“Benim için film yapmak,
bir soruyu sormak ve cevabını bulmaya çalışmaktır.”
Christopher Nolan
YORUM | M. NEDİM HAZAR
Biliyorsunuz epey zamandan beri sinema yazıları kaleme alamıyorduk. Bunun pek çok sebebi vardı elbette ancak sanırım en önemlisi geçirdiğimiz yaz sezonu sinema için genellikle “ölü sezon” olarak bilinir ve yapımcılar önemsedikleri filmleri Eylül ayından önce gösterime sokmak istemezler. Ancak sıra dışı yönetmen Christopher Nolan, bu algıyı da tersyüz etmek istercesine son filmi Oppenheimer’i temmuz ayında vizyona sokarak herkesi şaşırttı.
Oppenheimer, bildiğiniz üzere gerçek bir hikâye ve isimden yola çıkılarak çekildi.
Gösterimin ardından her Nolan filmi gibi, bu da seyircileri ikiye böldü. Kimi, yönetmenin en kötü filmi olarak tanımlarken, kimi ise sinemada bir devrim olduğunu yazdı, çizdi, söyledi. Esasen ilk uzun metraj filmi Following’den (Takip) beri neredeyse her filmi için bahsedilen şeylerdi bunlar.
İtiraf etmek gerekirse bir Nolan filmini gündelik tüketilecek bir çerçevede yazmak yönetmene haksızlık olacaktır, çünkü Nolan sadece bir film yönetmeni değil. Her şeyden önce bir filozof. Yaptığı şeye de sinema dense de bir eğlence ürünü değil, izleyici sorgulatan, düşünmeye iten ve tabiri caizse beynini yakacak kadar zorlayan eserler üretmektedir.
Dolayısıyla esaslı bir Oppenheimer yazısından önce, bir miktar yönetmenin ruh ve düşünce dünyasına biraz vakıf olmak gerekiyor ki, filmlerine haksızlık etmiş olmayalım.
Bir seri yazı şeklinde Nolan Sineması ve nihayetinde Oppenheimer hakkında okuyacağınız bu çalışma (merak etmeyin bir önceki dizimiz kadar uzun olmayacak) sinema, sanat, inanç ve felsefe üzerine olacak.
Girizgahı çok uzatmadan isterseniz Nolan’ı biraz daha yakından tanıyalım.
Bazı isimler vardır, başka hiçbir ayrıntı bilmeseniz bile dikkatinizi çeker. Sinemacı (Yönetmen, senarist, oyuncu, besteci ve hatta görüntü yönetmeni) ise eğer onun ismini gördüğünüz filme gözünüz kapalı gidersiniz. Bahsini ettiğimiz şahıs böyle biri işte.
Christopher Nolan, 21. yüzyılın en tanınmış ve en başarılı film yönetmenlerinden biri olarak kabul edilir. Filmografisi hem gişe hem de eleştirmenler tarafından büyük beğeni toplayan baş yapıtlarla doludur. “Inception” (Başlangıç), “The Dark Knight” (Kara Şövalye) serisi ve “Interstellar” (Yıldızlararası) gibi filmleriyle, hikâye anlatıcılığında ve görsel hünerde sınırları zorlama eğilimindedir. Hepsine ne kadar hacim ayırırız bilmiyorum ama sadece Batman serisine getirdiği yorumla bile hakkında tez hazırlanmayı hak eden bir beyindir.
Nolan’ın yönetmenlik tarzı, genellikle karmaşık hikâye yapıları, derin karakter analizleri ve görsel açıdan etkileyici set tasarımlarıyla bilinir. Filmlerinde zaman, mekân ve olayı sıra dışı kullanımını ve gerçeklik algısını sorgulayan temaları sıkça işlemesi, eserlerini epey zor ancak bir o kadar da lezzetli hale getirir. Nolan’ın özellikle “Memento” (Akıl Defteri) ve “Inception”da (Başlangıç) filmlerini izlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız diye düşünmekteyim.
Sinemanın aristokrat ruhu
Onu size tanıtırken klasik olarak şurada doğdu, şurada okudu türünden klasik cümleler, yeterli olmayacaktır.
