Çocuklarını yakıyorlar insanlar, yol boylarında… Arabalar, hızla geçiyor yanlarından… Şehrin hızına karışıyor,
yakılan çocukların çığlıkları… Arabalar durmuyor, kimse durmuyor… Herkes birbirine soruyor: “Bitti mi
insanlık, bitti mi yaşamak?” Kimse bir şey diyemiyor… Ne bitti ne başladı… Beklenen hiçbir şey olmadı…
Beklenen her şey oldu… Ne değişti öyleyse?.. Belki İsa da vardır, o yakılan çocukların arasında… Üç kuruş
para için, bir akşam yemeği için, birkaç odun ve kömür için yakılan çocukların arasında belki o da vardır…
Artık kim, kimi yargılayabilir ki?.. Hem ne adına, ne için yargılayabilir? Kaldı mı, bir doğru? Kaldı mı, bir
gerçek? Gecenin bir vakti atlar geçiyor insanların önünden. Nereden gelip nereye gittikleri bilinmeyen
atlar…
Acelesiz, telaşsız yüzleriyle geçip bu şehri terk ediyorlar… Hiç kimseye bakmadan geçiyorlar…
Uzaklarda, çok uzaklarda, kimsesiz ateşler yanıyor… Şehrin sahipleri artık onlar, o kimsesiz ateşler… Atlar
geçiyor, önümden, atlar… İncecik bir kan sızıyor bedenlerinden…
Öylesine yoksul bir hayranlıkla bakıyorum
ki onlara… Gitmek istiyorum peşlerinden, nereye gidiyorlarsa… Ama öylesine eksik ki gururum ve onlar
kendilerinden öyle eminler ki çekiniyorum, gidemiyorum arkalarından… Bu şehir, bu gecikmiş kıyamet, bu
sonu gelmeyen çöküş, beni içine alıyor… Kalıyorum, neredeysem orada… Kalıyorum, o sonsuz çöküşte…
Kalıyorum, sana telefon ettiğim o telefon kulübesinde… Her yerden daha bir gece burası… Şimdi ben seni
nereden arasam, orası kayıp bir ülke… Bilinmeyen bir tarih… Oysa sevmek, bir ülkeye hazırlanmaktır… O
ülkeyi kaderin gibi sevmeye çalışmaktır… Sevmek, bilinen, bilinmesi gereken bütün tarihleri gizlendikleri
derinliklerden yukarı çıkarmaktır…
Telefon kulübesinin kapısı, rüzgârda kendine çarpıyor… Hayaletler dolaşıyor şimdi burada. Sesin yine soldu
bu akşam… Sesin, derin bir solgunlukla, gitgide, gitgide bilinmezliklere karıştı… Ne zaman kaderimi duymak
için seni arasam, kaderim orada bilinmezliklere karıştı… Seni nereden arasam, orası kayıp ülkem oldu…
Bildiğim bütün tarihler, daha bir gizlendi yokluklarına… Seni nerede arasam, orası sular altında kaldı… Seni
ne zaman arasam, sesin o ürkütücü suların altında kaldı… Sular… Sular… Uykuların gibi acıtıcı… Yokluğun
gibi korkunç ve uzak… Ansızın kendine dönüşün gibi, umutsuz sular…
“Neyin var? Sesin niye böyle bana uzak? Seni kıracak bir şey mi yaptım? Ne oldu sana?” Boğulmak üzere
olan birinin son çığlıkları gibi seslenirdim sana: “Bir şey söyle, ne olur, hemen kapatma telefonu; anlat, ne
oldu sana? Benim yüzümden mi soldu sesin böyle? Yoksa bilmediğim şeyler mi var? Ne olur, anlat… Bir
şeyler söyle, ama bu solgunlukta kalma… Yeter ki gerçeği söyle, gerçekse her şeye razıyım. ‘Senden bıktım,’
de… ‘Götüremiyorum, artık olmayacak,’ de… ‘Seni bırakıyorum,’ de… Her şeye razıyım ama beni bu
solgunlukta bırakma… Bu karanlık sularda bırakma… Bu sonsuz, bu sessiz, asla bitmeyecek gecede
bırakma…”
Uzun sessizliklerin… Sonra sular, sonra yine gece… Gecenin içinde görünüp görünüp kaybolan yüzlerin…
