Stalin yerde idrar içinde yatarken muhafızlar korkudan içeri girememişti; drone havada süzülürken generaller Reis’i uyandırmaya cesaret edemedi ve itaat, kötülüğün en sinsi silahıydı.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Adolf Eichmann’ın 1961 Kudüs davası, Holokost’un en çarpıcı hesaplaşmalarından biri olarak tarihe geçti; Arjantin’de yakalanıp gizlice İsrail’e getirilen eski SS subayı, 11 Nisan’da kurşun geçirmez cam kabinin ardında yargılanmaya başladı ve 112’den fazla tanık, binlerce belgeyle milyonlarca Yahudi’nin sistematik imhasını organize ettiği delillendi.
Savcı Gideon Hausner, Eichmann’ı “altı milyon sessiz savcı”nın sesi olarak suçlarken, mahkeme süreci toplama kamplarından kurtulanların yürek burkan ifadeleriyle doldu; Eichmann ise “Sadece emirlere uydum!” savunmasıyla sorumluluğu bürokrasiye yükledi, düşüncesiz itaatin dehşetini gözler önüne serdi.
15 Aralık’ta 15 suçtan ölüm cezasına çarptırılan Eichmann, temyizleri reddedildikten sonra 1 Haziran 1962’de asılarak idam edildi, bu dava totaliter rejimlerin sıradan memurlar eliyle işlediği kötülüğün simgesi haline geldi.
Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı”nda okurun yüzünü tarihin en karanlık sahnesine çevirirken, asıl sarsıntıyı kötülüğün şeytani dehasında değil, Adolf Eichmann gibi gündelik, vasat bir memurun ruhsuz itaatinde buldurur; dosyalar, protokoller, emir-komuta zinciri içinde milyonlarca insanın ölümünü organize eden bu figür, dehşeti olağan idari işlemler tonuyla anlatırken, düşünme ve yargı yetisini askıya alan sıradanlığın ne denli yıkıcı olabileceğini açığa çıkarır.
Arendt, totaliter bürokrasinin insanı sadece çarkların dişlisi haline getiren yapısını çözümlerken, “Ben sadece görevimi yaptım!” cümlesinin ardına gizlenen sorumluluğu ifşa eder ve okuru rahatsız edici bir soruyla baş başa bırakır: Eğer kötülük bu kadar sıradanlaşabiliyorsa, itaat erdem sayıldığında ve düşünme zahmetinden kaçıldığında, bizler hangi noktada Eichmann’dan farklı olduğumuzdan emin olabiliriz?
Bütün bunları aktarmamın bir sebebi var elbette.
Ama bir filmden bahsettikten sonra… Filmin ismi Stalin’in Ölümü. Bilmem izleme imkanınız oldu mu? Enfes bir politik hicivdir. Gerçi filmde Stalin’e atfedilen saçmalıkların dik alasını şimdilerde Donald Trump yapıyor ama bu yazımızın konusu değil.
Armando Iannucci’nin kara mizahla örülü “The Death Of Stalin-Stalin’in Ölümü” (2017) filmi, 1953’te Sovyet diktatörü Joseph Stalin’in ani felç geçirerek ölümü sonrası Kremlin’de patlak veren kaosu hicivle işler; paranoyak tiranın çalışma odasında baygın halde bulunmasıyla başlayan panik, sadık yalakaları Beria, Malenkov, Kruşçev ve diğerleri arasında iktidar için gülünç bir entrika yarışını tetikler. Doktorların korkudan titreyerek teşhis koymaya çalıştığı, cenaze töreni için sahte alkışlar toplatılan ve her an ihanet kokusuyla dolu koridorlarda dönen bu absürt mücadele, totaliter rejimin demir yumruğunun altında ezilmiş bürokratların hayatta kalma içgüdüsünü trajikomik bir ustalıkla yansıtırken, Stalin’in kızı Svetlana’nın naifliği ve Beria’nın sadistçe entrikalarıyla doruğa ulaşır.
Çizgi romandan uyarlanan film, 20 milyon can alan bir tiranın yokluğunda bile korkunun ve güç hırsının nasıl sıradanlaşabileceğini, tarihin en karanlık sayfalarını kahkahalarla aydınlatarak gözler önüne serer.
Filmin en etkileyici sahnesi şüphesiz Rus diktatörün ölüm sekansıdır.
