YORUM | AHMET KURUCAN
Huneyn savaşında elde edilen ganimetlerin 6 bin savaş esiri, 24 bin deve, 40 binden fazla koyun-keçi ve 4 bin okka altın ve gümüş olduğu kitaplarımızda kayıtlıdır. Hikayesi uzun ama kısaca ifade edeyim. Savaşın sonlamasından sonraki 10 gün içinde kadınıyla erkeğiyle 6 bin kişilik savaş esirlerinin hepsi karşılıksız serbest bırakılmış, diğer mal varlıkları ise belli kriterler eşliğinde orduda görev alan kişilere dağıtılmıştır. Bazı kaynaklar bunların da sahiplerine geri verildiğini söylese de bu şâz bir rivayet olarak kalmıştır.
630 yılında gerçekleşen Huneyn gazvesinden yaklaşık bir yıl sonra Efendimiz ve ashabı bu defa Tebük seferi hazırlıklarına başlamıştır. Sebebi şu: Bizans İmparatoru Heraklius’a Efendimizin öldüğü yalan haberi ulaştırılmış, Müslümanların bir iç kargaşa ve aynı zamanda kıtlık içinde oldukları söylenmiş, o da bunu fırsata çevirme düşüncesiyle Bizans ordusunu toparlayıp güya Medine’ye doğru hareket etmiştir. Güya diyorum çünkü böyle bir şey yok.
Cephenin karşı tarafında bulunan Efendimiz ise bu haberleri ciddiye almış, düşman ile Medine’de değil onların topraklarında savaşma düşüncesiyle büyük bir hazırlık içine girmiştir. Hazırlıklar tamamlanır tamamlanmaz da 700 km’lik bir mesafeyi kat ederek Tebük’e varmış ama söylendiği gibi bir ordu ile karşılaşmamıştır. Bu yüzden Tebük savaşı veya Tebük Gazvesi yerine Tebük Seferi diye adlandırılır bu hadise.
Çok zor şartlar altında 30 bin kişilik ordu ile yapılan bu seferin istihbarat zafiyeti olarak görülmesi ne kadar doğrudur tartışılır. Zira detaylarını siyer kitaplarından ve bu seferin öncesi, esnası ve sonrasında cereyan eden hadiselere bağlı olarak inen ayetlerde kıyamete kadar bütün Müslümanlara ışık tutan, rehber olan nice İlahi emirler, yasaklar ve tavsiyeler sunulmuştur bu seferin ürünü olarak. Nitekim benim bu yazıyı kaleme almadaki gayelerimden biri işte bu ürünlerden iki tanesini göstermek içindir. İki hususun altını çizeyim.
Birincisi: Tebük ilk defa Arap müşriklerle değil dünyanın süper gücü diye nitelendirebileceğimiz iki güçten biri olan Bizans’a karşı yapılan bir mücadeledir. Adından da anlaşılacağı üzere sayısı 30 bini bulan “ceyşu’l usra”nın (zorlukların ordusu) çok büyük maddi ve manevi fedakarlıklarla toplanması, savaşta kullanılacak silahların ve levazımâtın temini ve hepsinin ötesinde 9 yıllık bir maziye sahip olup çiçeği burnunda bir şehir site devletinin Medine’den 700 km uzağa giderek dünyanın süper güçlerinden birine hem de onların topraklarında meydan okumaları o günkü konjonktür içinde Müslümanların yükselen üçüncü bir güç olarak kabulünü sağlamıştır. Bu durum Müslümanlara saldırmak için bahane arayan kabile ve/ya devletlerin kararlarını iki defa gözden geçirmelerine vesile olmuştur.
Yalnız Bizans ile yapılacağı baştan söylenen savaş için söz konusu hazırlıklar yapılırken gerek Medine’de gerekse orduya katılma haberinin ulaştığı yerlerde herkes koşa koşa karargaha akın etmemiştir. Kimileri bahaneler uydurmuş, Medine’de kalmalarını gerektiren hiçbir mazeretleri yokken mazeretler ileri sürmüş, münafıklar misali kimileri ordu içinde söylemleri ile fitne çıkartmaya çalışmış, kimileri de belki vazgeçilir düşüncesiyle yavaştan ve ağırdan almıştır. Bunların her biri Kur’an ayetleri ile sabittir. Benim yukarıda bütün Müslümanlara ders diye ifade ettiğim hususlar işte bunlardır.