Dalgalı bir denizde sulara batıp çıkıp ilerleyen bir geminin ışıkları gibi yüzlerin… Tutmak için her
uzandığımda, hastalıklı izler kalır ellerimde… Ömrüme katmak için her uzandığımda sana, yüzünü kazımak
için her çırpındığımda, kendi ömrüm bile yabancı kesilir bana… Seni bana, beni sana katmak için söylediğim
her sözde, biraz daha uzaklaşır sesin… O yorgun, o solan sesin…
Yarın erken kalkacaksın… Yarın toplantıların var… Bütün bir gün çalışmalarını sunacaksın müdürlerine…
Ayakta kalacaksın… Akşam sayım var… İş yerinden çok geç vakitte çıkacaksın… Bir sonraki gün şirketin
yemeği var… Ona hazırlanmalısın… Yorgun olmaman gerekiyor, iyi uyumalısın… Sonra iş yerinden
arkadaşlar sana kalmaya gelecek, evinde onları ağırlayacaksın… Hep dolusun, hep birilerine verdiğin sözler
var… Sonra belki birkaç günlüğüne, iş için bir yerlere gideceksin… Birileri için önemlisin, senden beklentileri
var, birileri senin için önemli… Hesaplar durmadan açık veriyor, onları kapatman gerekli… Gelecekte daha
kaygısız, hayatından daha emin yaşaman için feda etmen, harcaman gereken günlerin var… Ne kadar
gizlemeye çalışsan da sesinin arkasında çınlayan bir ses var ve bana durmadan, senin benden ayrı, benden
uzakta, bildiğim ama bildiğimi sana söylemekten çekindiğim bir hayatın olduğunu ve orada kalmak
istediğini söylüyor…
İşte bunu anladığımda, o sular biraz daha yükseliyor… Şehir biraz daha bilinmezliklere karışıyor… Uzaklarda
bir yankı, nerede yanlış yaptım, diye soruyor bana… Susuyorum, susup, ellerimde giderek açılan yaralarımı
seyrediyorum… “Kadıköy’de, evinin biraz ilerisinde çoktan kapanmış bir büfede, kim bilir kaçıncı son biramı
içiyorum… Doktor, “Hiç içmeyeceksin,” demişti… “Yaraların daha da derinleşir,” demişti… Oysa o bilmiyor ki
gecenin bu saatinde ellerimde açılan alkol yaralarından bana daha yakın, bana daha gerçek hiçbir şey yok…
Çünkü suçlu suçsuz yok artık bu hayatta… Kim haklı, kim haksız, bunun cevabı çoktan karıştı, bu karanlık
suların derinliğinde… Şimdi sadece bu kimsesiz rüzgâr okşuyor o sahipsiz yaralarımı… Suların
derinliklerinden gelen yankıları, yine sulardan gelen yankılar yanıtlıyor… Kimse onların ne konuştuklarını
anlamıyor… Ben seni anlamıyorum, sen beni anlamıyorsun… İnsanlar yol boylarında, iki üç kuruş kazanmak
için çocuklarını yakıyor… Arabalar durmuyor… Kimse durup bakmıyor onlara… Herkes birbirine, “Bitti mi
hayat, yaşamak bitti mi?” diye soruyor… Kimsesiz ateşler yanıyor şehrin uzaklarında… İnsanların önünden,
acelesiz, telaşsız yüzleriyle atlar geçiyor… Atlar, terk ediyor bu şehri… Atların bedeninden kanlar, incecik
kanlar sızıyor yollara…
Atların bedeninden sızan kanlar, bana söylediğin sözleri hatırlatıyor yeniden: “Öyle çok, öyle çok
yaralandım ki artık, ‘Seni seviyorum,’ cümlesini kimseden duymak istemiyorum… ‘Seni seviyorum,’ demek
benim için, ‘Seni yok etmek, seni mahvetmek istiyorum,’ anlamına geliyor ne zamandır…”
İşte o zaman, başımı o suların altına gömmek istiyorum… İşte o karanlık suların altında, adını söylemek
