Oscar ödüllü ‘No Other Land’ belgeseli, İsrail’in Batı Şeria’daki ‘mikro işgallerinin’ bugün Gazze’de nasıl ‘makro trajediye’ dönüştüğünü gösteriyor. Belgeselde görülen su kuyularını çimentoyla dolduran eller, bugün hastaneleri yıkan politikaların mimarı.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Önce uzunca bir bağlam kurayım, ardından Oscar ödüllü bir belgeselden bahsedeceğim.
2024’ün ilk çeyreğinde Gazze’de yaşanan insani felaketin, aslında on yıllardır süregelen sistemli bir yerinden etme politikasının en son ve en şiddetli tezahürü olduğunu görmek için çok fazla çabaya gerek yok aslında. Son İsrail saldırılarında, “askeri hedefler” söylemi ardına gizlenmiş, sivil altyapıyı tamamen yok eden bir operasyon stratejisi izleniyor.
Okulların, hastanelerin, su kaynaklarının ve yerleşim alanlarının sistematik tahribatı, belgeselde izlediğimiz kuyuların çimentoyla doldurulması, evlerin yıkılması ve eğitim kurumlarının yok edilmesi pratiklerinin daha geniş ölçekte uygulanması gibi görünüyor. Yaşamın sürdürülebilirliğini imkânsız kılmaya yönelik bu yaklaşım, “yaşanamaz bir bölge oluşturma” stratejisinin parçası olarak okunabilir.
Donald Trump’ın son dönemde açıkça telaffuz ettiği “Filistinlileri Gazze’den tahliye etme” önerisi ise, birazdan bahsini edeceğimiz belgeselde görüleceği üzere yerinden etme politikalarının diplomatik bir dille paketlenmiş hali. Bu anlamda “Başka ülke yok” gerçeğine rağmen, uluslararası topluma Gazze sakinlerini “başka bir yere” yerleştirme fikri sunuluyor. Böylece belgeselde gözlemleyeceğimiz “askeri eğitim bölgesi” mazereti, bugün “güvenlik koridoru” ve “tampon bölge” kavramlarıyla yeniden karşımıza çıkıyor – her iki durumda da nihai hedef aynı: bir halkın kendi topraklarından sistemli bir şekilde uzaklaştırılması.
Bu stratejide en çarpıcı unsur ise, yerinden etme sürecinin “damlalar halinde” ilerleyen, dünya kamuoyunun dikkatini dağıtacak şekilde zaman içine yayılan yapısı. “No Other Land”in güçlü bir şekilde belgelediği bu adım adım ilerleyen süreç, bugün uluslararası medyanın dikkatinin dağıldığı, savaş yorgunluğunun hissedildiği bir ortamda, çok daha hızlandırılmış bir tempoda devam ediyor. Dört hafta önce büyük manşetlerle duyurulan insani krizler, bugün iç sayfalara düşerken, yerinden edilme süreci kesintisiz sürüyor.
Basel Adra’nın belgeselde söylediği “İşgalin on günde bitmesini bekleyemezsin!” sözleri, bugün yaşananların anlaşılması için kritik bir anahtar. Çatışmanın çözümü için gerekli adımlar atılmadıkça, bölgede tanık olduğumuz yerinden etme, mülksüzleştirme ve yaşam alanlarını yok etme döngüsü, farklı aktörler ve söylemlerle kendini tekrar etmeye devam edecektir.
“Başka Ülke Yok” filminin acı verici bir şekilde ortaya koyduğu temel gerçek, Filistinlilerin gidecek başka bir yerlerinin olmadığı gerçeğidir. Bugünün politik söyleminde “insani koridor” veya “geçici tahliye” olarak sunulan çözümlerin arkasında, kalıcı bir yerinden etme stratejisinin izlerini görmek, belgeselin sunduğu perspektifle daha da mümkün hale geliyor. İnsanlar evlerinden, topraklarından ve kimliklerinden koparıldığında, kaybolan sadece fiziksel bir yaşam alanı değil, aynı zamanda kültürel bir hafıza, bir aidiyet ve bir gelecek vizyonu.
“Gücü elinde bulunduranlar için ‘önemli olmayan’ şeylere” tanıklık etmeye çağıran belgesel, bugün yaşananları anlamak için geçmişe bakmamızı, “mikroagresyonların kümülatif etkisini” görmemizi sağlıyor. Belgeselde anlatılan hikâyeler, bugün yaşananların aniden ortaya çıkmış bir kriz değil, on yıllardır süregelen bir sistemin parçası olduğunu gösteriyor.
