YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Cumhuriyet kavramı, siyaset biliminde egemenlik meselesine atıfta bulunan teknik bir terim. Monarşilerin monark üzerinden tanımladığı egemenliği, post-monarşiler halk egemenliği üzerinden tanımladı. Bu bir zorunluluktan kaynaklandı. Monarkın olmayacağı bir ülkede, monark egemenliğinin doğal olarak başka bir bağlama taşınması gerekiyordu. Monark egemenliğinin bir başka bireye nakli yeni bir monark ve yeni bir monarşi anlamına geleceğinden, egemenlik soyut bir “halk” mevhumuna nakledildi ve egemenliğin halk adına küçük bir elit grup tarafından kullanılmasının önü açıldı. Cumhuriyet böylece monarşik devletin zıddı oldu.
Fakat monarşilerin zıddı olan cumhuriyet, her ne kadar bir kategori de olsa, bu kategori, kategoriye giren cumhuriyetlerin birbirlerinden çok farklı özellikleri haiz olması gerçeğini değiştirmez. Tek başına cumhuriyet olmak, o devletin rejimine ilişkin fazla bir belirlemede bulunmuyor. Bir devletin cumhuriyet oluşu onun politik sistemini / rejimini, devlet mimarisini, politik yönelim ve değerlerini, tercihlerini, özelliklerini doğrudan belirlemez. Dolayısıyla cumhuriyet kavram kategorisi içinde birçok farklı rejimsel özellik olabiliyor. Diğer bir ifadeyle cumhuriyet olmak beraberinde standart bir takım rejimsel özellikler getirmiyor. Cumhuriyetler içerisinde liberal demokratik, otoriter, faşist, komünist, teokratik vs. rejimler olabiliyor. Kuzey Kore, İran, Almanya birer cumhuriyet, ancak rejimleri taban tabana birbirlerinden farklı!
Türkiye, kendi özel tarihi koşullarında kurulmuş bir cumhuriyet, ancak salt cumhuriyet olma haliyle devletin rejiminin ne olduğu konusunda fazla bir fikir edinilmesi olanaklı değil. Önemli olan, cumhuriyeti liberal demokratik, evrensel insan haklarına dayalı bir hukuk devleti yapabilmektir.
Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus devlet inşası hedefliyordu. Bu yönde bir yönelim esasen İttihat ve Terakki dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nda başlamıştı. İttihatçılar Osmanlı devletinin parçalanmasına engel olmak istemişlerdi. Bunu başarmak için Osmanlı’nın denediği “üç tarz-ı siyasetin” her üç stratejisinden de yararlanmaya çalıştılar. Fakat Osmanlı kimliği üzerinden Osmanlı etnik unsurlarını bir arada tutmak mümkün olmadı. Bunun üzerine İslam/ümmet kimliğini operasyonel hale getirerek Müslüman Osmanlı topluluklarını bir arada tutmaya yöneldiler. Ancak bu da Balkan Müslümanlarının ve Arapların benimsememesi yüzünden işlemedi.
Sonuçta geriye üç tarz-ı siyasetin etnik milliyetçilik kimliği kaldı. İmparatorluğun son yılları etnik-homojen bir millet yaratmakla geçti. Bu çok patolojik strateji Ermeni Soykırımı, Rum Soykırımı ve Süryani Soykırımı başta olmak üzere, bir dizi yanlış siyasetle sonuçlandı. Buna karşın, İttihatçıların “daha büyük bir imparatorluk” hayali, Osmanlı’yı “kaybedilen toprakları geri almak” ve “Türk topluluklarının yaşadığı Turan illerini fethetmek” gibi maceracı ve tehlikeli bir siyasi yönelime soktu. Bu uğurda Birinci Dünya Savaşı’na girildi ve sonuçta Osmanlı İmparatorluğu bu savaşı kaybetti ve çöktü.
Kemalistler cumhuriyeti böyle bir miras üzerine kurdu.