istiyorum… O karanlık suların altında, yüzünü görmek istiyorum… Dışarıda, o sonsuz bir kayboluş olan, o
durmadan biten, durmadan sesinde solan hayatın içinde değil, bu karanlık suların içinde… Havasızlıktan
ciğerlerim çatlarken söylemek, artık o bir daha duymak istemediğin cümleyi defalarca söylemek istiyorum:
“Seni seviyorum…”
Herkes konuşup dursa da çoktan modası geçmiş bu aşkın… Ömrüme ve tarihime sımsıkı sarılmak isterken,
çoktan tarih dışı kalmışım ben senin ömründe… Tutunduğum o son umudu, birileri çoktan yok etmiş
sende… Sevdikçe, sende bir boşluğu çoğaltmışım… Seni sevdikçe, kendi çölümde kendi boşluğumu
hazırlamışım kendime…
Ama yine de her sabah, seni sevmek için çölümden geri dönmüşüm… Seni bırakmamışım burada… Her
akşam döndüğüm çölüme, senden boşluk taşımışım… Öyle çok gidip geldim ki çölümden, yaşadığın şehre…
Artık çölümde benden çok boşluğun var, artık çölümde benden çok umutsuzluğun var… Şimdi ne zaman
kendime diye dönsem oraya, yüreğin kadar büyük bir yokluk açılıyor önüme… Şimdi o büyük boşlukta, yan
yana yüreklerimiz… İki anlaşılmaz, yalnız, iki tarih dışı yürek… Artık çok kalamıyorum beni ben yapan
çölümde… Duramıyorum orada… Dayanamıyorum boşlukta çarpan o iki yüreğe… Duyunca çıldırmak
istiyorum onların seslerini… Dışarı atıyorum kendimi hemen oradan… Çünkü çıldırmak istemiyorum senden
habersiz… Çıldırırken beni gör istiyorum… Delirirken fark et beni istiyorum… Kanıtlamak istiyorum sana,
sensiz olamadığımı… Yüreğin, o büyük boşluğun çölümde kalıyor, ben buraya, kaybolduğumuz şehre
dönmek istiyorum, sabahın ilk ışıklarıyla…
Buraya dönüyorum… Boşlukta kendine çarpan ve kendine durmaksın kanayan yüreğinin çölümde olduğunu,
oraya birlikte dönmemiz gerektiğini anlatmak için şehrine dönüyorum… Ellerimde giderek açılan yaralar ve
gözlerimde siyah gözlüklerle, artık benim için senden başka kimsenin yaşamadığı bu şehre dönüyorum…
Sana, bu şehirde yaşayamadığını kanıtlamak için dönüyorum… Sana, bu şehirde, sevgisizlikten ördüğün
duvarın ardında durmaksızın çürüdüğünü anlatmak için dönüyorum…
Sense burada, bu giderek çürüdüğün yerde kendine bir düzen kurmak istiyorsun… Yeni bir ev tutmak, yeni
eşyalar almak ve yeni arkadaşlar edinmek istiyorsun… Sevgisizlikten yanan gözlerini acıtmayacak ve
üzerinde melek resimlerinin olduğu gece lambaları almak istiyorsun… Öylesine inatçısın ki burada kendine
bir düzen kurmakta… Bir daha hiçbir sevginin, sevgi sözünün seni o korkunç boşluğa çekip götürmesini
istemiyorsun… Çünkü seni severek öylesine öldürmüşler ki sevgiden daha çok, kâğıttan meleklere
inanıyorsun artık…
Bahçendeki çiçeklere taktığın yanıp sönen ışıklara, o kimsesiz bıraktığın yüreğinden daha
çok inanıyorsun… Sen, çölümde kanayıp duran yüreğinden çok, bu düzendeki yerine güveniyorsun…
Yüreğinden çok, bu hayattaki başarılarına bağlanmak istiyorsun… Oysa masumiyetin o sahte, o öldüren
sevgi sözcükleriyle kirletilmeden evvel, yani asırlar önce, seni başarıların, yeteneklerin, bu hayattaki
