Mutluluk kişinin gönlünün derinliklerinde yaşanan bir duygu; ölçülebilen ve başka birininkiyle objektif şekilde kıyaslanabilen bir şey değil. Bu durum bilinmezliğin yanı sıra keyfilik de yaratıyor. Yükseklere, ulaşılmaz yerlere koyduğumuz bir duygu olarak görülürse, ona eriştiğini düşünen insan ‘olağanüstülük’ derecesini hak ettiğini düşünebiliyor. Mutluluğun narsistik bir ödülü de var yani. Ulaşılmaz yere konulduğunda yaşanan keyfiliğin mutluluk olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusu bir yetersizlik ve eksiklik de yaratabiliyor. Bu anlamda mutlu olmayı denemek, yetersizliği ve eksikliği üretmek demek aynı zamanda. Sıkıcı bir şey!
Mutluluk bazen bir ‘an’ sadece. Ve daha sonra fark edilen bir duygu. Bu bağlamda mutluluk geçmişte kalan bir duygudur; yaşandığı anla fark edildiği anın kesişmediği bir duygu. Yaşandığı fark edilip anlaşılmadığından, eksik sayıldığından tamamlama isteğini uyarıyor. Bu eksiği tamamlama çabası mutluluğu geleceğe atma, erteleme ve ona yeniden ulaşma dinamiğini doğuruyor. Mutluluk fark edilemeyen, bu yüzden kaçırılan ve sonra yeniden aranan sürecin kendisidir belki de.
Mutluluğun olağanüstü olduğu algısı, gündelik hayatta karşılaşamayacağımızı düşündürüyor ve sıradanlıkta mümkün olmadığı duygusunu yaratıyor. Sıradan insanlara göre değildir belki de. Şans oyunları oynayan ve kazanma hayali olanların fantezilerinde sıkça yaşadıkları an… Mutluluk şansa bağlıdır bazen.
Sakinlik, dinginlik ve huzur da mutluluğa aittir. Güzel bir manzara karşısında hayranlıkla kendinden geçme hali, doğanın, evrenin bir parçası olduğunuzu hissettiğiniz an. Doğa ‘ana’ olarak simgelenir; tabiat ana. Anamızın kucağına dönme, çocuklaşma ve regresyon halidir bu bağlamda mutluluk. Doğada kaybolmak, anneyle yeniden bütünleşmek gibidir. Ensestiktir…
Dinginliğe karşıt gürültülü ve coşkulu anlar da mutluluktur. Binlerce insanın aynı melodiye bir konser esnasında eşlik etme hali. Kalabalıkta kaybolmak ve bu kaybolmanın verdiği keyif… Binlerce insan hem kendileri tek tek bireylerdir, ama aynı zamanda koro halinde ‘biz’dirler. Kendilerine ait olmayan bir melodiyi söylerken ‘öteki’ vardır, çünkü şarkı ötekinindir. Ama aynı zamanda ben de söylediğim için, o an öteki ile iç içe olup bütünleştiğim bir andır. Yürüyüşlerde insanların marşlar söylerken protesto etme anında yaşadıkları mutluluk, asi olmanın mutluluğu, korkuyu yenme anı…
Aristoteles’den bu yana ‘Mutluluk nedir?’ sorusuna hepimizin kabul edebileceği bir tanım yapılmadı henüz. Aristoteles, yeme, içme ve barınma gibi temel gereksinimlerin giderilmesinin insanı mutlu edeceğine inanır. “Her insan” Aristoteles’e göre “mutlu olmak ister”. Ve mutluluk erdemli olmaktır. Ona itiraz eden Epikür hazza vurgu yapar; gerekçesi ise ruhun da doyurulması gerektiğidir. Epikür’e göre mutluluk acının olmamasıdır. İnsan “telekleri yolunmuş kuş” olmadığı gibi, karnı doyan her insan da mutlu değildir.
Maslow’un gereksinim piramidinden yola çıkarsak, çok az insanın memnun olduğunu görürüz. Her memnun insan mutlu olmayabilir ama memnun olmayan birinin mutlu olması imkansızdır. Para gibi… Para insanı mutlu etmez; mutluluk nedeni yoksulluk olan birine rastlamak da zordur. Para memnuniyetin olanaklarını sunar.