Mesela savaş hazırlıkları esnasında içi başka dışı başka, niyeti başka eylemi başka insanlar için şunu söyler Allah ve tabiri caizse ipliklerini pazara çıkartır: “(Ey Peygamber!) Peşinen sahip olabilecekleri bir ganimet ve/ya kısa zamanda sona erecek yakın bir yere yapılacak sefer olsaydı, münafıklar ve cihada katılmamak için bahane uyduranlar mutlaka senin peşinden gelirlerdi. Ne var ki uzun süreli ve yorucu bir sefer onların gözünü korkuttu ve yıldırdı. Durum böyle iken onlar (Tebük seferi dönüşünüzde) kendilerini helak edercesine dil döküp ‘Eğer gücümüz olsaydı mutlaka sizinle birlikte sefere çıkarttık’ diye yemin edecekler. Oysa Allah biliyor ki onlar düpedüz yalan söylüyorlar.” (9/42)
O toplumda yaşayan bir insan olarak farz edin kendinizi. “Eğer gücümüz yetseydi muhakkak sizinle beraber sefere çıkardık,” diye yemin edenleri tanıyorsunuz. Sırt sırtasınız, omuz omuzasınız. Namazda aynı safta, pazarda aynı tezgahtan yan yana alışveriş yapıyorsunuz. Bu ayetten sonra ne yaparsınız? Onlar hakkında ne düşünürsünüz? Münasebetinizin seyrini nasıl ayarlarsınız?
Tıpkı Hendek savaşı öncesi bir takım kişilerin “Bizim evlerimiz düşman saldırısına karşı korumasızdır” (33/13) mazereti gibi mazeret uyduranlar da olmuş. Allah Resülü de muhtemel zorlu bir mücadelede bu düşüncede bulunan insanların ordu içinde karışıklığa sebebiyet verebileceğini öngördüğü için onları orduya almak istememiş ama münasebetleri de radikal bir şekilde kesmemiş. Aksine izin vermiş. “Tamam katılmayabilirsiniz,” demiş. Allah bu tasarrufu üzerine Efendimizi önce taltif, teşrif ve ta’zim etmiş ardından da aslında olması gerekeni ifade eden şu ayeti vahyetmiştir: “Kimlerin doğru söylediği sana âşikâr olmadan, yalan söyleyenlerin kimler olduğunu düşünüp tartmadan onlara (savaşa katılmamaları konusunda) niçin izin verdin?” Ve devam eder. Buraya dikkat edin: “(Ey Peygamber!) Allah’a ve ahiret gününe yürekten inanan ve Allah yolunda mallarını, canlarını ortaya koyarak cihad etmeyi göze alanlar savaşa katılmamak konusunda senden izin istemezler. Allah yolunda duyarlı ve sorumlu davrananları Allah çok iyi bilir.” (9/43-44)
Sahabenin savaşa katılmama konusunda ayak sürüyen ve neticede sahte mazeretlerle izin alanları isim isim bilmesine rağmen Kur’an bir sonraki ayetinde bunlara bir kez daha vurgu yapar, gerçek karakterlerini ve kişiliklerini ortaya koyar. Der ki: “Savaşa katılmama konusunda senden izin isteyenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri derin şüpheyle dolu olan ve bu şüpheyle bocalayan kimselerden başkası değildir. Onlar gerçekten sefere çıkmak isteselerdi bunun için hazırlık yaparlardı. Ne var ki Allah isteksizlikleri ve samimiyetsizlikleri sebebiyle onların savaşa katılmalarını hoş görmedi ve sonuçta kendilerini seferden alıkoydu. Onlara: ‘Kadınlar ve çocuklarla beraber siz de evlerinizde oturun bakalım’ denildi. Kaldı ki onlara sizinle birlikte savaşa katılmış olsalardı aranızda fitne-fesada yol açmaktan başka bir işe yaramazlardı. Üstelik içinizde onların sözlerine kulak verip aldanmaya, onlara casusluk yapmaya namzet olanlar da vardı. Allah o zalimleri-münafıkları çok iyi bilir.” (9/45-46-47)
Gördüğünüz gibi konsept ve kontekst bütünlüğü, başka bir tabirle sebebi nüzulü zihnimizin arka planına alıp ayetlerin nazil olduğu döneme hayalen ve fikren gidip literatürde iç ve dış bağlam dediğimiz çerçevede hadiseyi takip edebilirsek hem Allah’ın beyanının özgün manasını hem ilk muhataplarına vermiş olduğu emri hem bundaki maksadını hem de nüzul döneminden asırlar sonra gelecek olan Müslümanlara ve insanlara ne türlü bir mesaj verdiğini daha net bir şekilde anlayabiliyoruz. Devamı da var ilerleyen ayetlerde. Ben maksadın ve meramın hasıl olduğu inancıyla burada kesiyorum. İsteyenler Tevbe suresinin 48. ayetinden itibaren okuyabilir.
