Büyük bir sözlükçü olan Alain Rey’nin çok hoş bir kitabı var, başlığı şöyle: Fransızca Aşkı: Püristlere ve Öteki Dil Zaptiyelerine Karşı. “Pürizm” derken bizdeki Öz Türkçeciliğe benzer bir Öz Fransızcacılığı değil dilde doğruculuğu, doğru kullanım bekçiliğini, dildeki her türlü değişimi bozulma zanneden tutumu kastediyor. Keşke bir benzeri Türkçe üstüne, bu dilden örneklerle yazılsa.
Kökeni eski retoriğin fesahat kavramına uzanan bu dilsel doğruluk sevdasının değişmez konularından biri falanca dile filancadan geçmiş kelimelerin nasıl kullanılacağıdır. Püristlerin tahammül edemediği şeylerin birincisi işte bu başka dillerden devşirilmiş, Türkçe üzerinden düşünürsek, Arapçadan ya da Farsçadan (son iki yüzyılda da Fransızca ve İngilizceden) geçmiş kelimelerin telaffuz ve yazımlarının değişmesidir.
Her dilin ayrı bir fonetik yapısı olduğunu, a dilinden alınma x kelimesinin y dilinde bu dilin fonetiğine göre sesletilmesinin neredeyse kaçınılmaz olduğunu, yapılan müdahalelerin, sözümona düzeltmelerin çoğu örnekte er geç başarısızlığa mahkûm olduğunu içlerinde bilenler olsa bile umutsuz bir direniş sergilerler.
Eski püristlerin bir kısmı genel olarak dilde değişim, diller arasındaki soy ilişkileri, alışverişler konusunda o kadar bilgisizdir ki içlerinde İtalyanca baston’u Fransızca bâton’un “galat”ı (bozuk/yanlış biçimi) sayan bile vardır (bkz. Zühal Kültüral, Galatât Sözlükleri, 2008, s. 33).
Eski retorikte –tamlamalar, bağlaçlar vb konusundaki pürizm bir yana– kelimelerin çekimi konusunda da benzer bir tutum bulunur: Örneğin Farsça nâzik (nâzuk) kelimesinin Arapça nezâket kalıbına sokulmasına itiraz ederler, naziklik denebilirmiş de Arapça vezinle çekilmesi zinhar kabul edilemezmiş. Hal böyle olunca Osmanlıcanın belki benim için en sevimli şairi Nedim’in “Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana” dizesini de kusurlu saymak gerekir. (İkinci dizeyi hatırlayacak olursak –“Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-i al olmuş sana”– orada da başka türden bir fesahat sorunu vardır: Türkçe al kelimesi “yanak” anlamına gelen Farsça ruhsâr ile Farsçanın kuralına göre sıfat tamlaması yapmıştır.)
Retorik kitaplarının ilginç çelişkilerinden biri şudur: Osmanlıcada Arapça-Farsça her şeyi alıp kullanmayı caiz görürler de Türkçe kelimelere Arapça ya da Farsça yapım eki getirilmesine katlanamazlar; örneğin “çiftlikler” anlamında çiftlikât, “varlık, mal varlığı” anlamında vâriyyet demek, Kemal Tahir’in köy romanlarında geçen verimkâr (vermeye niyetli) gibi karma türetimler onların aklının alabileceği şeylerden değildir. Buna karşılık klasik retorikçilerimiz hiç olmazsa Arapça-Farsça kelimelere Türkçe ek getirilmesine karşı çıkmıyorlardı, en azından ben böyle bir örnek hatırlamıyorum. (Sonraları dil reformuna kökten karşı çıkan muhafazakârlar örneğin sanatkâr yerine sanatçı denmesine birtakım nüans iddialarıyla karşı çıkacaktı, o ayrı.)
Arapça-Farsça kelimelerden Türkçede ses ve anlam değişimine uğrayanların (püristlerin kavlince “galat”ların) olduğu gibi benimsenip kullanılmalarının savunulmasını görmek için 20. yüzyılın başlarını beklemek gerekecekti.
Fakat eski retoriğin doğruluk anlayışı, vaktiyle dil zaptiyeliğine soyunmuş köşe yazarlarının, onların etkisinde kalan editörlerin, “muhteşem” eğitim sistemimizin, bir de dil denen nesnenin gerçekliğinden bihaber bir felsefi duyarlılığın katkısıyla bugün hâlâ yaşıyor.
“Sahici” Diye Bir Kelime Yok mu?