Mutluluk negatif duyguların olmama halidir. Bu da paradoksal bir sorun doğuruyor: Mutlu olabilmek umuduyla insanlar sürekli negatif duygulardan kaçıyorlar. Ama negatif duyguların yaşanamaması, pozitif olanın da yaşanamamasıyla sonuçlanıyor.
Oral kültürde mutluluk
Yemeğin toplumun oluşmasına katkısı vardır ve sosyal, etnik, dini gruplar yemek kültürleri ve yiyecek tabuları üzerinden de ayrışırlar. Christine Ott, Identität geht durch von Magen [Kimlik mideden geçer] isimli kitabında yemeğin kültürde ve kendini mutlu hissetmedeki önemine vurgu yapar.
Bizim evde masallar dışındaki mutluluk ‘oral bir sahnede’ mümkündü: Annem tüm gün yemekler yapar, bizi sofraya oturtur, kendi yorgun bedenini de sandalyeye koyduktan sonra bizim iştahlı bir biçimde karnımızı doyurmamızı sevinçten gözleri dolarak seyrederdi. Mutluluk hüzünle mümkündü adeta… Tanıdık anne fotoğrafı… Biraz depresif… Kendi mutluluğunu çocuklarının mutluluğuna akort eden anne… Kendi arzu ve isteklerini arkada tutmayı başaran kadın… “Saçımı sizin için süpürge ettim” diyen, süpürge saçlı kadın… Süpürge saçlı hiç bir insan sevimli ve sevilmeye değer değildir aslında… Süpürge saçlı birine sarılmak acıtır, incitir mesela. Bu nedenle kirpilerin aşk hikayeleri sevimsiz ve iticidir… Sevmek batar, acıtır… Süpürge saçlı anneniz varsa acıyabilir, kendinizi mahçup, suçlu ve borçlu hissedebilirsiniz… Sevmek… Asla… ACIma ve acı üzerinden, suç ve borç üzerinden bağlanmaya “ana aşkı” deriz bazan… Anne çocukken çocuğa yeterlidir. Anne ve babanın sevgisi, ilgisi mutlu eder çocuğu… Ergenlik anne ve babanın yetmediği, yetemediği yer… Bu nedenle yabancı olana, el’e ilgi duyarız ve el mutlu edebilir bir yetişkini. Hayat yenildiğimizde geri çekilmek için uğradığımız… Anne ve baba huzur bulduğumuz “iyi komşularımız” olurlar biraz da… Mutluluk yabancıyla, ötekiyle mümkündür…
Annem bize yemek yedirirken mutlu olmamızın ya da kendimizi mutlu hissetmemizin birkaç önemli nedeni vardı. Öncelikle, yemek yerken çok bireysel olabiliyoruz; istediğimizi istediğimiz kadar yiyebiliyoruz, buna biz karar veriyoruz. Bu anlamda kişisel kararımızla yemeği kontrol edebiliyoruz. Yemek sosyalleşmenin de bir yolu; çünkü ailece yiyoruz. Bu sosyalleşmeyle birlikte yemekte bir ‘ikram’ söz konusudur ve ikramın bağlayıcı bir yanı da vardır. Sosyal bilimci Marcel Maus insan ilişkilerinin bir değiş tokuş ve takas ilişkisi olduğunu, armağanın, ikramın da bu takasta çok önemli rol oynadığını yazar. Bu ikramlar bağ oluşturmada ve ilişkilenmede önemlidir. Çocukla anne arasındaki ilk bağlanma hali yemek üzerinden olur. Annemizin memesini emip karnımızı doyururken farkında olmadan ona bağlanırız. İnsanın temel gereksinimlerinin doyurulma anının yaşattığı bir rahatlama duygusu vardır; yemek bize bunu da sağlar. Son olarak, haz genelde ahlak ile çatışan bir şeydir; ama yemek yerken hem çok haz alırız hem de aynı zamanda ahlaklı-terbiyeli oluruz. Böylece, psikanalist Wolfgang Schmidbauer’nın söylediği gibi, “Yemek bize terbiyesiz olmadan haz alma imkanı sunar”. Bütün bu nedenlerle, yemek yeme anında yaşadıklarımız anneme ve bize mutluluk duygusu verirdi.