Zira Christopher Nolan, sinemanın modern çağdaki en sofistike ve entelektüel yönetmenlerinden biri. Ancak bu başarısının ardında, onun sanatsal vizyonunu şekillendiren derin sosyolojik ve psikolojik etmenler yatar.
Londra’nın huzurlu banliyölerinden birinde doğan Nolan, çocukluğunu kitaplarla, kamera denemeleriyle ve hayal gücüyle beslenen bir atmosferde geçirdi. Ailesi, onun entelektüel gelişimini destekleyen, kültürel ve sanatsal etkinliklere değer veren bir yapıya sahipti. Bu, Nolan’ın erken yaşlarda sinemaya olan ilgisini körükledi.
Genç C. Nolan
Nolan’ın ruh yapısını anlamak için, onun çocukluk dönemine dikkatlice bakmak gerekiyor. Küçük yaşlardan itibaren, Nolan’ın zihninde, gerçeklikle hayal arasındaki ince çizgiye olan ilgisi belirginleşmeye başlamış zira. Bu, onun filmlerinde sıkça işlediği bir tema haline geldi. Ailesi, bu entelektüel merakını fark ederek onu destekledi ve onun sanatsal yeteneklerini geliştirmesine yardımcı oldu.
Çocukluk ve gençlik yılları İngiltere ve Amerika arasında adeta mekik dokuyarak geçen Nolan (Eh bu imkân kimde olsa başarılı olur, diye düşünmedik değil!) reklamcı babasının Super 8 kamerası almasıyla çekimler yapmaya başladı. Onu sinemaya bir daha ayrılmamak üzere yapıştıran isimler ise George Lucas ve Ridley Scott olmuştu. İlle de Star Wars ve Blade Runner!
(Kardeşi Jonathan kadar olmasa da) Edebiyata ilgisi de vardı ve İngiliz Edebiyatı üzerine lisans eğitimi aldı. Bu dönemde kurumsal ve endüstriyel videolar çektiğini biliyoruz. Misal şöyle bir film çekmiştir.
Nolan, Böcek’i çektiği yıllarda.
Ana Britanica gibi tem kaynaklar, sinema hayatını anlatırken direkt olarak Following’den başlarlar ama bu pek doğru olmayacaktır. Çünkü Nolan’ın kısa filmleri onun gelecekteki eserleri hakkında adeta birer dip koçandır.
Christopher Nolan’ın Tarentella, Larceny (Hırsızlık) ve Doodlebug gibi ilk kısa filmleri onun yeteneği hakkında ilk işaret fişekleridir. Larceny hiçbir zaman resmi olarak vizyona girmemiş olsa da Nolan’ın geleneksel film tekniklerine olan bağlılığını takdir eden hayranları arasında merak konusu olmaya devam etmekte.
Nolan’ın ikinci kısa filmi sayılabilecek olan Larceny- Hırsızlık, atmosfer olarak Following-Takip’in ayak sesleridir.
Nolan’ın 1997 yapımı “Doodlebug” adlı kısa filmi, onun sinematografik yeteneklerinin ve özgün hikâye anlatımının erken bir örneği gibidir. Sadece üç dakika süren bu kısa film, Nolan’ın karmaşık temaları basit bir şekilde nasıl işleyebileceğinin de apaçık bir göstergesidir.
Peki ne anlatır bu üç dakikalık film?
Hepimizin başına gelmiş olabilecek bir olayı, bambaşka bir perspektiften ele alır Nolan.
Bir adamın, dairesinde bir böcek avlamaya çalıştığı sırada yaşadığı gerilim dolu anları izleriz. Ancak, film ilerledikçe, bu basit avın aslında çok daha derin ve karmaşık bir anlamı olduğunu fark ederiz.
Kısacık filmde, ana karakter, aslında kendi kaderini kendi elleriyle şekillendiren bir genç. Bu, insanın kendi iç dünyasındaki çatışmaları ve kendi kendine verdiği zararları temsil ediyor gibidir.
Esasen, Nolan’ın (daha sonra) diğer filmlerinde de sıkça işlediği bu tema, “Doodlebug”da da kendini yalın bir şekilde gösterir. Filmdeki gerçeklik algısının bozulması, izleyiciyi neyin gerçek, neyin hayal olduğunu sorgulamaya iter.
