Cumhurbaşkanı Erdoğan, MİT’in (Milli İstihbarat Teşkilatı) İstanbul’daki yeni hizmet binasının açılışında yaptığı konuşmada “dış istihbaratta giderek genişleyen etki alanı sayesinde Türkiye’nin tüm platformlarda bölgesel ve küresel bir güç olarak yerini almaya başladığını” söyledi. Türkiye’nin çıkarları nerede vaziyet alınmasını gerektiriyorsa MİT’in hemen orada faaliyetlerini yoğunlaştırdığı dile getiren Erdoğan, Libya’da MİT’in sağladığı istihbari ve operasyonel desteğin oyun değiştirici role sahip olduğunu belirtti.
Erdoğan, ocak ayında MİT’in “kale” olarak adlandırılan Ankara’daki yeni hizmet binasının açılışında da MİT’in dış politikada operasyonel bir güç haline gelmesi sonrasında elde edilen “başarı”lardan söz etmişti.
Peki, gerçekten MİT’in etkin bir rol üstlenmesi sonrasında Türkiye dış politikada başarıdan başarıya mı koştu?
Ya da Libya’daki dengelere bağlı olarak elde edilen pozisyona bakarak Türkiye’nin dış politikada oyun değiştirici bir güç haline geldiği söylenebilir mi?
Elbette MİT’i yeni rejimin gücünü sembolize eden kurumlardan biri olarak gören Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları, iktidarının hayal ve emellerini tarif ediyor.
Ancak dış politikanın operasyonel bir gücü haline getirilmesi sonrasında MİT’in ve Erdoğan iktidarının bölgedeki hamlelerine ve bu hamlelerin yarattığı sonuçlara bakıldığında bir “başarı”dan söz etmek mümkün değil. Aksine Türk burjuvazisinin yayılmacı emelleri doğrultusunda yapılan müdahaleler ülkeyi daha geniş bir coğrafyada yeni tehdit ve açmazlarla karşı karşıya bırakıyor.
MİT’in dış politikanın operasyonel bir gücü olarak yeniden yapılandırılmasının temelleri 2006-2007’lere dayanıyor. O dönem MİT Müsteşarı olan EmreTaner, 2007’de MİT’in 80. kuruluş yıldönümü dolayısıyla yayımladığı mesajda “Uluslararası sistemde kuralların, başrol oyuncuları ve figüranların yeniden belirlendiği bir süreçten geçildiği”ni ve böylesi bir süreçte Türkiye’nin kendini “bekle-gör-tavır al” taktiği ile sınırlayan ve savunma pozisyonunda kalan bir yerde duramayacağını söylemişti. Taner’in açıklamaları, dünyada dengeler değişirken ülkedeki iktidarın da dış politikada ‘proaktif’ (yeni koşullar oluşturmak ya da mevcut koşulların seyrini değiştirmek için inisiyatif kullanma) bir pozisyon almaya yöneldiğini ve bu MİT’in de bu temelde operasyonel bir güç olarak yeniden dizayn edildiğini haber veriyordu.
Aynı yıl yapılan (5 Kasım 2007) Bush-Erdoğan görüşmesinde Türkiye’nin” bölgenin lider ülkesi” olarak tanımlanması, aslında proaktif dış politikanın ABD emperyalizminin bölge politikalarının taşeronluğunda-özellikle 2003’teki Irak müdahalesi sürecinde Türkiye’den cephe açılması için meclise sunulan tezkerenin reddedilmesinin pişmanlığının da etkisiyle- daha “cesur” davranmak olarak anlam kazandığını gösteriyordu. Bu politika, 2009’da Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı yapılmasıyla daha da belirginleşmişti. “Bölgesel liderlik” adı altında emperyalistlerin taşeronluğu yapılarak Türkiye, dün Osmanlı’nın egemen olduğu topraklarda yeniden söz sahibi haline gelecekti!
İşte bu dönemden sonra MİT de bu politikanın operasyonel gücü olarak öne çıkacaktı.
Ortada Erdoğan’ın söz ettiği gibi bir ‘başarı’nın olup olmadığı sorusunun yanıtını verebilmek bakımından bu dönem boyunca MİT’in operasyonel bir güç olarak öne çıktığı olayları kısaca hatırlamak gerekiyor.
Türkiye’deki iktidar, Saddam sonrasında Sünni güçleri destekleyerek Irak’ta etkin bir pozisyon almaya çalıştı. Ancak Şii Başbakan Maliki’ye karşı desteklenen Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Irak İslam Partisi lideri Tarık el Haşimi, ülkedeki birçok provakatif saldırı ve katliamdan sorumlu tutulup mahkûm olunca MİT’in “başarısı” Haşimi’yi Türkiye’ye kaçırmaktan ibaret oldu!