Kültür kuramlarında Batı kültürüyle diğer kültürlerin karşılaştırılmasında “oral kültür”den söz edilir. Biz oral bir kültürde yaşıyoruz; ağzımız üzerinden ilişkileniyor, ağzımız üzerinden mutlu olabiliyoruz: Konuşuyoruz, yemekler yiyoruz, çay içiyoruz, çekirdek çitliyoruz… Ağzımızı meşgul ederken her lokmaya birer sözcük sarıyor ve öylece sohbet denilen şerbetle mutlu oluyoruz. İkram, şükran, kahve, hatır ve mutluluk… Karnı doyan kişi memnun olur; ama mutlu olur mu? Bebekler oralite ile, karınlarını doyurarak ve ağızlarına aldıkları memeyle memnun ve mutlu olabilirler.
Mutlulukla oralite, mesela yemek arasında bir ilişki var. Birlikte yemek yemenin, aynı sofraya oturmanın agresyonu önleyen ya da azaltan bir işlevi var. Düşmanların barıştığı, kan davalarının bitirildiği anlarda ‘düşman’ tarafların birlikte yemek yeme ritüelleri vardır. Birçok eğlence şöleni de sofrayla süslenir. Sofra bir aksesuardan çok merkezi bir fonksiyon üstlenir. Savaşlarda uçaklarla bomba yağdıranlar, karadan askerlerini göndermeden önce işgal edecekleri yerlere yemek dağıtırlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya gelen Amerikalılar önce kentlere boma yağdırdılar, daha sonra karadan ilerlerken de çikolata dağıttılar. Afganistan ve Yugoslavya’da da aynısı oldu.
Bombalar yağdıranlar, aç bırakılan insanların dikkatini yiyecek dağıtarak başka yana çekerler, öfkeleri bölerek azaltırlar, halkta oluşan ‘cani’ resmini değiştirirler, üstelik kendilerini kurtarıcı (açlıktan kurtaran, barış getiren) olarak sunar, öfkeyi denetler ve halkın direnişini de azaltırlar. Doyumun verdiği rahatlık ve gevşeme, düşmanların başka bir kılıkla (kurtarıcı) halka geldiği ve korkunun bittiği an (‘mutluluk’ ve ‘kurtulma’ anı) insan hayatındaki unutulmaz anlardandır ve iz bırakır… Hani derler ya, “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin!” Bu anlar (?) garip ve buruktur. Dayı, teyze ve kardeş katilleriyle yiyecek üzerinden barışmak ve yaşananı yok saymak. Yiyecek üzerinden ayartılmak, baştan çıkarılmak… Her annenin çocuğuna söylediği, ‘Sana şeker verip götürmek isteyenlere sakın aldanma!’ uyarısının yetişkinlikte görmezden gelinmesi ve yiyeceğe ‘teslim olmak’… İmkansız bir andır ama yaşam ve soyu sürdürme dürtüsü ağır basar. ‘Hayat devam ediyor’a inandığımız andır o an.
Yaşamadığımız bir şeyi anlayabilmek için kendimizi yaşayan insanların yerine koyarak o insanlarla duygusal yakınlık kurar, onları anlamayı deneriz. Yaşamadığımız bir şeyi hissedebilmek için kendi yaşadığımız ve duygulandığımız benzer durumlardaki halimizle o insanları anlamaya çalışırız. Mesela kadın olmamamıza rağmen tacize uğrayan bir kadını anlayabilmek, ona duygusal yakınlık kurabilmek için başka kontekstlerde kendi uğradığımız tacizlerdeki duygusallığı anımsayarak o kadının neler hissetmiş olabildiğine duygusal olarak yakınlaşabiliriz. Yaşayan kadar acı çekmeyiz ama empatideki o acıyı hissederek o kadının çok acı çektiğini anlayabilir, tepkilerine anlamlar verip onun yanında durabiliriz. Açlığın bittiği anlar… Rahatlama… Mutluluk ve yemek… İftar saatlerinin şölene döndüğü anlar. Sadece Tanrı’ya karşı olan görevi yerine getirmenin verdiği huzura doygunluğun renk katması… Oruç tutarken yaşanan gerilimin yerini rahatlamaya ve dinginliğe bırakması…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***