M. NEDİM HAZAR | YORUM
Jessie Nelson’un (senaryosu da ona aittir) güzeller güzeli ‘Benim Adım Sam’ (2001) isimli filmini izleyenler bilirler. Zeka yaşı 7 yaşındaki bir çocuğunkine eşdeğer olan Sam Davson’un hayatta sahip olduğu tek şey şirin ve zeki kızı Lucy’dir. Ancak devlet, “Bu zekayla bu kıza bakamazsın!” diyerek çocuğunu elinden almak istemektedir. Sam, mahkemede hakimleri perişan eden şöyle cümleler sarf eder; “Evet aptal olabilirim ama kimse Lucy’e benim kadar sevgi veremez!”
Sosyal medyada takip ettiğim bazı hesaplar var, her biri apayrı ve inanılmaz kahramanlık hikayesi barındırıyor. Genellikle de otistik çocuğu için inanılmaz mücadele veren anneler bunlar. Babaları asla küçümsemek istemem ana sanırım anne sevgisi yeryüzündeki ölçümlenemeyecek olan biricik bir değer.
Ege’nin, Artun’un hikayesinde muazzam bir başarı ve daha da muhteşem anneler var!
Tabii ki niyetim girizgahı uzatmak değil. Ancak, özellikle de zihinsel engelli çocuğu olan tüm aileleri kahraman olarak gördüğümü özellikle belirtmek isterim.
Otizm, Asperger, Dyspraxia, Mental Retardasyon, Tourette gibi pek çok türü var bu engellilik çeşidinin.
Birazdan size bahsini edeceğim Netflix Dizisi bununla alakalı olduğu için biraz detaya girmenin iyi olacağını düşündüm. Bir kavram daha var. Bir fenomen daha doğrusu. İsmi Kodokushi, orijinal yazımı “孤独死” şeklinde, çünkü Japonya kökenli bir kavram.
Kodokushi, Japonya’da giderek artan bir sosyal sorun olan “yalnız ölüm” veya “yapayalnız ölüm” anlamına gelen bir terim. Bu terim, özellikle yaşlı insanların evlerinde tek başlarına ölmesi ve cesetlerinin günler, haftalar, hatta bazen aylar sonra bulunması durumunu tanımlıyor.
İnternetteki herhangi bir arama motoruna bu kelimeyi yazarsanız pek iç açıcı görsellerle karşılaşmazsınız, onu söyleyeyim bir kere!
Bu fenomen aslında, Japonya’nın yaşlanan nüfusu, değişen aile yapıları, artan bireyselleşme ve zayıflayan toplumsal bağlar gibi çeşitli sosyal ve demografik faktörlerle ilişkili olarak tanımlansa da aslında tüm dünyanın bir ortak meselesi.
Bahsini edeceğimiz dizi ise merkezine bu fenomeni alıyor. Hadi Türkleştirelim: Yalnız ölenlerin hikayesi var Move To Heaven’da. Dizinin ismini Türkçeye “Cennete yolculuk” ya da “Cennete Göç” gibi çevirmek yanlış olmaz sanırım.
Hikayenin odağında bir baba oğul var: Jeong-u ve Han Geu-Ru… İlk bölümlerde bu ikilinin hikayesine çok aşina olmuyoruz ama bölümler ilerledikçe bambaşka detaylar ile normal bir baba-oğul olmadıklarını anlıyoruz. Oğul Geu-Ru, 20 yaşında Asperger sendromlu bir genç. Tek başına hayatını idame ettiremeyecek görüntüsü veriyor bu dahi çocuk. Çünkü koruma kalkanı olmadan çağdaş dünyada tuz buz olması çok büyük ihtimal.
Ancak daha da ilginç olan ise bu baba-oğulun yaptıkları iş. Bir tür “Travma Temizleyiciliği” yapıyorlar. Yani Necip Fazıl’ın Otel Odaları şiirinde bahsini ettiği “Ağlayın aşinasız, sessiz can verenlere” yalnız insanların bencileyin sonradan duyulan ölümleri sonrasında bulundukları mekana gelip temizlik yapıyorlar. Move To Heaven da şirketlerinin ismi aslında.