kazandıklarınla değil, hep yüreğinle bilmelerini, yüreğinle kabul etmelerini isterdin insanlardan… Seni bu
hayattaki bilinen adınla değil, sadece ve sadece, o sevgiye susuz, sevgiden kabarmış, hasret dolu yüreğinle
sevmelerini isterdin onlardan…
Öylesine bağlıydın ki yüreğine, kazandığın her başarı, adına eklenen her
sıfat, edindiğin her kazanım, seni ondan uzak düşürecek diye kokardın kendinden… Korkardın, bu hayatta
geldiğin her yerden… Sezerdin olacakları, seni sevginden kopardıklarında, yüreğinden alıkoyduklarında seni,
sığındığın o kâğıttan meleklerin sana sadece ürküntü vereceğini çok öncelerden bilirdin…
Seni kendimden bile daha iyi tanımasam, döner miydim sanıyorsun buralara? Gösterir miydim yaralarımı,
ona buna? Seni senden iyi bilmesem, bu çağ dışı kalmış, bu neredeyse müstehcen hâle gelmiş sevgimi
dolaştırır mıydım, orada burada? Senden başka kimseyi tanımadığım bu şehirde, sana duyduğum bu sevgiyi
ona buna rezil eder miydim?.. Beni bu hâlde görenler, “Değmez bu kadar acı çekmeye,” diyorlar…
“Unutmaya çalış, güçlü ol… Ondan başka insan mı yok?.. Takılıp kalma ona, yürü git, mahvetme kendini,”
diyorlar… Oysa senden başka kimseyi tanımıyorum bu şehirde… Yaralarımdan kurtulursam nasıl
konuşabilirim ki seninle, unutup seni nereye gidebilirim ki?
Burada bir tek sen varsın, geceleri döndüğüm çölümdeki boşlukta, bir tek senin yüreğin kanar, o sadece sana çarpan yüreğimin yanı başında… Güçlü olmak mı? Nerede? Hiçbir şeyine inanmadığım, beni kimselerin gerçekten tanıyıp anlamadığı ve her şeyiyle yalan olan bu şehirde, kime karşı ve neden güçlü olacakmışım ki? Sana karşı mı güçlü olacağım? İçimdeki sevgini yenip senin efendin mi olacağım? Peki, o zaman nasıl dönerim, her gece çölüme?.. Nasıl bakarım,boşluğumda acıyla çırpınan o çocuk yüreğine; nasıl konuşur, nasıl sarılırım ona, sonsuz ve imkânsız bir aşkla?.. Hem hangi efendi sarılmış ki böyle bir aşkla kölesine?
Solgun sesin gökyüzüm olmuş, nereye gidersem gideyim, peşimden geliyor. Kalabalıklara girip çıkıyorum…
Her yerde aynı gürültü. Bitmiş bir hayatı tekrarlayıp duruyorlar… O yapay, birbirlerinden kaptıkları taklit
hüzünleriyle, şiirler okuyorlar birbirlerine… Durmaksızın yaldızlı sözcüklerle felsefe yapıyorlar… Birbirlerini
sözcük ırmaklarında boğuyorlar biteviye… Herkes biliyor oysa hayatın çoktan bittiğini ama yine de bunu
belli etmemeye çalışıyorlar… Sözcüklerinin arasında boşluk bırakmadan konuşuyorlar… Çünkü birdenbire
bir sessizlik olursa, hepsi birden düşecekler o boşluktan aşağıya… Durmadan konuşarak, durmadan gürültü
çıkararak birbirlerini o büyük boşluğun üstünde tutmaya çalışıyorlar… Aralarından biri o boşluğa düşerse
ansızın, bunu birbirlerine hiç belli etmemeye çalışıyorlar… Hemen unutmuş gibi yapıyorlar onu… Boşluğun
üzerini hemen kapamaya çalışıyorlar… Boşluğa düşenden söz edenler olunca, “Ne yapalım, kendi hatasıydı,
aşağıya çok baktı, bizden ayrı kaldı, inanmadı geleceğimize, zayıf bıraktı kendini,” diyorlar… İşte, ben böyle
bir akşam düştüm onlardan kendi boşluğuma… Bu şehirde senden başka kimseyi tanımadığım ve senden