AKP-Erdoğan iktidarının ülke ve bölgedeki (Ortadoğu) itibarını arttırmaya yönelik bir hamle olarak anlam kazanan Erdoğan’ın Dünya Ekonomik Forumu’nda İsrail Başbakanı Şimon Peres’e “one minute” çıkışından sonra Mayıs 2010’da MİT’in bilgisi dahilinde Gazze’ye yardım için bir filo yola çıkmıştı. Bu yardım filosunda yer alan Mavi Marmara vapuru İsrail askerlerinin saldırısına uğradı, saldırı sonucu 10 kişi öldü ve 60 kişi yaralandı. Ancak Erdoğan iktidarı, Mavi Marmara vapurunda yakınlarını kaybeden ailelerin tepkilerine rağmen 2016’da “özür” ve “tazminat” karşılığında İsrail ile anlaşma imzalandı. Mavi Marmara olayı da MİT’in dış politikadaki başarısızlıklarından biri olarak yer aldı.
Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki Barzani yönetimi ile ABD ekseninde ilişki ve işbirliği geliştiren iktidar, bu temelde PKK’nin silahsızlandırılmasını sağlayacak bir çözüm için Oslo sürecini başlatmıştı. Ancak Oslo’da PKK ve MİT arasında yapılan görüşmelerin 2011’de basına sızdırılması, MİT’in bir başka başarısızlığı olarak tarihe geçti.
Yine Suriye’de işbirliği yapılan cihatçı gruplara tırlarla taşınan silahlar, iktidarın üstünü örtme çabalarına rağmen MİT’in uluslararası alanda tartışma konusu haline gelmesine yol açmıştı-ki, Erdoğan’ın Mayıs 2013’teki ABD ziyaretinde Obama ile yapılan görüşmede MİT Müsteşarı Fidan’ın söz alma girişimi “Suriye’de radikallerle ne yaptığınızı biliyoruz” diyen Obama tarafından kesilmişti.
Haziran 2014’te Türkiye’nin Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz’ın da aralarında olduğu 49 kişinin IŞİD tarafından rehin alınmasını da MİT’in ‘başarı’ hanesine yazmak gerekiyor! Erdoğan iktidarının Irak’ta MİT’in aktif rol üstlendiği bir diğer başarısızlığı da Başika Kampı’nda eğitilen Sünni güçler (Haşdi Vatani) üzerinden 2016’da başlayan Musul operasyonuna katılma girişimiydi.
MİT’in bölgede böylesine aktif olduğu bir dönemde Reyhanlı’dan başlayarak Diyarbakır, Suruç, Ankara (10 Ekim), Reina, Gaziantep gibi yaşanan birçok katliam da bu politikadan bağımsız düşünülemez.
Son olarak, Erdoğan’ın açılışta sözünü ettiği Libya’daki duruma bakalım. Türkiye’deki iktidar gerçekten iddia edildiği gibi oyun değiştirici bir role mi sahiptir?
Aslında burada da emperyalistler arasındaki çelişkiye ve emperyalistlerin birbirlerini dengeleme politikasına (ABD ve NATO, Rusya’nın pozisyon kazanmak istemesine karşı Türkiye’deki iktidarı destekliyor) bağlı olarak gerçekleşebilmiş sınırlı bir müdahale vardır. Ancak bütün aksi iddialarına rağmen Türkiye’deki iktidar ne askeri, ne siyasi ve ne de ekonomik olarak Libya’nın geleceğini belirleme kapasitesine sahip değildir. Aksine buradaki müdahalenin de Türk burjuvazisinin yayılmacı emelleri doğrultusunda emperyalistler arasındaki çelişkiye bağlı olarak pozisyon tutma ve paylaşımdan pay kapmaya çalışmanın ötesine gitmesi olanaklı görünmüyor.
Bitirirken bir kez daha belirtelim: Elbette Erdoğan, iktidarının ve temsilcisi olduğu tekelci burjuva gericiliğin yayılmacı emellerini canlı tuttuğu için MİT’in aktif dış politikasını ve bu temelde gerçekleştirdiği müdahaleleri övebilir. Ancak geçen bunca yıl sonra arkaya dönüp bakıldığında bu politikanın bu ülkede yaşayan halkların ne huzur ve güvenine ve ne de refahına zerrece katkısı olmadığı; aksine yeni tehdit ve sorunlara yol açtığı açıktır.
O yüzden iktidar ve çıkarlarını temsil ettiği burjuva gericilik istediği kadar ‘başarı’dan söz etsin; MİT’in aktif dış politikasının bu ülkede yaşayan halklardan ‘geçer’ not alması mümkün değildir!
Yazar: Yusuf Karataş
Kaynak: Evrensel
Reklam