Stalin’in ölüm sahnesinde, Politbüro üyeleri gece geç saatlerde Dacha’dan ayrıldıktan sonra baş muhafız kapıyı kilitler ve Stalin odasına çekilir; ertesi sabah saat 11’e kadar zil çalmaz, muhafızlar endişelenir ama çağrılmadan içeri girmeye korkudan cesaret edemezler, zira Stalin’in emriyle bu büyük bir suçtur.
Saatlerce bekledikten sonra evdeki görevliler korku içinde ne yapacaklarını bilemez, yanlış bir adım ölüm getirir diye düşünürler; nihayet saat 7’de Kremlin’den gelen acil posta için bir muhafız Lozgachev odaya girer ve yerde baygın yatan, idrar biriktirmiş Stalin’i bulur. Kendi pisliğinin içinde boğulmuş gibi durmaktadır.
Muhafızlar onu koltuğa taşır, durumu Beria’ya haber vermeye çalışır ama Beria, “Uyuyor, rahatsız etmeyin!” der ve yardım gecikir, kimse Tanrılaştırılmış lidere müdahale etmeye cesaret edemez. Doktor aranır. Tüm iyi doktorlar ya öldürülmüş ya da Sibirya’ya sürgüne gönderilmiştir.
Filmdeki bu sahne, Stalin’in gece Politbüro üyeleriyle şarap içip film izledikten sonra yalnız kaldığı geceyi tasvir eder; ertesi sabah inme geçirip yere yığılmasını, muhafızların korkudan saatlerce içeri girememesini göstererek Sovyet rejimindeki aşırı korku ve paranoyayı şahane vurgular.
Bu olay, Stalin’in tanrılaştırılmış imajı ve emirlere körü körüne itaat kültürünün trajikomik bir yansıması olarak sunulurken, filmin kara mizah tonunu da belirliyor. Öte yandan bu sahne, sonraki güç mücadelesinin temelini atar ve Beria gibi figürlerin ihmalkarlığını öne çıkarıyor.
Tüm bu arka plan, Ankara’nın göbeğine birkaç km kala indirilen drone ile ilgili ilk haberi okuduktan sonra geldi aklıma.
CHP lideri Özgür Özel, Cumhuriyet’e verdiği röportajda, dronu İspanya’daki NATO üssünün, henüz Türk topraklarına girmeden tespit edip takibe aldığını söylemiş. Diyor ki Özel: “Ankara’ya kadar gelen İHA, karaya 50 kilometre kala İspanya’daki NATO üssü tarafından Türkiye’deki NATO radarları üzerinden tespit ediliyor. İspanya’daki NATO komutanlığı, Konya’dan ve Eskişehir’den F-16 kaldırıyor. Türk hava sahasına girdiğinde F-16’lar değişmiyor ama İspanya’daki NATO komutanı, uçağın kontrolünü Türk komuta merkezine devrediyor. Bunlar iki saat boyunca İHA’yı takip ediyor. Bu F-16’ların havada yakıtı bitiyor. İncirlik’ten yeni iki tane F-16 kalkıyor. Bunlar nihayet İHA’yı düşürüyor.”
En az iki saat boyunca Türk ordusu eli kolu bağlı hiçbir şey yapamıyor, çünkü Reis’in ne yapacağını tahmin edemiyorlar. Ve ona sormadan, salondaki pencereyi bile açmak kimin haddine!
Yazının girişinde bahsettiğim mahkemede Adolf Eichman şöyle diyor: “Eylemimizden haberdar olsa, Führer’in de onaylayacağı şekilde hareket ederdik.”
Sorun şu ki, daha önce düşürülen bir Rus uçağı meselesi vardı ve Putin Erdoğan’a kan kusturmuştu. O yüzden ülkede -afedersiniz- kıçı kırık 2 bin dolarlık bir dronu indirebilecek emri verecek kadar yürekli tek bir insan yoktu.
Ve muhtemelen Reis o saatlerde uyuyordu, kimse de uyandırabilecek cesaret yoktu. Dolayısıyla drone 2 saat boyunca Türk topraklarında yol aldı, artık bıçak kemiğe dayanmıştı ki, biri kelle koltukta, “Düşürelim ne olacaksa olsun!” dedi ve düşürdüler.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































