“Her şeyi tarihselleştir” buyruğunun Türkçe kültürde hakkını vermek, gereğini yerine getirmek nispeten zor. Ama materyalist olduğumuzu öne sürüyorsak bunun yollarını bulmamız gerekiyor.
Birinci engel olarak karşımıza alfabe değişikliğinin çıktığı düşünülebilir. Oysa sağcılar neredeyse yüz yıldır başka hiçbir şey yapmıyor, eski harfli metinleri Latin alfabesine aktarıyorlar. Bütün sorunlarına (yanlış okumalar vs) ve hâlâ çok eksik bulunmasına rağmen, geçmişte üretilmiş metinlerin önemli bir kısmına Arap alfabesini bilmeden de erişmek mümkün. İkinci engel eski metinlerin dili. Türkoloji (ve belki tarih) bölümleri bile aslında o dili tam olarak anlamamızı sağlayacak bir eğitim vermiyor (amaçları buydu ama o işlevi yerine getiremiyorlar, daha ziyade öğretmen yetiştirmeye bakıyorlar, ama onu ne kadar becerdikleri meçhul). Yine de okumayı bilen azimli biri bir süre sonra gerek Eski Türkçe gerekse Osmanlıca metinlere nüfuz etmeyi başarır.
Bu engel ya da kısıtlamaların rolü olmakla birlikte, tarihselleştirmeye başka bir direncin olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu, tarihselleştirme ihtiyacı duymuyor olmak gibi genel bir eğilim olduğunu. Sosyal bilimlerin, genel olarak felsefenin güncel teori ve bilgilerine erişenler, bu alanlarda iyi kötü çalışmalar yapanlar, günümüzü anlamak için Batı’da üretilen teorinin yeterli olduğunu varsayma eğilimindeler. Bizde örneğin modern cinsel normalliğin kuruluş ve işleyişini kavramak için geçmişe gidenler oluyor elbette, artık bunu yapabilenler var, ama aynısını kültürün diğer alanlarında göremiyoruz (en azından ben rastlamıyorum). Geçmişte iktisat tarihi için yapılan çalışmaların benzerleri bugün yapılıyor mu bilmiyorum.
Özgül tarihe eğilmek gerektiğini söylüyorum ama bununla buralara dair bir istisna iddiasında bulunmuyorum. Milliyetçi bir özgüllük değil kastım. Tarihin hemen her yerde farklı tempolarda olsa da benzer şekilde tezahür ettiği varsayımından şüphe etmek gerektiğini söylemek istiyorum daha ziyade.
“Her şeyi tarihselleştir”in kapsamı öncelikle kültürdü. Batı’da bu tür çalışmalar belli bir doygunluğa ulaşmış, ölümden güzelliğe nice şey tarihselleştirilmiş olsa bile, buralardaki/buralara dair çalışmaların aynı düzeye vardığını söyleyemeyiz: Delilik gibi örneği iyi bilinen alanlarda tek tük çalışmalar çıkıyor görebildiğim kadarıyla.
İkinci bir sorun, tarihselleştirme çalışmalarının daha ziyade yakın tarihe yönelmesi: 20. yüzyıl başına, çok çok 19. yüzyıla gidiliyor. “Erken modern” denen döneme bakanlar az; modernlik öncesine uzanan çalışmalarsa, muhtemelen dil bariyerinin etkisiyle, iyice az. Hal böyle olunca bugünle kontrast için bakılacak uzak geçmiş, muhayyel bir Sünni-İslami tarih, ya da daha geriye gidildiğinde ayrıntıları pek bilinmeyen bir İslam öncesi tarih olarak tasarlanıyor. Örneğin Oğuzların İslamdan önceki yaşamıyla sonraki yaşamı arasında ne gibi farklar olduğunu pek bilmiyor; resmi, milliyetçi-muhafazakâr eğitimin telkin ettiği varsayımlarla, öncesinde de tektanrılı oldukları için çok şeyin değişmediği kabulüyle idare ediyoruz. Dahası, sağın 20. yüzyıldaki muhayyilesinden çıkma birtakım modern mitler (diyelim ki bozkurt) tarihin kendisiymiş gibi kavranıyor yaygın olarak. İslam öncesi tarihe ulaşmak için eldeki belgesel malzemenin sınırlı olması bir sıkıntı elbette, ama eldeki belgeler üstünde kazı yapmaya da pek girişmiyoruz.
Bunun bir sebebi geçmişin, tarihin, buralarda sağın malı olarak görülegelmesi. O malzemeye eğilmeye kalkmak konuşanı sağa konumlandırır diye hissedilmesi. Örneğin Dede Korkut’u Beowulf ya da Chanson de Roland gibi bir destan malzemesi olarak siyasal iktisat veya kültür tarihi açılarından didiklemek ya nadiren aklımıza geliyor ya da buna cesaret dahi edemiyoruz. Psikolojik, ideolojik engellerin ötesinde asıl sorun anlama isteğinin eksikliği, tarihsel “hakikat içeriği”ne ulaşma, yani biçimlerin üretim ilişkileriyle bağlantısını kurma ihtiyacı duyanların sayısının az olması. Daha büyük, daha geniş kapsamlı “akademik” sorunlarla bağlantılı elbette bu. Yine de akademiden bağımsız bir entelektüel alan varsa, olabiliyorsa, orada bu tür araştırmalara yer açılabileceği düşünülebilir, umulabilir.
Peki tarihselleştireceğiz ne de olacak? Birincisi, tarihsel önkabullerimizi fark etmemizi ve dolayısıyla “Türk ideolojisi”ni keşfetmemizi sağlayabilir. (Sahi Fransız ideolojisi kendi tikelliğini evrensel/tümel diye karşımıza dikmekse Türkünkü nedir?) İkincisi, en parlak örneklerine bakarsak “bugünün, şimdinin tarihi”nin nasıl yazılabildiğini görüyoruz. Sonuçta “biyopolitika” teşhisi ve analizi, arkeolojinin ürünü olan soybilim sayesinde mümkün oldu. Her şeyin her şeyle eşitlenmesi sonucunda bugünün tarihi daha az tikellik içeriyor olabilir ama henüz yekpare bir evrensel kültür oluştuğunu da söyleyemeyiz. Dolayısıyla bu tür çalışmalar kapitalizmin burada nasıl tezahür ettiğine, edeceğine dair içgörüler kazandırabilir bize.
Kısacası, her şeyi tarihselleştirmek için (en geniş anlamıyla) filoloji ile tarihi, özellikle iktisat tarihi ile (yine en geniş anlamıyla) kültür tarihini bir araya getirmeye gayret eden çalışmalara ihtiyacımız var. Bizdeki filolojinin etimolojiye ilgisi büyük olsa da henüz tam bir başvuru kaynağı ortaya çıkmadı. Tarihsel anlambilim konusunda ise yapılacak çok iş var hâlâ. Tersinden düşünmek de mümkün: Tarihselleştirme çalışmaları filolojiye katkıda bulunabilir, bu tür çalışmalara bu nedenle de ihtiyaç var. Bugünün tarihine gelirsek, görünenin aksine, iş daha zor orada: Malumu ilam etmekle yetinmeyen bir sosyolojiye de ihtiyaç var.
Kocaman bir araştırma programından söz ettiğimin farkındayım. Kurumsal bir çölde bir serap bu elbette, ama heves edip çalışanlar küçük vahalar çıkarabilir ortaya.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***