1923 yılında Anadolu büyük oranda Türkofon ve Kürdofon nüfuslardan oluşmaktaydı. Kürtler azınlıktaydı ve siyasi olarak etkisizlerdi. Kemalist hareket İttihatçıların devamı olan kadrolardan oluşuyordu. Birçok ileri gelen Kemalist – Mustafa Kemal Atatürk de dâhil – oynadıkları rolün büyüklüğüne veya küçüklüğüne bakmaksızın, İttihatçı geçmişe sahipti. Özellikle etno-Türkçü nasyonalizm konusundaki fikirleri İttihatçılardan alınmaydı.
İktidarlarını sağlamlaştırdıklarında İttihatçıların Anadolu’da etnik temizlik yaptığı gerçeğini reddettiler. Dahası etno-homojen bir ülke yaratmak için Kürtlerin asimilasyonu stratejisini benimsediler. Yani İttihatçıların seçtiği politikayı aynen devam ettirdiler. Bu politikanın temeli Kürtlerin varlığını reddetmekti. Ancak bunu yaparak Kürtlerden kurtulamayacaklarını biliyorlardı. Çünkü Kürtler vardı ve bu gerçek, kimlik reddiyle değişmeyecekti. Bu bağlamda 1925’ten itibaren, bizzat Atatürk’ün direktifleri ve kararıyla Şark Islahat Planı devreye sokuldu. Son 100 yıldır bu planın gereği olan İttihatçı asimilasyon politikası devam ediyor.
Cumhuriyet bizlere, vatandaşlarına, hep Saltanatı (monarşiyi) ve hilafeti kaldırılmasını bir demokratikleşme misyonunun tamamlanması olarak sundu. Egemenliğin padişahtan alınıp halka verilmesi başka ne olabilirdi ki! Oysa aynı Cumhuriyet bize, vatandaşlara, Osmanlı’nın son döneminin mutlak monarşi olmadığını, – tam işlevsel olmasa da – anayasal bir monarşi olduğunu, Osmanlı’yı son dönemde padişahın değil, bir partinin ve onun hükümetini oluşturan nazırların (bakanlarının) yönettiğini öğretmemeyi seçti.
Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının TBMM olarak Ankara’daki meclis hükümetini oluşturduğunu örtbas etti. Resmi tarih bize Padişahlık yerine Cumhuriyet gelmesini tarihi bir demokrasi misyonunun doruğa çıkması gibi anlattı. Atatürk’ün 1923-1938 arası 15 yıllık tek parti yönetimi, farklı partilerin olmadığı göstermelik seçimlerle ülkeyi yönetmesi, onun yerine geçen İsmet İnönü’nün aynı şekilde 7 yıl tek adam olarak iktidarı devam ettirmesi gibi gerçeklerin üzerinde durulmadı. Otoriter mirasın uluslararası konjonktür gereği (BM kurucusu olmak için) çok partili rejime geçilmesi sonrasında da vesayet sistemi olarak devam ettiği gerçeği de önemsenmedi. Son 100 yılda dünyada meydana gelen değişimlerin de, Türkiye sosyolojisinin de gereği olan dönüşümler yapılmadı.
Cumhuriyet son 100 yıldır demokratik, etnik kimlik özelliklerini kabul eden türde eşit yurttaşlığa dayalı, yani civic bir üst kimlik oluşturmayı amaçlayan bir kimlik politikası uygulamadı. Salt cumhuriyet olması, Türkiye’nin izlediği bu son derece ırkçı politikayı tolere etmemizi gerektirmiyor.
Bu örneğin dışında, Cumhuriyet retorik düzeyde vurgulasa da, ülkeyi demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dayalı “muasır uygarlık” düzeyine çıkartamadı. İyi niyetle çalıştı, ama başaramadı diyecek destekleyici bir argüman bulmak da zordur ayrıca bu konuda. Çünkü ceketin ilk düğmesi yanlış iliklenmişti. Ana gaye homojen bir toplum yaratmak olunca sosyal mühendislik gereği olan faşizan politikalardan kaçınamazsınız.
Türkiye, kendi önüne gelen konjonktürel fırsatları da hoyratça ve irrasyonel biçimde harcadı. 1945 sonrası şekillenen dünya düzeninde Türkiye Batı’yla entegrasyon şansı elde etti. Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi oldu. NATO’ya üye oldu. Avrupa entegrasyonu projesine katılma şansını yakaladı. Ankara Antlaşması’yla 1960’larda başlayan süreç Yunanistan’ın sürecine paralel giderken, Türkiye sistemini dönüştürememesi nedeniyle bu süreci akamete uğrattı. Yunanistan 1980’lerin başında o zamanki Avrupa Topluluğu’na üye olurken, Türkiye 1980 askeri darbesi nedeniyle bir kez daha kendi kendisini sabote etmiş oldu.
