AHMET KURUCAN | YORUM
İki gün önce Ramazan iftarında, Türkiye’de sırf Hizmet Hareketi’ne mensubiyetinden dolayı nice zulümlere maruz kalmış bazı dostlarımızla birlikteydik. Bir masa etrafında, kadınıyla erkeğiyle aynı zulmün mazlumu olan bu masum insanlar bir araya gelince, söz ister istemez maziye kayıyor.
Herkes yaşadıklarını anlatıyor. Hapishane hatıraları, Meriç ve Irak yolculukları, iltica süreci, hayata tutunma çabaları, eş ve çocuklardan yıllarca ayrı kalmalar, yeniden kavuşmalar ve daha neler neler…
Görebildiğim, hissedebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla yaşananlarda pişmanlık yok, keşke demek yok, kadere isyan yok, fakat üzüntü, keder ve hasret var. Bu zulüm karanlığı içinde iradeleri parlıyor. Yeni bir hayata tutunmak ve ruhlarının ilhamlarını başkalarına ulaştırmak için azimleri var, iradeleri var. Hayallerini ana vatanlarında değil, burada gerçekleştirme gayreti var.
Konuşmalarımız esnasında beni en çok üzen şeylerden biri, bu zulümlerin bireysel, üç-beş kişiyle ya da bir cemaatle sınırlı olmayıp, bir milletin talihine vurulan darbeler olmasıydı. Eğer bir adım geri atıp, 22 yıllık maziye halkanın dışına çıkıp bakabilirseniz, bu büyük resmi çok net görebiliyorsunuz. Her biri eğitimli, tecrübeli, yaşı kemale ermiş, sosyal ve iktisadi hayatın belli kademelerini aşmış bu insanlar aslında sadece bir prototip.
Beni teselli eden tek beyan ise Efendimiz’in (sas) şu hadisi oldu: “Nasılsanız, öyle idare olunursunuz.”
Demek ki diyorum ve üç nokta koyuyorum… Gerisini sizin engin basiretinize havale ediyorum.
Derinden sarsıldığım bir başka şey ise bir dostumun hapishanede yazdığı şiiri okuması oldu. Ekran görüntüsü de var. Hapishane ortamında bulabildiği bir kâğıdı ve kalemi eline almış, içini dökmüş, hasretini seslendirmiş. Yıllardır erdemi ve faziletiyle gözümde büyüyen, ne iş olursa olsun yılmadan çalışan o fadıl insan bakın ne demiş:
“Mahpus damında geçirdim sonbahar ve kışı
Bir türlü dinmedi gönlümdeki hasret denen bu sızı
Vücuduma vururken önceden gecenin ayazı
Gönlüme mahreç ve ferec oluyor şu gece namazı.
Kaderime öyle yazılmış demek ki yazılan yazı
Rabbimin takdirine bu aciz kulu razı
Şikayet etmez, sadece Yaradan’a geçer nazı
Hayırlısıyla en kısa zamanda hürriyete vuslattır niyazı.
Gözlerim dolup duruyor bazı bazı
İnşallah çoğu gitti azı kaldı
Avluyu aydınlatırken seher yıldızı
Allah’a havale ettim özgürlüğümü çalan hırsızı.”
Doğru mu iftar sofrasında bunları konuşmak? Unutmak en iyisi değil mi? Meselenin psikolojik boyutunu uzmanlarına havale ediyorum ama bu soruya benim cevabım şu: Eğer bu insanlar travma ve sonrasındaki stres bozukluklarını aştılarsa, hayata bir şekilde tutunabildilerse, evet, konuşmak doğru. Gördüğüm manzara şuydu, onların bunları konuşması yaşadıklarını kabullendikleri anlamına gelmiyor, geçmişin derin yaraları geleceğe ümitle bakmayı engellemiyordu. Aksine mücadele azimlerini tetikliyordu.
Zor değil mi bu? Elbette zor. Hem de çok zor. Ama başka çare var mı? Hayat devam ediyor. Hep tekrar ettiğim bir cümle var: Hayat geçmişe doğru değil, geleceğe doğru yaşanıyor. Zaman üç boyutlu: dün, bugün ve yarın. İnsan dününden ders almalı, yarınını planlayıp bugünü yaşamalı.
Şunu söyleyebilirim: Tarih, bu insanları karşılaştıkları her türlü ıstıraba rağmen hak ve hakikatin savunucusu olarak sayfalarına kaydedecek. İnsani duruşlarından, temel hak ve özgürlüklerinden vazgeçmeyişlerinden, İslamî ve ahlakî pozisyon alışlarından bahsedecek. Kim bilir, belki de gelecek bu insanların direnişleri üzerine inşa edilecek.
Ya haksızlık karşısında susanlara, zulme ve zalime “evet” deyip yalakalık yapanlara ne olacak? Onlara ise tarihin utanç sayfalarında yer verilecek ve üzerlerine ‘dilsiz şeytan’ damgası vurulacak.
Teşekkürler dostlar. Sizlerle tanışmak bizim için büyük bir şerefti.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***