır.
Ayşe Barım vakasında bir hakim, bilerek ya da bilmeyerek, dosyada bir delil olmadığı gerçeği karşısında, tahliye kararı verince, iktidarın toplumun dokusuna nüfuz etme hırsı yeniden hortladı. İktidarın bu hamlelerine imkan açan muhaliflerin günahları da az değil ancak konumuz şimdilik muhalifler değil.
Hannah Arendt, “totalitarizm teorisi”nde, otoriter gücün yalnızca siyasi kurumları değil, hayatın her alanını nasıl domine etmeye çalıştığını vurgular. Nazi Almanya’sında sanatçılar, aydınlar ve muhalefet liderleri, iktidarın varlığıyla rekabet eden her türlü anlatıyı bastırmak için sistematik olarak hapse atılmış ya da sürgüne gönderilmiştir. Tüm bunlar, otoriter bir rejimin stratejisi hakkında bir fikir de vermektedir: Toplumun bağımsız seslerini, geriye yalnızca tek bir anlatı, yani siyasi iktidarın anlatısı, kalana kadar zayıflatmak ve hatta yok etmektir.
İktidar Ayşe Barım’ın anlatısını, tıpkı Karaca, Demirtaş, Kavala ya da İmamoğlu’nun anlatıları gibi demir parmakların arkasında zayıflatmayı ve yok etmeyi hedeflemiştir. Bu durum, iktidar açısından, her seferinde yeni bir baskı döngüsü, daha fazla otoriterleşme ve daha fazla meşruiyet çabası gerektirir. Tüm bunların elbette bir maliyeti vardır, özellikle de meşruiyetin. Öyle bir zaman gelir ki, okyanusun ötesinden aranıp bulunmaya çalışılan meşruiyet masumiyetin açtığı çatlağı örtemez hale gelir.
Dünya zor bir dönemden geçiyor, aynı zorluk bizim ülkemizde de yaşanıyor. Liberalizmin gerilemesi nedeniyle otoriter sistemler alternatifmiş gibi kolaylıkla pazarlanabiliyor. İktidarın itaati sağladığı, muhalefeti susturduğu ve sadık takipçilerine sınırsız destek verdiği ve vereceği sanılıyor. Halbuki, uzun vadede, adalet sistemi çöküyor, meşruiyet aşınıyor, toplumsal bağ çözülüyor, kültürel çürüme ortaya çıkıyor, korku evrensel hale geliyor ve her alanda istikrarsızlık tek gerçeğe dönüşüyor.
Son tahlilde, otoriter rejim, koruduğunu sandığı “yerli ve milli” istikrarın temellerini baltalıyor. Baskı üzerine kurulu bir sistem sonsuza kadar varlığını sürdüremiyor: demir parmaklıkların arkasında susturulan masum sesler birikiyor ve zulüm duvarında çatlaklara dönüşüyor.
Barım’ı bırakın, Karaca’yı, İşbilen’i, Kavala’yı, Demirtaş’ı, İmamoğlu’nu, ayağı kesilen Av. Süleyman Yıldırım’ı, Efe bebeğin annesi Özlem Düzenli’yi, Edirne cezaevinde çocuklarıyla birlikte tutulan anneleri, hastaları, yaşlıları, hamile kadınları, bebekli anneleri ve tüm masumları bırakın.
Ve baskıyla, şiddetle, korkuyla toplumun dokusuna nüfuz etmeyi de bırakın…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***