başka her şeyin bana yabancı olduğu akşam bıraktım kendimi, o sahte sözlerden, korkulardan ve
kaçışlardan örülmüş gürültünün ortasından aşağıya… Telefondaki sesinin durmaksızın solduğu, hep solduğu
bir akşam bıraktım kendimi, o sonsuz çölüme… Acıyla ama düştükçe daha çok kendim olduğum, o boşluğa
doğru bıraktım…
Şimdi birileri konuyu bize getirdikçe, ilişkimizin yanlışlığından söz açıyorlar. Benim senin için her şeyi
bıraktığımdan, tutunmak istemeyişimden, bana verilen görevleri yapmayıp seni düşünerek içip
durduğumdan, giderek başarısız olduğumdan, seninse ayakta kalmak için çalışıp çabalamandan, iş yerinde
kazandığın başarılardan, aldığın ödüllerden, yeteneklerinden, bunun kaçınılmaz bir son olduğundan
bahsediyorlar… Benim düştüğüm o boşlukta kaybolduğumu, seninse bu hayata tutunup kazandığını
söylüyorlar… Durmaksızın dedikodumuzu yapıp, bizi kendilerince bir yere koyuyorlar… Oysa ne seni
tanıyorlar ne de beni…
Senin, o, sevgisizlikten örülü duvarlarının arkasında kendini nasıl özlediğini, kazandığın her başarı, aldığın her ödülde, bu hayatta tutunmuş göründüğün her şeyde yüreğinden, umutlarından, masumiyetinden biraz daha koptuğunu, ondan biraz daha uzaklaştığını… Senin, sadece ve sadece yüreğinle bilinmek, onunla anlaşılmak ve tanınmak istediğin yıllara durmadan hasret duyduğunu hiç bilmiyorlar… Benimse düştüğüm o boşlukta kendi çölümü bulduğumu ve her gece seni görmek, o kimselerin bilmediği yüreğine dokunmak için oraya gittiğimi hiç tahmin edemiyorlar…
Ve bazı günler, boşluğumdan yapılmış maskemle aralarına karışıyorum…
Bu dünyanın diliyle konuşuyorum onlarla, onların diliyle… İlgilerini çekecek şeyler söylüyorum… Beni dinliyormuş gibi yapıyorlar ama biliyorum ki hiç duymuyorlar beni… Aralarındayken, boşluğuma düşmemi hiç affetmiyorlar. Bilerek bu
hayata tutunmak istemeyişimi… Hatta onlara kendi boşluklarını hatırlattığım için, kızgınlık duyuyorlar
bana… Ama öylesine sahteler ki kızgınlıklarını bile belli edemiyorlar… Ördükleri o sahte dünyalarında, beni
yok saymaya çalışıyorlar sadece… Oysa dönecek hiçbir yerleri kalmamış onların… Dönecek bir çölleri bile
yok… Öylesine acı veriyor ki bana bu yapaylıkları, bu kendilerinden kaçışları…
Seni ben, onların arasından tanıdım, seni onların içinden sevdim… Şimdi sen, evinde, duvarlarının arkasında
yaşamaya çalışırken, ben biraz sonra çölüme doğru yola çıkacakken, bir zamanlar buradaki o çırpınan
hayatlarımız aklıma geliyor. Birden bir öfke nöbetine kapılıyorum… Buradaki o yaşamasız yıllarımız geliyor
aklıma; bizi hiç tanımadan, bir kez olsun anlamaya çalışmadan hayatımız hakkında konuşup yargıladıkları
için, sahip oldukları her şeyi kırıp dökmek istiyorum. Ama neyi değiştirir ki bu, onlara neyi anlatır ki? İşte o
zaman, o öfke patlaması birden gözyaşı fırtınasına yol açıyor… Ellerimle yüzümü kapatıyorum, gözyaşlarımı
görmesinler diye… Bu bile onların o sahte hayatlarını doğrulamama neden oluyor; onca yıl onların arasında
geçen ömrümüze ağlıyorum, oysa ben…