Filmdeki karakter, avladığı böceğin aslında kendi küçültülmüş bir versiyonu olduğunu fark eder ve bu, evrenin sonsuz döngüsü ve iç içe geçmiş gerçeklikler temasını işaret eder.
“Doodlebug”, genç Nolan’ın kariyerinin başlangıcında yaptığı bir çalışma olmasına rağmen, eleştirmenler ve izleyiciler tarafından genellikle olumlu yorumlar alır. Ancak, bilirsiniz bazı eleştirmenlere ne yaparsanız yapın bir şeyi beğendiremezsiniz.
Örneğin; Bazı eleştirmenler, filmdeki fikirlerin tam olarak geliştirilmediğini ve daha uzun bir süre zarfında işlenmesi gerektiğini yazıp, çizer.
Filmin temasının sinemayı çok aşan bir zorlukta olduğunu söyleyen eleştirmen sayısı hiç de az değildir. Sinema en nihayetinde bir eğitim değil, eğlence aracıdır onlara göre!
Ve her ilk kısa film için yapılan eleştiriler; teknik yetersizlikler, ışık sorunu vesaire. Ancak tüm bunlara rağmen, “Doodlebug”, Christopher Nolan’ın sinematografik kabiliyetinin ve özgün hikaye anlatımının erken bir örneği olarak kabul edilir. Pek çok sinema tarihçisi için Doodlebug bir yapı taşı eserdir.
Nolan’ın hayatını incelediğimizde özellikle üniversite eğitimi sırasında sosyoloji ve psikoloji konularına olan ilgisini derinleştirdiğini görüyoruz. Üniversitede İngiliz edebiyatı okurken, klasik metinlerin yanı sıra postmodernizm ve yapısöküm gibi akımlarla da tanışıyor Nolan. Bu ise onun sinematografik anlatısını şekillendiren temel etmenlerden biri oluyor.
Ve malum; Yapısöküm veya dekonstrüksiyon; anlam ile metin arasındaki ilişkiyi kavramaya yönelik ele alış biçimlerini ifade ediyor. İlk kez post-yapısalcı düşünür Jacques Derrida tarafından ortaya atılan bu terim, dilin geleneksel Avrupa merkezli dünya görüşü tarafından yönlendirilen, kesin hatları olmayan bir araç olduğu kabulüne dayanarak eski metinlerin yeni anlamlarını onları yeniden yapılandırarak inşa eden post-modern eleştirel yaklaşım olarak biliniyor.
Sinemaya geçişinin ardında yatan nedenlere baktığımızda, Nolan’ın zihnindeki karmaşık yapıyı ve derin düşünceyi yansıttığını görmek mümkün.
Sinema, onun için gerçeklikle hayal arasındaki bu ince çizgiyi sorgulama ve bu sınırları zorlama aracıdır çünkü. Belki de bu sebeple ilk filmleri, bu derin arayışın ve entelektüel merakın ürünleriydi. Özellikle “Following” adlı filmi, Nolan’ın zihnindeki labirentleri ve karmaşık karakter analizlerini mükemmel bir şekilde yansıtır.
Nolan’ın sinematografik kariyerinin başlangıcı, onun sofistike ve aristokrat ruhunun bir yansıması olduğunu söylemek durumundayız. Filmleri, izleyiciyi sadece görsel bir şölenle değil, aynı zamanda derin felsefi ve sosyolojik sorularla da besler. Bu, onun sinemanın sadece eğlence değil, aynı zamanda entelektüel bir araştırma aracı olduğuna olan inancının bir göstergesi.
Son tahlilde Christopher Nolan, sinemanın sadece bir sanat formu değil, aynı zamanda derin sosyolojik ve psikolojik soruları sorgulama aracı olduğuna inanan nadir yönetmenlerden biridir. Onun aristokrat ruhu, filmlerindeki sofistike anlatıya ve derin temalara yansır. Bu, onu sadece bir yönetmen değil, aynı zamanda bir düşünür ve sanatçı olarak öne çıkarırken, eserlerine de salt bir sinema filmi olarak bakmak doğru değildir.
Devam edeceğiz…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***