Evet şimdi filmimize geçebiliriz…
Son yılların en çarpıcı belgesel filmlerinden biri olan ve Oscar’da yani 97. Akademi Ödülleri’nde En İyi Belgesel Film Oscar’ını kazanan “No Other Land”, Filistin-İsrail çatışmasının insan hikâyelerini merkeze alan sarsıcı bir tanıklık örneği olarak karşımızda duruyor. Aslında belgesel bütün bu son hengamelerden önce çekilmiş bir proje. 2019-2023 yılları arasında Batı Şeria’nın güneyindeki Masafer Yatta bölgesinde çekilen film, iki farklı dünyadan gelen insanların – Filistinli aktivist Basel Adra ve İsrailli gazeteci Yuval Abraham’ın – beklenmedik işbirliğiyle ortaya çıkmış.
Filistinli-İsrailli dört yönetmenin (Basel Adra, Yuval Abraham, Hamdan Ballal ve Rachel Szor) ortak çalışması olan belgesel, İsrail ordusunun “askeri eğitim bölgesi” gerekçesiyle Masafer Yatta sakinlerini sistemli bir şekilde yerinden etme sürecini, ev yıkımlarını ve gündelik şiddeti kayıt altına alıyor. Bir “güç hikâyesi” olarak tanımlanan film, büyük politik söylemlerden ziyade, işgalin mikro düzeydeki etkilerine, insanların direnme ve hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor.
“No Other Land”, 7 Ekim 2023 saldırıları ve sonrasında Gazze’de yaşanan yıkımdan hemen önce tamamlanmış olsa da bugünkü çatışmaların tarihsel arka planını anlamak için çarpıcı bir perspektif sunuyor. Belgesel, uluslararası film festivallerinde ödüller toplarken, özellikle Batı’da gösterim ve dağıtım zorlukları yaşaması, filmin sadece sanatsal değil, derin politik bir eser olduğunu gösteriyor.
Filmin ismine biraz yakından bakalım.
“No Other Land” İngilizce’den direkt olarak çevirecek olursak “Başka Toprak Yok” veya “Başka Bir Ülke Yok” anlamına geliyor. Ancak belgesel film bağlamında baktığımızda karşımıza çok katmanlı bir anlam yapısı çıkıyor.
- Yaşam Alanı Olarak: Masafer Yatta’da yaşayan Filistinliler için “gidecek başka bir yer yok” anlamında – zorla tahliye edildiklerinde alternatif bir toprakları olmadığını vurguluyor.
- Kimlik Olarak: Hem Filistinliler hem de İsrailliler için bu toprağın tek “vatan” olduğu gerçeğini – her iki tarafın da aynı toprağa derin bağlılık hissettiğini ifade ediyor.
- Politik Anlam: İki devletli çözüm veya tek devletli yapının gerekliliğine dair bir ima – aynı toprak üzerinde birlikte yaşamanın kaçınılmazlığını vurguluyor.
- Varoluşsal Boyut: Filistinlilerin “başka bir ülkemiz yok” şeklindeki varoluşsal durumunu yansıtıyor – yurtlarını kaybettiklerinde kimliklerini de kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını gösteriyor.
Filmin yönetmenlerinden Basel Adra bir röportajında başlığın, Filistinlilerin içinde bulunduğu durumu özetlediğini belirtmişti. Yerinden edilmiş insanların gidebilecekleri başka bir ülke yoktur, bu toprak onlar için tek seçenektir. Başlık aynı zamanda hem Filistinlilerin hem de İsraillilerin aynı toprak parçası üzerindeki hak iddialarının yarattığı trajik çıkmazı da ifade etmekte.
İki tarafın temsilcilerinin birlikte çalışmasıyla ortaya çıkan film, tarafsızlık iddiasında değil; aksine açıkça güçsüzün, yerinden edilenin ve direnenlerin hikâyesini anlatmayı tercih ediyor. “Elimde telefonumdan başka bir şeyim yok” diyen Basel Adra’nın kamerasından izlediğimiz gerçeklik, tanıklık etmenin, kaydetmenin ve hikâyeyi anlatmanın politik bir eylem olabileceğini hatırlatıyor.