Başlarda bu ikilinin hayatı dengede giderken ani bir kırılma yaşanıyor ve hastalığını oğlundan gizleyen baba kalp sektesinden hayata veda ediyor. İşte tam bu esnada hikayemize yeni bir karakter giriyor. Arızalı üvey amca… Ölen baba, oğluna vasi olarak hapisteki kardeşi, her türlü olumsuzluğu şahsında barındıran Cho Sang Gu’yu tayin ediyor. Bu iki zıt karakterin nasıl beraber yaşayacakları ise tüm bir muamma. Arızalı ve sabıkalı kardeş ise, ağabeyinin mirasından yararlanabilmek için en az üç ay problemli yeğenine katlanmak zorunda.
Kore insanına ne kadar yakın olduğumuzun adeta ispatı olan bu dizi, hemen her bölümüyle insanı bambaşka duygu denizlerine sürüklerken, ölüm gibi soğuk bir kavramı sıcacık bir hale getiriyor, tabiri caizse!
Ya da isterseniz daha teknik bir tarzda aktarayım size…
Ekranların sürekli değişen ve genellikle bir çöplüğe dönen yapısı içerisinde, insan ruhunun derinliklerine dokunma yeteneğine sahip olan belirli diziler öne çıkabiliyor. “Move to Heaven” tastamam bu dizilerden biri. Netflix’te yayınlanan bu Güney Kore dramasında, hayat, ölüm, aile ve insan ilişkilerinin sıklıkla göz ardı edilen inceliklerini ele alan temalar işleniyor. Film sıradan insanların gözünden hem uyandırıcı hem de yürek burkan bir anlatı örüyor.
Bahsini ettiğimiz gibi dizi, Asperger sendromu olan genç bir adam olan Han Geu-Ru ve babası Jeong-u etrafında dönüyor ve birlikte bir travma temizleme işi olan “Move to Heaven” işletiyorlar. Bu benzersiz iş, ölen kişilerin eşyalarını düzenlemek ve geride bıraktıkları alanları temizlemekten ibaret. Ancak dizi, bu işin lojistiğinden çok daha derinlere inerek, hayatını kaybeden kişilerin hikayelerini ve hayatlarını açığa çıkarıyor. Geu-Ru’nun detaylara gösterdiği titizlik ve Jeong-u’nun işine olan saygısı ve evladına olan şefkatli yaklaşımı, ölenlere ve onların tarihlerine duyulan derin saygıyı vurguluyor.
“Move to Heaven”, genelde Japonya ve Kore’de artan bir fenomen olan yalnız ölümler, yani insanların yalnız başına ölüp uzun süre fark edilmeden kalmaları konusunu ele alırken, bu karanlık gerçeği ön plana çıkararak izolasyon, yaşlanan nüfus ve insan bağlantılarının kırılganlığı gibi toplumsal sorunlara ışık tutuyor. İzleyicileri, toplulukların önemini ve yalnız yaşayan bireylerin sıklıkla görünmeyen mücadelelerini düşünmeye zorluyor.
Dizinin çarpıcı yönlerinden biri, Geu-Ru’nun durumunun tasvir edilme şekli. Medyanın nöroçeşitli karakterleri sıklıkla sansasyonelleştirip yanlış tanıtmasına karşılık, “Move to Heaven” Geu-Ru’yu hassasiyet ve doğru bir perspektiften ele alıyor. Kahramanın durumunu ne yüceltiliyor ne de önemsizleştiriliyor; bunun yerine, kimliğinin bir parçası olarak sunuluyor, etkileşimlerini ve bakış açısını etkiliyor ancak tüm varlığını tanımlamıyor. Bu nüanslı tasvir, otizm spektrumundaki bireyler için daha büyük bir anlayış ve empati oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Dizi ayrıca Geu-Ru ve amcası Cho Sang-gu arasındaki ilişki dinamiklerini de esaslı ama gizli bir gerilimle işlemeyi başarıyor.Baba Jeong-u’nun ani ölümü sonrası Geu-Ru’nun vasisi olan Sang-gu, başlangıçta kaba ve umursamaz olarak tasvir edilirken, dizi boyunca önemli bir karakter gelişimi gösteriyor, epeyce değişime uğruyor. Malum, bir dramadaki karakter değişimi anlatıya en çok lezzet veren unsurların başında gelir. Geu-Ru’nun hassas ve metodik yapısı ile Sang-gu’nun kaba tavırları arasındaki zıtlık, sevgi ve kabulün dönüştürücü gücünü vurgulayan etkileyici bir kontrost oluşturuyor. Gelişen bağları, iyileşmenin ve büyümenin en beklenmedik ilişkilerden doğduğunu gösteriyor.