Vurgulamak istediğim ikinci hususa gelince: Mekke’nin fethi ile güvenlik sorununu büyük ölçüde aşan, Huneyn sonrası elde ettikleri ganimetlerle de maddi imkanlar itibariyle en rahat dönemlerini yaşayan Müslümanlardan bazıları Tebük gibi zorlu bir sefere çıkmakta tereddüt ettiler. Çoklarımızın zihninde var olan sahabe algısına muhalif bu söylediğim. Bunun bilinci içindeyim. Ama doğruyu söylüyorum. Zira Kur’an anlatıyor bunu. Ayet ile sabit. Yukarıda yazdığım gibi savaştan belki vazgeçilir düşüncesiyle ağırdan alan insanlar var. Bunların hepsi münafık insanlardı diye kestirip atamazsınız. Sayıları az ya da çok böyleleri de vardı samimi Müslümanlar arasında. Baksanıza Allah onlara yönelik uyarısını gönderdiği ayete “Ey iman edenler!” diye başlıyor.
Bana göre bu gayet normal. Son tahlilde insandan söz ediyoruz. Sahabe de olsa, semanın kapılarının hemen her gün açılıp Allah ile konuşan, O’ndan kendilerine direkt emirler ve yasaklar getiren Peygamberle birlikte de yaşasalar bu bir vakıa. Nitekim Hilal b Umeyye, Ka’b b. Malik ve Mürara b. Rebi kıssası bu bağlamda çok meşhurdur. Tebük seferine katılmadıkları için Efendimizin dönüşte önce itabına sonra da boykotuna maruz kalan üç samimi Müslüman. Kur’an’ın onların affına ferman gönderdiği ayetinde belirttiği gibi “Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi” (9/118) diye iltifat ettiği kişiler de işte bu ağırdan alanlar arasındaydı.
Geriye döneyim ve vurgulamaya çalıştığım bu noktayı belirten ayetin manasını vereyim. Şöyle diyor Allah bu kişilere yönelik olarak: “Ey müminler! Nedir bu haliniz? Allah yolunda seferber olunuz emrine muhatap olduğunu halde, bulunduğunuz yere adeta çakıldınız kaldınız. Ne o, yoksa siz de mi (tıpkı müşrikler ve münafıklar gibi) ahiret yerine bu fani hayatı tercih ediyorsunuz. (Şunu bilin ki) bu fani hayatın üç günlük zevk ve sefası ahiretteki ebedi hayatın nimetleri yanında hiç kalır. Eğer siz Allah yolunda savaşmak üzere topyekûn seferber olmazsanız, bilin ki Allah sizi çok çetin bir azapla helak edip yerinize başka insanlar getirir.” (9/38-39)
Her şey alabildiğine net. Bir önceki yazımda belirttiğim üzere Huneyn, bu yazıda da göstermeye çalıştığımız gibi Tebük üzerinden yani nüzul dönemindeki verili toplumda verili hadiselerden hareketle Allah bize mesajlarını açık seçik ve net bir şekilde sunuyor. Buralarda geçen “cihad, savaş, Allah yolunda” gibi kavramları Kur’an’ın ilk muhatapları kendi konsepti bizler de kendi konseptimiz içinde ele alırsak bu mesajları çıkartmak bizler için hiç de zor değil. Yeter ki o zihniyete, o bakış açısına ve o metodolojiye sahip olalım.
Benim buradan anladığım inanan insanlar olarak fani dünya hayatının cazibe ve güzelliklerine yenik düşerek yerinde ve zamanında yapmamız gerekli olan şeyleri yapmadığımız zaman bunun çok büyük götürüleri olacaktır bizim ferdi ve toplumsal hayatımızda. Hem din de dahil olmak üzere hayatımızın hemen bir alanında. Tebük seferinin Kur’an’da bu kadar uzun bir şekilde ele alınması ve en küçük detaylarının bile anlatılmasının altında bu sebebin önemli bir rol oynadığı kanaatini taşıyorum. Mühim olan o perspektifi yakalayabilmek ve dersimizi alabilmektir.
Dünyevileşmeden mi bahsediyorsunuz diyebilirsiniz. Bu ayetlerin nazil olduğu dönemde sahnede olan ashab için çok ağır itham olur dünyevileşme kavramı ve nitelendirmesi. Belki bazıları için denebilir ama tamamı için mümkün mü? 30 bin kişi katılmış bu 700 km’lik sefere. Ama ya bizim için? Benim, senin, onun için? Takkeyi önümüze koyup düşünmeliyiz derim. Dün ile bugünlerimizi mukayese etmeliyiz, neredeydik ve neredeyiz demeliyiz. Eğer bu muhasebe ve murakabeyi yapmadan hayatın tabii akışı içine kendimizi salarsak yarın nerede olacağımızı kestirmek zor.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***