Küresel krizlerin dolaysızlığının çoğu zaman bizi tarihsel ağırlıklarına karşı uyuşturduğu bir çağda, “No other land” adeta delici bir panzehir olarak duruyor karşımızda. Öyle bir belgesel ki, işgalin yavaş kanamasının kolektif bilincimizin arka plan gürültüsünde kaybolmasına izin vermeyi reddediyor. Basel Adra, Yuval Abraham, Hamdan Ballal ve Rachel Szor’dan oluşan İsrail-Filistinli bir kolektif tarafından yönetilen ve 97. Akademi Ödülleri’nde En İyi Belgesel Oscar’ını alan bu film, yalnızca olayların bir kaydı değil, gücün insani bedeliyle içgüdüsel bir yüzleşme mahiyetinde. Çekimleri 2019-2023 yılları arasında Batı Şeria’nın güneyindeki Masafer Yatta bölgesinde gerçekleştirilen Başka Toprak Yok, onlarca yıllık mücadeleyi 96 dakikalık amansız bir netliğe sıkıştırıyor; kişisel hikâyeler, arşiv görüntüleri ve ham, gerçek zamanlı belgeleri bir araya getirerek yerinden edilmenin acımasız mekanizmasını gözler önüne seriyor.
Filmin merkezinde, direniş mirasının içinde doğan Filistinli avukat ve aktivist Basel Adra ile Adra’nın davasıyla dayanışması hem bir köprü hem de çok farklı gerçekliklerini hatırlatan İsrailli gazeteci Yuval Abraham yer alıyor. Buldozerlerin ve göz yaşartıcı gazın ortasında kurulan dostlukları, anlatının duygusal omurgasını oluşturuyor; eşitsizliklerin gerdiği kırılgan bir umut ipliği. Hayatı sınır dışı edilme hayaleti tarafından tanımlanan Adra, silahı ve kalkanı olarak ikiye katlanan bir telefonla topluluğunun yıkımını yakalar. Adra’nın sadece hayal edebildiği hareket özgürlüğüne sahip olan Abraham, hikayeyi Masafer Yatta’nın parçalanan sınırlarının ötesine taşıyan bir gazetecilik merceği getiriyor. Ballal ve Szor ile birlikte, tanık olunan şey kadar tanıklık etme eylemiyle de ilgili bir film yapıyorlar.
“No Other Land” temelde iki ana karakter üzerinden ilerliyor: Masafer Yatta’da doğup büyüyen ve aktivist bir aileden gelen Filistinli hukuk öğrencisi Basel Adra ve İsrailli gazeteci Yuval Abraham. Film, bu iki karakterin beklenmedik dostluğunu, aralarındaki güç dengesizliğini ve aynı coğrafyada farklı gerçekliklerde yaşayan iki insanın yakınlaşmasını samimi bir dille ele alıyor.
Adra ve Abraham arasındaki ilişki filmin en çarpıcı unsurlarından biri. Abraham’ın bir gazeteci olarak bölgeye gelip hikâyesini yazdıktan sonra evine dönebilme ayrıcalığıyla, Adra’nın her gün işgal altında yaşama gerçeği arasındaki kontrast, filmin politik mesajını güçlendiriyor. “Hikâyen viral olmadığı için hayal kırıklığına uğruyorsun, ama işgalin on günde bitmesini bekleyemezsin” diyen Adra’nın sözleri, aktivizm ve gerçeklik arasındaki uçurumu gösteriyor.
Mikroagresyonların Kümülatif Etkisi
Filmin en güçlü yanlarından biri, Filistin-İsrail çatışmasını büyük politik olaylar yerine gündelik yaşamın parçalanması üzerinden anlatması. Buldozerler evleri yıkarken, askerler su kuyularını çimento ile doldururken ya da okul binası çocukların gözü önünde yıkılırken, izleyici büyük politik söylemlerden ziyade insani gerçeklikle yüzleşiyor.
“No Other Land”, İsrail ordusunun Masafer Yatta’yı “askeri eğitim bölgesi” ilan etmesiyle başlayan ve 2022’de İsrail Yüksek Mahkemesi’nin bölge sakinlerinin aleyhine verdiği kararla hızlanan yerinden etme sürecini, mevsimsel bölümlerle kronolojik olarak anlatıyor. Bu anlatım, şiddetin ve yerinden edilmenin rutin haline gelmesini, normalleşmesini gösteriyor. Villada yaşayan Harun Abu Aram’ın jeneratörünü korumaya çalışırken İsrail askerleri tarafından vurularak felç kalması ve sonraki iki yıl boyunca bir mağarada yaşamak zorunda kalışı, filmin en çarpıcı hikâyelerinden biri.