Sahici kelimesi de püristlerin nazarında yanlış, dolayısıyla yok hükmünde bir kelimedir. Mademki Arapça sahih’ten (doğru, sağlıklı) gelmedir, bir kere muhakkak öyle yazılmalıdır; sonundaki h’nin düşmesi, hevesli dilciler için en büyük günahlardandır. Hem böyle bir kelimeye +ci eki getirmek de neyin nesidir? “Dil-bilmez-cahil-halkın uydurması!” Çok haklıdır heveslilerimiz; böyle dil, hele böyle disiplinsizlik olacak şey mi? Her konuda olduğu gibi bu konuda da avam, ilminden asla ve kat’a şüphe edilemeyecek ulemanın fetvasına uymalıdır, onlar her şeyin doğrusunu bilirler. (Geçerken söyleyeyim: Doğruluk, doğru kullanım, sadece Arapça-Farsça kelimeler için değil Fransızca-İngilizce kelimeler için de yabancı dil bilmeye, verici dilin hakemliğine bağlanıyor. Oysa doğruluğun karar mercii, her dilin kendi içinde yaygın kullanım, yani uzlaşım/teamüldür. Dilin bütün özü zaten bu uzlaşımdır.)
Sahih kelimesi Türkçede belli ki 16. yüzyıldan beri sahi şeklinde söyleniyor (bkz. Milan Adamovic, Floransalı Filippo Argenti’nin Notlarına Göre 16. Yüzyıl Türkçesi, çev. Aziz Merhan, TDK, s. 229). Bu kelimeye +den ekini getirerek zarf olarak da kullanıyor, sahiden diyoruz. Türkçenin eski sözlükçüleri bir yanıyla arkaik bir yanıyla da hep güncel olan –yukarıda sözünü ettiğim– galat anlayışıyla malul oldukları için sahici kelimesini kaydetmemişler gördüğüm kadarıyla. Sahici öyle tahmin ediyorum ki 19. yüzyılın sonlarında kullanılmaya başlamış ve 20. yüzyılın başlarında yazılı kayıtlarda daha sık görülür olmuştur.
Kubbealtı Lugati’nde geçen Ahmet Midhat Efendi’den alınma şu örnek yanılmıyorsam (1881 tarihli) Dürdane Hanım’dan: “Ulviye’nin komşusunu böyle dinlemek merakı, sahici bir romanın nasıl geçtiğini görmek istemekten geliyordu.”
Türk Dil Kurumu’nun metin veritabanına bakılırsa özellikle Hüseyin Rahmi’nin romanlarında “yalancı, düzmece, sahte”nin karşıtı olarak, “gerçek” anlamında kullanılıyor, örneğin: “Sizin sahici anneniz nerede oturur?” (Cadı, 1912, s. 78); “Madam, ben oyuncak revolver ile sahicisini fark ederim” (Can Pazarı, 1922, s. 473). Bu kullanım yaygın olduğu içindir ki TDK 1935’te yayınladığı Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu’nda hakiki’nin (Fr. vrai’nin) karşısına “sahici, gerçek” kelimelerini yazar. Necip Fazıl gibi bir şair de 1969 tarihli “Karacaahmet” şiirinde “Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde” diyebilmiş. Kelimenin sıklığına bakacak olursak 1945-50 arasında 1 milyonda 3 iken, 1995-2000 arasında 6 olmuştur. Google’ın kitap arama servisinden yararlandığımızda, sahici’nin telif ve çeviri yüzlerce metinde kullanıldığını görüyoruz. Artık yazı diline yerleşmiş olduğunu kabul edebiliriz.
Kelimenin tarihinde bir dönüm noktası da Tuncay Birkan’ın sosyal bilimler ve felsefe çevirisinde temel karşılıkları belirlemek için hazırladığı “Muhtaç Sözlük”te authentic için (başka karşılıkların yanı sıra) “sahici” ve authenticity için “sahicilik” önerisinde bulunmuş ve böylece halk dilinden gelen bir kelimenin yüksek kültürde, felsefi bir kavramın çevirisi için kullanılmış olması. Kimilerinin duyarlılığını incitse de bugünkü Türkçede sahih gibi dinsel yazın dışında pek kullanılmayan, dolayısıyla da aslında Türkçeleşmemiş bir kelime yerine onun yerelleşmiş biçiminin kullanılması düşünce metinlerinin “Türkçe konuşturulması” bakımından bir kazanım.
Şavaş Kılıç: 1975’te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları’nda editör olarak çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***