Öte yandan dizinin görsel hikaye anlatımı olağanüstü. Her bölüm, renklerin sembolik kullanımı ve Geu-Ru ve ekibinin gözden geçirdiği dikkatle seçilmiş nesneler dahil olmak üzere titizlikle hazırlanmış hissi veriyor. Bu görsel unsurlar sadece dekoratif değil; hikaye anlatımını güçlendiren ve karakterlerin yaşamları ve duyguları hakkında bilgiler veren anlatı araçlar. Bu rafine yaklaşım, diziyi zengin ve sürükleyici bir deneyim haline getirmekte.
Bununla beraber dizi, temposu ve anlatı yapısıyla da öne çıkıyor. On bölüm sıkı bir şekilde dokunmuş olup, her biri genel temalara katkıda bulunurken aynı zamanda güçlü bireysel hikayeler olarak da ayakta duruyor. Bu episodik format, ölen kişilerin yaşamlarına derinlemesine dalışlar yapmaya imkan tanırken, evrensel sevgi, kayıp ve kurtuluş temalarıyla yankılanan dokunaklı kesitler sunuyor. Episodik hikaye anlatımı ile sürekli bir anlatı arkı arasındaki dikkatli denge, izleyicilerin ilgisini ve duygusal yatırımını sürdürmesini kolaylaştırıp kahramanlarla bütünleşmesini sağlğyıor.
“Cennete Göç”, aynı zamanda duygusal derinliği tamamlayan müzik tercihleriyle de çok başarılı. Hüzünlü melodiler ve neşeli tınıların karışımı, anlatının duygusal zirvelerini ve düşüşlerini vurgulamakta oldukça başarılı. Müzik, anlatıya ek bir katman ekleyerek, kelimelerin tek başına yakalayamayacağı duyguları uyandırır nitelikte. Bu düşünceli müzik entegrasyonu, dizinin genel etkisini artırarak gerçekten çok duyusal bir deneyim haline getiriyor.
Dizinin bir muhteşem yönü daha var. Travma ve iyileşme konusundaki keşfi de oldukça dokunaklı. Temizlik ve düzenleme eylemi aracılığıyla, Geu-Ru ve ekibi sadece ölenlerin ailelerine kapanış sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda kendi iyileşme yollarını da buluyorlar. İşlerinin bu terapötik yönü, kederle yüzleşmenin ve onu işlemenin önemini vurguluyor. Böylelikle anlatılan tüm geçmişi anlayıp kabul ederek bireylerin huzur bulabileceğini ve ilerleyebileceğini vaat ediyor.
Ezcümle, “Move to Heaven” geleneksel televizyon hikaye anlatımını aşan ustaca işlenmiş bir dizi. Özellikle hayat ve ölüm üzerine derin bir keşif sunarken, zengin geliştirilmiş karakterleri, nöroçeşitliğin hassas tasviri ve toplumsal sorunların korkusuzca incelenmesiyle, dizi izleyicileri kendi hayatları ve ilişkileri üzerine düşünmeye davet ediyor ve bu yönüyle de sadece izlenecek bir dizi değil; ekran karardıktan çok sonra hissedilecek ve üzerinde düşünülecek bir deneyim olarak müstesna bir yere oturuyor.
Bu muhteşem yapımı kaçırmamanızı salık veriyorum.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***