Başka Ülke Yok’u diğerlerinden ayıran şey, sterilize etmeyi ya da basitleştirmeyi reddetmesi. Aslında bu durum cilalı bir sempati çağrısı değil, işgalin eziyetine dair pürüzlü, “vérité” (Hakiki) tarzı bir vasiyet. iPhone’lardan yüksek kaliteli kameralara kadar her şeyle çekilen görüntüler kaos ve sessiz umutsuzluk arasında gidip geliyor: Buldozerler yaklaşırken bir okuldan kaçan çocuklar, çimentoyla tıkanmış bir kuyu, bir askerin kurşunuyla felç olan ve bir mağarada ölüme terk edilen genç bir adam, Harun Abu Aram. Bu görüntüler etki oluşturmak için sahnelenmiyor; yıkım ve meydan okuyan yeniden inşa döngüsüne yakalanmış bir topluluğun filtrelenmemiş gerçekliği bunlar. Film yapımcılarının bu anların nefes almasına izin verme kararı, ağır bir anlatımla engellenmeden, bizi gördüklerimizin ağırlığıyla oturmaya zorluyor; bir annenin çığlığı, bir askerin kayıtsızlığı, bir evin enkazı bir dayanıklılık metaforuna indirgeniyor.
Filmin gücü, zamanı manipüle etmesinde yatıyor esasen. Masafer Yatta’da yaşananlar tekil bir felaket değil, yavaş ve kasıtlı bir çözülme -eleştirmen Bilge Ebiri’nin belirttiği gibi; sürekli küresel öfkeden kaçınmak için tasarlanmış bir “damlalar ve damlalar” stratejisi. Burada yıkılan bir ev, orada zehirlenen bir kuyu, dünya görmezden gelirken yerle bir edilen bir okul. Ancak ekranda bu eylemler acımasız bir montaja dönüşerek ilerleme yanılsamasını ortadan kaldırıyor ve zulmün sürekliliğini gözler önüne seriyor. Tony Blair’in bir zamanlar bir okulu bağışlayan kısa ziyareti gibi arşiv görüntüleri, dış müdahalenin geçici doğasının altını çiziyor; Adra’nın yansıttığı gibi, güç kimin görüldüğünü ve kimin unutulduğunu belirler.
Yine de Başka Ülke Yok bir umutsuzluk yığını değil. İnsanlığını, özneleri arasındaki samimi alışverişlerde buluyor: Adra ve Abraham bir haberin tıklanma oranının etkisini tartışırken, Ballal böylesi bir ayrıcalık uçurumunda dostluğun nasıl devam edebileceğini sorgularken, bir köylü gecenin karanlığında yeniden inşa ederken. Bu anlar, umudun bile tükenmişlikle iç içe geçtiği kuşatma altında yaşamanın ruhsal bedelini gözler önüne seriyor. Adra’nın “Bitmeye başladığımızda çekmeye başladım” şeklindeki kasvetli itirafı, direniş durakladığında geriye kalan tek şeyin belgeleme olabileceğinin bir göstergesi.
Filmin aldığı tepkiler konusunu yansıtıyor. Berlin’den New York’a, ödüller kazandığı ve tartışmalara yol açtığı festivallerde övgü toplayan ‘Başka Ülke Yok’, Ekim 2024 itibarıyla henüz ABD’de dağıtımını garantileyemedi; bu sessizlik, uyandırdığı rahatsızlık hakkında çok şey söylüyor. Bu Oscar ödüllü eseri Amerikan ekranlarından uzak tutan korkaklık mı, politika mı yoksa ilgisizlik mi? Bu soru, Adra’nın gücün çerçevenin ötesine ulaşması üzerine yaptığı meditasyonu yankılayarak varlığını sürdürüyor. Bu arada, Ekim 2023’te yerleşimciler ve IDF birlikleri tarafından gerçekleştirilen üzücü bir saldırı olan koda, filmi hem kaçınılmaz hem de acil hissettiren bir şimdiki zamana yerleştiriyor ve anlattığı hikayenin bitmekten çok uzak olduğunu hatırlatıyor.
Eleştirmenlerin büyük çoğunluğu filmi yıkıcı, ayıltıcı, sarsıcı olarak nitelendiriyor ve haklılar da zira bunların hepsi filmde var. Ancak Başka Ülke Yok, Sheila O’Malley’nin Filistinli şair Mosab Abu Toha’ya atıfta bulunarak yazdığı gibi, “kimsenin bakmadığı gölgelere bakmaya” da bir çağrı olarak da kabul edilmeli. Pasif bir izlemeden daha fazlasını talep ediyor çünkü; aktif tanıklıkta ısrar ediyor. Çabuk unutan bir dünyada, bu film meydan okuyan bir hafıza eylemi olarak duruyor, zamanı sıkıştıran, sesleri yükselten ve gücü elinde bulunduranlar için “önemli olmayan” şeylere bakmamız için bizi cesaretlendiren bir film. Sırf bu yüzden bile yılın en güçlü belgeseli olmanın ötesinde, gerekli bir belgesel.
İzlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***