Beni yine zayıflıkla, güçsüzlükle suçluyorlar, oysa ben, gücümü bu zayıflıktan alıyorum, bu güçsüzlükten… Ve
sonra bırakıyorum yeniden boşluğuma kendimi… Yine geldiğim yere, çölüme dönüyorum… Sevdikçe
öldürülen yüreğine dönüyorum… Savaşın ortasında kaybolmuş bir çocuk gibi, kendine sarılan yüreğine…
Sen burada, bu hayatta kazandıkça, biraz daha tutundukça seni burada yüreğinle değil, adınla, geldiğin
yerle tanıyanların arasında bırakıp çölüme dönüyorum…
Biliyorum, seni ne zaman arasam, o durmadan solan sesinin ardından, “Beni arama artık,” diyeceksin, o
solan sesinin gerisinde hep şu sözler çınlayacak: “Ne olur, iyiliğimi istiyorsan arama, ‘Seni seviyorum,’
deme; çünkü bana, kim o sözü söylese, yıktı umutlarımı, o sözü kim söylese, beni mahvetti; söyleme o sözü,
dönmek istemiyorum o günlere, hiçbir şey hatırlamak istemiyorum o günlere ait, yeni yeni unuttum
kendimi…”
Sonra sesin giderek solacak ve beni kimseleri tanımadığım bu hayatta bir başıma bırakacak… Sonra sen yine
sabah erkenden kalkacak, gün boyu çalışmalarını sunacaksın müdürlerine… Akşam çok geç çıkacaksın iş
yerinden… Ertesi gün iş yerinin yemeği var; ona gideceksin… Bir sonraki gün iş yerinden arkadaşların
gelecek sana, onları evinde ağırlayacaksın… Verilmiş sözlerin var, gitmen gereken randevuların var… Sonraki
günler hep dolusun, hep dolu… Çünkü bu sana iyi geliyor, günlerini işlerle doldurmalısın ki o binbir güçlükle
unutmaya çalıştığın kendini hatırlamaya bir an bile vaktin kalmasın… Bir an için bile o boşluğa düşmek
istemiyorsun; çünkü düşersen, ne yapacak, nereye gideceksin ki?.. Kaç kez gidecek oldun, kaç kez yolunu
kaybettin… Kaç kez yıkılmış ve mahvolmuş bir şekilde bu hayatına geri döndün…
“İyiliğimi istiyorsan beni bir daha arama,” diyor, o solan sesin… Ama senin iyiliğini istedikçe, o sevgisizlikten
kanayan yüreğini daha çok kimsesiz bırakmış oluyorum… İyiliğini istedikçe, çölümde boşluğundan başka
yerim kalmıyor… İyiliğini istedikçe, kendime dünyanın en büyük kötülüğünü yapıyorum… Bak, insanlar yol
boylarında çocuklarını yakıyorlar… Arabalar, hızla geçiyor yanlarından… Arabalar durmuyor, kimse
durmuyor… Şehrin hızına karışıyor, çocukların çığlıkları… Onca gürültünün, onca sözün ortasında ansızın bir
sessizlik oluyor; o sessizlikte, “Hayat bitti mi, yaşamak bitti mi?” soruları duyuluyor en çok… Bu soruları
duymamak için herkes durmadan konuşuyor, durmadan gürültü yapıyor… Kimse bu soruların yanıtını
bilmiyor çünkü…
Gecenin bir vakti, atlar geçiyor insanların önünden… Nereden gelip nereye gittikleri bilinmeyen atlar…
Kimseye bakmadan geçiyorlar… Uzaklarda, çok uzaklarda, ateşler yanıyor… Şehrin gerçek sahipleri, o
kimsesiz ateşler artık…
Bu şehri terk edip giden atların bedeninden, incecik bir kan sızıyor yollara… Çölümü tamamen kaplıyor o
büyük yokluğun… Kaybolmuş yüreğin, çırpınıp duruyor o yoklukta… Dayanamıyorum onu görmeye… Artık
dönemiyorum çölüme bile… Sesin, durmadan soluyor…
Bu korkunç yalnızlıkta, sadece senin iyiliğini bekliyorum
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***