Aynı şekilde 1990’ların sonunda başlayan demokratikleşme, 2004’te elde edilen AB ile üyelik müzakerelerine başlama şansı ile taçlandırıldı, fakat süreç 2011-2016 yılları arasındaki ani çöküntü nedeniyle bir kez daha sabote edildi. Türkiye, zaten yarım yamalak olan hukuk devletinin alenen komple çöktüğü, tarihinin en karanlık dönemine girdi. Bugün itibarıyla tüm gelişmişlik endekslerinde, bırakın Avrupa ülkelerini, dünyanın en geri kalmış bölgelerindeki aktörlerin bile çok gerisine düşmüş durumda.
100 yıllık cumhuriyet, bu yapısal sorunlar varken ne anlam ifade edebilir? Evet, 100 yıl, bir asır, önemli bir rakamdır, önemli bir kilometre taşıdır. Fakat kendinize dürüst olun, bu tablo övünülecek bir tablo mudur? Neyin kutlaması yapılıyor?
Tarihindeki hataları reddeden, gerçekleri yeni nesillerden gizleyen, bodrum katları iskeletlerle dolu, asimilasyoncu devlet mi? Yoksa onun dayattığı Türk-üstünlükçü, Türkçü-İslamcı senteze dayalı kimlikleri dayatması mı? İşkencenin sistematikleşmesi, insan haklarının gereğinin yapılmaması mı? Ekonominin çökmesi, hala gelişmiş ülke kategorisine geçilememesi mi? Hapishanelerin gazeteci, profesör, yazar, düşünür dolu olması mı? Gençlerin ülkeden çıkma yolları aradığı, gelecek umudu olmayan insanların sayısının çığ gibi büyümesi mi? Devletin putlaştırılması, Atatürk’ün “ulu önder” olarak tarihi bağlamından kopuk, idealize edilen, statik bir figüre indirgenmesi mi? Çarpık kentleşme ve doğanın katledilmesinin rantının bizzat devlet zannettiğiniz çete tarafından yenmesi mi?
Bugün 29 Ekim 2023. Cumhuriyet kurulalı tam bir asır olmuş! Dile kolay!
Fakat gelinen nokta bakımından Türkiye Cumhuriyeti’nin gurur duyulabilecek bir başarısı olduğunu söylemek imkânsız. Devletler ancak karşılaştırılmalı olarak ele alınınca başarılı veya başarısız oldukları anlaşılabilir. Türkiye, tüm karşılaştırmalı değerlendirmelerde vasatın bile çok altında bir ülke. Hukuksuzluk, faşizan kimlik politikası, yolsuzluk, otoriterlik, hesap verilebilirlik ve şeffaflık gibi demokratik gerekliliklerin yerine getirilememesi, korkunç ekonomik tablo, İslamcı-Nasyonalist ideolojilerce domine edilen siyasi partiler ve siyasi hareketlerden oluşan politik atmosferi – kısaca Türkiye tüm temel konularda kanser metastazlarının bünyeyi işgal ettiği, çok hasta bir ülke. Dahası, cumhuriyetin resmi tarih tezi üzerine inşa edilen kimlik politikalarının sonucu olarak, halkın geniş bir kesiminde bu yaşanan sorunları görebilme yetisi de maalesef yok. Dahası, bu sorunların varlığını iyi niyetle ortaya koyanlara ve iyileşme talep edenlere yönelik olarak da, rejimin rijit bir takibat politikası söz konusu.
Temel özgürlüklerin ve evrensel insan haklarının yerleşmediği ve uygulanmadığı, demokrasi ve hukuk devleti olmayan, zulüm üreten, insan öğütücü ceberut ve otoriter bir cumhuriyet kuru kuruya hiçbir anlam ifade etmez.
O halde neyin yüzüncü yılını kutluyoruz?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***