Ölüm kaçınılmaz, mutlak bir gerçeklik. Bu mutlaklık ürkütücü. Ölümü korkunç yapan kaçınamamak değil, asıl korkunç olan ölümün SON olması. Ölümün son olması karşısında sonsuz bir çaresizlik ve ölüme teslim olmanın acımasızlığını yaşıyor insan. Bu durum travmatiktir ama ölüm eğer sonsa yaşanamayan sadece hayal edilebilen bir travmadır, yaşanan değil. Din… Bütün dinlerin bu çaresizliğe bulduğu yanıt ve teselli “ölümün son olmadığı”dır. Her din “şayet inanırsanız ölümün son olmadığı, dolayısıyla ölümsüzlüğün” sözünü veririr. Dini çekici kılan da budur… İşte yazı buna dair ve gömülmesine izin verilmeyen Hatun Tuğluk’un anısına…
Ölüm bastırmakta, görmezden gelmekte en başarılı olduğumuz bir meseledir. Buna rağmen yaşadığımız dönemde çok yakınımızda. Pandemi, yoksulluk, zulüm ÖLÜmü yakınımıza getirdi. Buma rağmen ÖLÜmü yazının konusu yapmak yaşadığımız ruhsal realiteye çok uygun değil.
Doğduğumuz günden başlarız ölmeye; ölmek ve son, hep korku yaratır içimizde. Psikanalist Kurt R. Eissler, doğumdan sonra insan hayatındaki en önemli olayın ölüm olduğunu söyler ve “Ölümün ön koşulu yaşamaktır” der (1992, 14). Ölüm en önemli bilinmezliği içerir. İnsanı korkutan, belki de korkunç olan budur: Güneşin yarın doğacağını bile mutlak olarak iddia edemeyiz; ‘evrende değişiklik olmazsa, mesela bir meteor dünyaya çarpmazsa, kıyamet kopmazsa’ gibi ön koşullar koyarız.
Ölüm ise koşulsuz bir gerçekliktir; mutlaktır! Bizim sonsuzluk kurgularımız, ‘ilelebet’ var olacağını söylediğimiz ‘devletimiz, milletimiz’ söylemleri bir arzuyu (ebedi var olmak) ve korkuyu (yok olmak) gösterir ve derin bir narsistik fanteziye işaret eder. Narsistiktir, çünkü şımarıklıktır. Milyonlarca yıl dünyanın hakimi olan dinozorların fosillerine rastlamak bir sansasyon günümüzde…
ÖLÜMSÜZLÜK DESTANI
Dünyanın faniliği, hayatın bir sonunun olduğu bilinci insanı ölümü düşünmeye, anlamaya, kavramaya zorluyor. Ölüm üzerine düşünmek tarih boyunca kaçınılmaz olmuş, çeşitli kültürler aynı zamanda ölümü yorumlamayı denemişler. Evrensel konulardan biri ölümü anlama ve yorumlama çabası. İnsan ölümü kabul etmek istemiyor. Gılgamış efsanesinin yazıldığı tabletleri Fransızcaya çeviren Jean Bottero, Gılgamış için “ölmek istemeyen büyük insan” der (2005, 21-22). Akadca ve Hititçe gibi çeşitli versiyonları olan Gılgamış Destanı’ndaki en önemli ortak temalardan biri, Gılgamış’ın sonsuzluğu, yani ölümsüzlüğü araması değil midir? (Adalı, 2005).
Ölüm bir bilinmez. İşte bu bilinmezliği bilinir kılma çabası evrensel bir çaba ve tarih boyunca çeşitli kültürler bunu denemişler. Dinlerin çıkış yeri ölümü anlamak ve anlamlandırmaktır. Ölüm bilinen en uç olay. Destanın önemli figürlerinden biri olan Utnapiştim “yaşamı bulan” ve ölümsüzlüğü bilen biri, ama bu sırrını Gılgamış’a veremiyor. Gılgamış Destanı’nda da dünyaya paralel bir öbür dünya, yeraltı dünyası var (Maul, 2007, s. 104). Yani ölüm bir son değil, bu dünyadan ötekine bir göç.
Destanda, ölümdeki ölümsüzlüklerden birinin ‘anımsamak’ biçiminde olacağına işaret edilir: “Hatırla beni dostum / Sakın unutma çektiklerimi” (Bilgin, 2005, s. 54). Unutulmamak ve anılarda yaşamak da sembolik olarak ölümsüzlük, ölüme karşı durmak gibidir. Ölümden sonra unutulacak olmak, bazı insanlar için ölümden daha da acıdır. Unutulmak önemsizlik anlamına geldiğinden narsistik incinmeye yol açar. Başka bir narsistik durum olan ‘yerinin doldurulamaz olması’ tasarımı da bununla yakından ilgilidir.
