YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye’nin NATO üyeliği sadece Soğuk Savaş’tan kalma biçimsel bir aidiyetten ibaret. Hukuken üye olmak dışında Türkiye’nin NATO’ya sunduğu somut bir katkı yok. Türkiye rejiminin siyasi karar alıcıları NATO’dan bahsederken kesinlikle birinci çoğul şahıs kullanmıyor, yani “biz” demiyor. Çünkü NATO’yla bir aidiyet ve değerler ilişkisi üzerinden değil, bir şeklî ve hukuksal üyelik ilişkisi üzerinden ilişki kuruluyor. NATO’ya karşı hem Türkiye rejiminin iktidarı, hem de aynı rejimin muhalefeti benzer algılara sahip. Türkiye’nin NATO’nun bir parçası olduğu algısı yerine, NATO ile ilişkileri bulunan bir ülke algısı, Türkiye’nin davranışlarını belirliyor. Dahası Türkiye, Ukrayna’yı işgal eden Rusya karşısında bir tür denge politikası izliyor. Bu denge politikasında çekülün bir tarafında Rusya bulunuyor, diğer tarafında ise Batılı müttefikler ve Ukrayna.
Esasında meselenin başlangıcı çok daha gerilere uzanıyor. Yani konu Ukrayna’yla doğrudan ilintili değil. Uzun süredir devam ede gelen bir algı, söz konusu olan. Fakat Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, NATO’nun bu aksiyona bir reaksiyon göstermesine neden olunca, Türkiye’nin tutumu ya da pozisyonu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Yoksa Türkiye zaten örneğin Suriye’de tümüyle NATO politikalarını dikkate almadan, tek başına hareket ediyordu. Sahada cihatçı terörist gruplarla işbirliği yapıyor, ABD’nin müttefik olarak algıladığı Suriye Kürtleriyle savaşıyordu. Dahası, tüm uyarılara karşın Suriye’de Rusya’yla dirsek temasında bulunarak, yine NATO çizgisi dışında hareket ediyordu. Diğer bir örnek de NATO üyeleriyle Türkiye arasındaki sorunlar. Yunanistan’ın toprak bütünlüğünü tartışmaya açan bir Türkiye’nin NATO ve Batı ittifakının dışında bir mental evrende varlığını sürdürdüğü ortada. Revizyonist bir çizgiye kayan Ankara rejimi, bu bağlamda statükoyu savunan NATO’dan daha ziyade anti-statükocu tehdit olarak Avrupa güvenliğini tehdit eden Moskova’nın yanında hareket ediyor. Ukrayna’yı ticari bir ortak olarak görerek bu ülkeye Bayraktar SİHA’ları satmak ticari motiflerle yapıldı. Türkiye her ne kadar bu hamlesiyle Putin’i hayal kırıklığına uğrattıysa da, Putin Erdoğan’ın Kapalıçarşı halı taciri refleksleriyle hareket ettiğini biliyor. Bu nedenle eleştirilerin düzeyini asgari seviyede tuttu. Zaten Erdoğan da Rus uçaklarına Türkiye hava sahasını kapatmayarak veya Rusya yaptırımlarının hiçbirine katılmayarak gereken mesajları verdi. Diktatörler arası bir dayanışmanın yanında, bu Erdoğan’ın varoluş mücadelesidir. Rusya rejimiyle Ankara’daki anayasasız rejim arasında salt stratejik bir simbiyoz yok, aynı zamanda Erdoğan’ın şahsi kariyeri ve siyasi varoluşu bağlamında uzun süredir yapmakta olduğu bir yatırım var. Dahası, bu sadece Rusya’nın desteğini almak değil, içeride de dengelere oynamak. Türkiye rejiminde Erdoğan’ın bir güç koalisyonu olduğunu herkes biliyor. Rejimin paydaşları arasında en güçlü taşıyıcılardan biri, Avrasyacı – yani Rusya’cı – ekip. Bu ekip esasında 1990’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye güvenlik ve savunma yöneliminde belirleyici olmaya başlamıştı. 28 Şubat’tan itibaren örneğin Batı ittifakının en önemli işbirliklerinden biri olan AB’ye ilişkin, Türkiye’nin Kopenhag ölçütlerinden uzak durması gerektiğini savundular. Bu çok stratejik bir kırılma hattıdır ve Türkiye siyasetinin dönüm noktalarından biridir. Bunu biraz açmakta yarar var.
Türkiye’de Kemalistler geleneksel olarak Türkiye’nin Batı’ya entegrasyonunu desteklediler. Bu özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan çeşitli uluslararası örgütlere Türkiye’nin üyeliği şeklinde somutlaştı. Böylece Türkiye Truman Doktrini üzerinden Batı savunmasına dâhil edildi, sonrasında Marshall Planı ile somutlaşan Batı Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olarak algılandı. Avrupa Konseyi’ne üye oldu, NATO’ya katılmak istedi ve bu uğurda Kore Savaşı’na asker gönderdi. NATO üyeliği hem CHP’nin, hem de Demokrat Parti iktidarının tercihiydi. Yani demokratik bir tercihti ve kimse Türkiye’yi NATO’ya katılmaya falan zorlamadı. NATO’da yer almaya Türkiye karar alıcıları karar verdi. Dahası, Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu (yani bugünkü AB) ile ilişki kurmak ve topluluğa üye olmak kararını da kendi aldı. Hatta öyle ki, Avrupa’nın bu konuda ayak sürtmesine rağmen bu politika Türk dış politikasının omurgasını ve ana yönelimini oluşturdu.