Masalda, günümüzde de insanı meşgul eden sorularla karşılaşırız. Mesela manalı ölümler… Günümüzde vatan-millet için ölmek, kendini feda etmek ve kurban olmak ‘en manalı’ ölüm olarak konseptleştirilir ve şehit olanlar Tanrı tarafından cennete gönderilerek ödüllendirilir. Namus için ölmek de anlamlı bir ölüm olarak sunulur. Yaşlanarak ve hastalanarak ölmek sıradan, heyecan vermeyen ölümlerdir; boşuna, argo söylersem, pisi pisine bir ölüm sanki… Gılgamış’ın en yakın arkadaşı, sevgilisi, gölge yanı olan figür Enkidu, ölüm döşeğinde ölmesine, “kavgada ölmemiş olmasına” hayıflanır (Bürgin, 2019, s. 81).
İnsan ölüm karşısındaki çaresizlik sorununu, yücelik ve yükseklik fantezisine kaçarak, ölümsüzlüğü bularak çözmeye çalışıyor. Ölmüyoruz, öteki dünyaya göçüyoruz… Destanda da ölümden kaçış, bir ölümsüzlük arayışına dönüşür. Utnapiştim kıyameti yaşamış ve ölmemeyi başarmış biridir. İbrahimî dinlerde rastladığımız Nuh anlatısıdır.
Öleceğimizi bilmekle, ölme bilincinin başlamasıyla birlikte ‘Ölümle ne oluyor, ölüm bir son mu?’ soruları ve ölümsüzlük arzusu beliriyor. Ölümle birlikte her şey bitiyor demek, narsistik açıdan ağır bir yenilgi gibi. Ve biz Gılgamış’tan bu yana ölümlü olmakla baş edemiyoruz. Gılgamış, üreterek (kültür) ve kalıcı eserler bırakarak da ölümsüz olunabileceğini bize gösterir. Bu, reel ölüme rağmen insanların anımsamasıyla başka bir biçimde ölümsüz olma projesidir.
En yaygın ölümsüzlük algısı gelecek nesli doğurup büyütmektir: İnsan farkında olmadan çocuklarında yaşadığını, kendisini çocuklarında sürdürdüğünü kurgular. Ölüm bir çelişkiyi içerir. Bir son, bir bitiştir. Evrenin düzeninden ötürü gene de hayatın bir sürekliliği vardır: Biri ölür, başka biri doğar ve hayat devam eder. Ölümün kaçınılmazlığı ve bu devamlılık çoğu kez tanrısal bir kurgulanmışlık olarak konseptleştirilir. İbrahimî dinlerde önce ölüm yoktur; insan sonsuz olarak tasarlanmıştır. Slavoj Žižek, psikanalist Julia Kristeva’dan alıntılayarak cennetten kovulmayla hayatın, daha doğrusu ölümün ortaya çıktığını yazar (2016, s. 53). Müslümanlar için yeryüzü ve yaşam bir sınav sürecidir ve sınavın sonu ölümdür. Bu kontekstte yaşam aslında bir tür cezalandırma sürecidir. Ölüm de ölümsüzlük içerir, çünkü öteki dünyada devam eder…
KÜLTÜR ÖLÜMÜN KUCAĞINDA DOĞAR
Sigmund Freud ölümün bilinen bir şey olduğunu, bilincin her insanın öleceği bilgisinde olduğunu, ama bilinç ötesinin ölümü tanımadığını, bu anlamda bilinç ötesinde sadece ölümsüzlüğün olduğunu yazar. Yani Freud ölüm konusunu birçok kontekstte önemser; teorisini kurarken bir dualiteden yola çıkar: Eros ve Thanatos; yaşam ve ölüm düalizmi. Ölüm onun teorisinin en önemli konularından biri: Ölümsüzlük, doğaya üstünlük, doğa yasalarının da üzerinde olmak arzusu…
Benedict Anderson’a göre (1997) dinleri çekici kılan şey ölümü ölümsüzlüğe transforme etmeleri (cennet, cehennem, reenkarnasyon) ve böylece ölmüş biri ile yaşayan ve doğacak olan biri arasında bir bağ ve bağlantı kurmaları, sonuç olarak sonlu bir dünyada sonsuzluk düşüncesine yol açmalarıdır. Aydınlanmayla gelişen ‘ölümün bir son olması’ fikri çoğu kez bir rahatlamaya ve kurtuluştan çok bir acıya yol açtı.
Ölümü düşünmenin ve ölümü bir son olarak kabul etmenin zorluğundan yola çıkan Eski Mısır Kültürü uzmanı Jan Assmann (2003), “ölüm”ün kültürü doğurduğunu, kültürün merkezinde gene bu konunun olduğunu yazar. İnsanların bilgileri ölümlülüklerinden ötürü sınırlıdır. Bu sınırlılık, yaşama dair bazı bağlantıları kurmalarını olanaksız hale getirir. İnsan bilgisizdir, daha doğrusu, sadece sınırlı bir bilgiye sahip olabilir. Bu sınırlılık onun ölümlü olmasıyla, bilgiyi sadece belirli bir zaman diliminde sınırlı edinebileceğiyle ilişkilidir.
Tanrılar ölümsüzdür. Bu anlamda geçmişin tanığıdırlar ve geçmişte ve gelecekte de var olacaklardır. Bu çok bilgililik tanrılara bilgileri birbirleriyle ilişkilendirme olanağı da verir. Böylece çok bilgiden ötürü böylece bilgiyi yeniden ve daha fazla üretme şansına sahiptirler. Ayrıca tanrı olmalarından ötürü bir bilgiyi ve olguyu sonsuz ve sınırsız yaklaşımlarla kavrayabilirler. İnsanın bilmediği sırları bilmeleri de onların gücünü artırıyor. Tanrıların ölümsüzlüğü konseptinde, aslında insana dair sonsuz ve sınırsız güç arzusunun projeksiyonu vardır. Assmann, kültürün kaynağı olan ölüm konusunda kültürler arasındaki temel bir ayrıma dikkat çeker: “Ölümü kabul eden kültürler” (Todeshinnahme) ve “ölüme isyan eden kültürler” (Todesauflehnung).
Ölümü kabul eden kültürlere göre, insanın özel bir konum ve yeri yoktur, doğanın bir parçasıdır ve tekrar ölerek doğanın parçası olmaya geri döneceklerdir. Ölüme isyankar kültürler insanın ruhu olduğuna ve bu ruhun ölmediğine vurgu yaparlar (s.19). İbrahimî dinler insanı tanrıdan alta ama bitki ve hayvanlardan üste koyar. İnsan tanrı kadar olmasa da bilgiye sahiptir, düşünme yeteneği vardır ve diğer canlılardan üstündür. Bu üstünlük onu tanrı yapmaz, çünkü bilgisi, bilgilenme koşulları sınırlıdır ve ölümlüdür (s. 7).
Tanrı tasarımında insanın ölümsüzlük ve her şeyi bilme arzusunun narsistik renkleri de vardır. Freud’un “birincil süreçli düşünme” dediği, düşlerden bildiğimiz bir fenomen vardır: Zamanın kronolojikliğinin ortadan kalkması, mekanın yok olması. Bir insanın rüyasında A kentindeki evini B kentinde düşlemesi, aynı anda dün, bugün ve yarını yaşaması, kendisi olması ve kendisinin de dışında olması, ölmüş biriyle sohbet etmesi. Freud bilinç ötesinin ölümü bilmediğini söyler. Ölüm kültürün başladığı yerdedir ve kültür ölümün kucağında doğar.
İnsan mükemmeli Tanrı’ya projekte ettiğinde geriye kalan yetersizlik duygusudur. Cennetin en güzel yer olması belki de bu yetersizliğe karşı bir teselli, bir ödül olarak kurgulanmıştır. İnsan geleceği doğumdan ölüme, kronolojik olarak kurgular. Zamanı ileriye, geleceğe doğru ilerleyen, akan bir metafor olarak düşünürüz. Müslüman için doğumdan çok ölümdür sıfır noktası ve bu noktadan başlayarak geriye doğru hayatı akıtır.
Şunu anlatmaya çalışıyorum: Latin alfabesinin okuma strüktürü soldan sağa doğrudur. Arap alfabesi ise tam tersi, sağdan soladır. Zamanın strüktürünün başlangıcı olarak sona, yani ölüme vurgu yapar. Bunun anlamı şudur: Ölüm sonrasına göre hazırlanmak için hayatı düzenlemek gerekir. İnsan fanidir, bu dünya fanidir; ölümle birlikte asıl dünyaya göç edeceğimizden kendimizi ona hazırlamalıyız. Yaşadığınız hayatın kutsala adaptasyonuna göre gideceğiniz yer belirlenir.
Müslüman olmanız bir bonustur ama cenneti garantilemez. İslam ölümün belirsizliğini ortadan kaldırmıştır; insan ruhu sonsuza kadar yaşayacaktır. (Burada tanrısal bir özellik edinilir, ama bu tanrının isteğiyle ve izniyledir.) Ölümün belirsizliğinin yerini ise başka bir belirsizlik almıştır: Öte dünyaya gideceğiz ama nereye gideceğimiz (cennet ya da cehennem) belirsizdir. Öteki dünya tasarımı belirsizliği içerir ve umut ile korku arasında bir denge yaratır. İnsanın her koşulda affedilme ve cennete gitme ihtimali vardır, bu umudu besler ve cehennem korkusunun ağır basmasını engeller. Cehennem korkusunun ağır basması boş vermişliği ve dinden uzaklaşmayı kolaylaştıracağından, her koşulda cennetin kapısı açık tutulur.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***