Oysa Kemalistler 1990’ların sonlarından itibaren karar değiştirdi. Bunun hem ideolojik, hem de reel politik nedenleri vardır. İdeolojik, çünkü Batı’da evrilen ileri insan hakları ve azınlık hakları rejimini tehlikeli gördüler. Bunu Müslüman mahallesinde salyangoz satmak olarak değerlendirdiler. Bu özgürlükçü ve ademi merkeziyetçi değerlerin Türkiye’de Kürtleri özgürleştireceğini anladılar ve inanılmaz bir Türk-üstünlükçü Kürdofobya motivasyonu ile, ne pahasına olursa olsun Türkiye’nin demokratikleşmesine karşı durmaya karar verdiler. AB taraftarı olan kesimleri de düşman olarak algıladılar. İslamcı kesim, liberaller, Kürt siyaseti, demokratik solcular gibi politik kesimler böylece ana damar Kemalo-Türkiye’den koptu. 28 Şubatçılar alenen AB değerlerini tehlikeli ilan ettiler. Sonrasında ekonomik baskılar nedeniyle önce Ecevit ve akabinde de vesayet sistemini sonlandırma motivasyonuyla AKP, Avrupa projesine destek verdi. Ancak kimliksel boyutta Türkiye kendini hiçbir zaman Avrupalı olarak algılamadı ve NATO’nun sahip olduğu Batılı refleksleri de benimsemedi. Soğuk Savaş uluslararası sisteminin sonlanmasından itibaren Ankara Kafkasya’da, Orta Asya’da, Karadeniz havzasında ve Balkanlarda hep bir takım arayışlar içerisinde oldu. Bu arayışlar ya Pantürkizm’e, ya Neo-Osmanlıcılığa, ya da İslamcı entegrasyon modellerine meyletti. Batı Türkiye elitleri tarafından öteki olarak algılandı. Tüm bu ideolojik arka plan emperyal bir geçmişe öykünen projeksiyonlardı. Gerçeklerden kopuktular. Sadece ticari ilişkileri çeşitlendirmekten ibaret masum dış politika hamleleri değildiler. Türkiye 2000’lerde yol kat ettikçe, mental olarak Batı’dan giderek daha fazla koptu. Batı’nın İslamcı terörizm nedeniyle güvenlik politikalarını gözden geçirmesi, Ankara’daki siyasi elitleri daha fazla ateşledi. Sadece İslamcılar ve Türkçüler değil, Atatürk milliyetçisi ulusalcılar da anti-Batı’cı retoriği benimsedi. NATO böylece işlevini tamamlamış bir işbirliği olarak Türk karar alıcıları tarafından neredeyse yeknesak biçimde degrade oldu.
Türkiye’de bugün ciddi bir Rusya muhipleri etkisi var. Fakat bunun yanında anti-Batıcı ve dolayısıyla anti-Amerikan (ve anti-NATO) bir zihinsel arka plan Türkiye siyasetinde egemen. Marksist solculardan Avrasyacı Perinçek grubuna, Ulusalcı Kemalistlerden CHP’ye, HDP’de bir kesimden liberal solculara, AKP’li pragmatik İslamcılardan daha gelenekselci İslamcı gruplara ve Ülkücülere kadar Türkiye’de neredeyse siyasal yelpazenin tüm renkleri ve eğilimleri NATO’dan ve Batı’dan hazzetmiyor. Bu sadece bir güvensizlikle sınırlı değil. Bu geçici veya dönemsel bir durum gibi de görünmüyor. Ciddi bir düşman algısı söz konusu ve işin garip yanı bu algı fiili politikaları şekillendirse de, işi hukuki kararlara (yani NATO’dan çıkmak ya da AB ile siyasal ilişkileri sonlandırmak gibi) vardırmıyorlar. Ancak S-400’lerin alınması, Rusya’ya nükleer santral yaptırılması, Moskova’nın (ve özellikle Putin’in) stratejik ortak olarak algılanması gibi göstergeler, Türkiye’nin NATO’daki Truva atı olduğuna dair algıları güçlendiriyor. Ankara’nın örneğin NATO’nun Rusya’ya yönelik yaptırımlarını sürekli sulandırmaya çalıştığı bir sır değil. Şu anda Rusya’yla ilişkileri normal olan tek NATO üyesi Türkiye ve bu Atlantik savunma hattının Türkiye’yi kapsamaması durumunu doğurdu. Rusya’nın önümüzdeki kısa ve orta vadede Türkiye üzerinde daha fazla belirleyici olması, beraberinde NATO’dan uzaklaşmaya paralel güvenlik tehdidini de arttıracak.
Önümüzdeki yazıda bu konudan devam edeceğim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***