Türkiye’nin eski sömürge bölgelerinde Fransız işlerine çomak soktuğu bir dönemde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron patlamayla felaketlerin felaketini yaşayan Beyrut’a bir kurtarıcı edasıyla indi. “Fransa dönüyor” dedirten sansasyonel ziyaret yerine göre gıptayla, şaşkınlıkla ve tepkiyle izlendi.
On yıl öncesinin Türkiyesi olsaydı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan muhtemelen taziye için Beyrut’a giden ilk lider olurdu. 24-25 Kasım 2010’da Beyrut ve Trablus’ta büyük bir coşkuyla karşılanan Erdoğan yıllar içinde Lübnan siyasetinin pek çok unsuru açısından “istenmeyen misafir” oluverdi.
Buna karşın Macron, yolsuz ve mezhep tabanlı sistemin çöküşü olarak görülen Beyrut patlamasını dış politikasına bir yıldız kondurmak için fırsata çevirdi. Erdoğan’ın ağzından çıksa yeri yerinden oynatacak sözler sarf etti. “Organize yolsuzluk tarafından ele geçirilmiş sistemin değiştirilmesini” ve “yeni bir siyasi düzen kurulmasını” istedi. “Lübnan liderlerinden açık yanıtlar bekliyorum” dedi. Pek buyurgandı! Hesap sormak için 1 Eylül’de döneceğini söyledi.
Oldukça sıra dışı! Macron 1946’da sömürgenin bittiği eşikte durup Lübnan’ın geleceğine oynar gibiydi. Bu poz Fransızlara bile çok geldi. Öyle ki Humanité gazetesinden Pierre Barbancey “Macron kendisini General de Gaulle ya da Napolyon mu sandı?” diye sordu. Eleştiriler üzerine Macron “Liderlere emir vermiyorum. Fransa Lübnan’da rolünü oynamazsa iç işlerine Türkiye, İran, Suudlar karışır” diye kendini savundu.
Macron’un yolsuzluk eleştirisinin muhatabı olan liderlerin çoğu Paris’in dostları. İnfilak eden 2 bin 750 ton amonyum nitrat altı yıldır limanda tutulurken bu süreçte dört yıl başbakanlık koltuğunda oturan kişi Fransa’nın gözdesi Saad Hariri idi. Acaba koltukta hâlâ Hariri oturuyor olsaydı Macron aynı hışımla gelir miydi? Ve ayrıca 1989 Taif Anlaşması ile revize edilse de sorunların temelinde yatan mezhepçi sistem Fransızların eseri. Bu sistem 1943’te kurulduğunda sömürgenin bitmesine daha üç yıl vardı. Fransa sistemin hep savunucusuydu.
Her neyse Macron’un popstar havası, Arap Baharı sırasında başarısız müdahalelerden sonra Fransa’nın sörf yapma arzunu gösteriyor. Fransız medyası bunu Jacques Chirac’ın 1996’daki Kudüs ziyaretiyle kıyaslıyor.
Buna karşın Türkiye’ye ne oldu da Lübnan’da zemin kaybetti?
Kuşkusuz Türkiye yardım seferberliğinden geri kalmadı. Macron’un ardından Erdoğan da 8 Ağustos’ta yeni yardım vaatleri ve yeniden inşaya dönük öneriler eşliğinde yardımcısı Fuat Oktay ile Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu Beyrut’a gönderdi. Fakat Beyrut’ta Macron’u karşılayan siyasi iklim artık Erdoğan için çok umut vermiyor.
Her şeyden önce Türkiye, Lübnan’ın iç çelişkileri karşısında kuşatıcı değil, bir tarafa kayan ve kendi etki ajanlarıyla alan açan bir aktör haline geldi.
Türkiye’nin Suriye politikası Lübnan’a çok olumsuz yansıdı. Radikal İslamcıların Suriye’de palazlandırılması, yanı başında çok kırılgan bir etnik, dini ve mezhebi mozaiğin üzerinde duran Lübnan’ı korkuttu. Suriye krizinden birkaç yıl önce Trablus ve Akkar bölgeleri ile Filistin kamplarındaki Selefi-İslamcı yapılanmalar Lübnan’ı nasıl bir tehlikenin beklediğini zaten göstermişti. Devamında 2013’te Hizbullah Suriye savaşına girince Lübnanlı unsurlarla Türkiye bir savaşın karşıt tarafları haline geldi. Erdoğan, İsrail’e yönelik eleştirileri ile Lübnan’ın “direniş hattı”nda edindiği sempatiyi de kaybetti.
İkincisi, Türkiye’nin mezhepçi yönelimi ve Sünnilerin hamiliğine soyunması Lübnan’da belli kesimlerin hissiyatını okşasa da birçoğuna ülkenin yakıcı geçmişini ve bugünkü çıkmazlarını hatırlatıyor.
Üçüncüsü, Erdoğan’ın Osmanlı’nın küllerine üfleyen hevesleri Lübnan’ı korkutuyor. Sadece 1915 soykırımında arta kalan Ermeniler ve Süryaniler değil Osmanlı misarısını hayırla anmayan çok Arap var. Lübnan Osmanlı ile ilgili tartışmalarda sert tepkilerin verildiği ülkelerin başında geliyor. Mesela Arapların “Kan Dökücü” (Seffah) lakabını taktığı Cemal Paşa’nın 1915-1916’da Şam ve Beyrut’ta idam ettirdiği aydınlar asla unutulmadı. 6 Mayıs 1916’da Beyrut’un Burc Meydanı’nda darağacında asılanların anısına bu tarih “Şehitler Günü” ilan edildi. Meydanın ismi de Şehitler Meydanı olarak değiştirildi.
Dördüncüsü, Türkiye diplomatik aygıtların yanı sıra istihbarat ve sivil örgütleriyle Lübnan’daki Türkleri yeniden keşfe girişti. Bu, ülkenin resmi unsurları tarafından da tehlikeli girişimler olarak not ediliyor.
Ve son olarak Türkiye’nin yakın çalıştığı Sünni aktörlerin bir kısmı uzaklaştı. Erdoğan’ın Saad Hariri ile arası Türk Telekom’u onun şirketi Oger Telecom’a satacak kadar iyiydi. Skandal bir satışın ardından Oger milyarlarca dolar batık kredi bırakarak Türkiye’yi terk etti. Fakat bundan daha önemlisi Hariri ailesi öteden beri Suud ekseninde. Riyad-Ankara gerilimlerinden sonra Gelecek Hareketi içindeki Sünni ortaklar bazı istisnalar hariç Riyad’ı kızdırmamak için Ankara’dan uzak duruyor.
Haziranda Ermeniler ile Türkiye kökenli Lübnanlılar arasında yaşanan gerilim, AK Parti döneminde Lübnan’da Türkiye’nin yerinin artık neye benzediğini göstermesi açısından önemliydi. 10 Haziran’da El Cedid televizyonunda eski Çevre Bakanı Viam Vehhab, Erdoğan’ın bölge siyasetini eleştirirken Ermeni sunucu Nişan Der Harutyunyan da “çekilmez bir Osmanlı” ifadelerini kullandı.
Ermenilere ağır hakaretler savuran sosyal medya mesajları yağarken, “Mardinliler” olarak bilinen Lübnan’daki Türkiye kökenli Arapların önde gelen isimlerinden Munir Hassan, “Osmanlı atalarımızın Ermenilere karşı gerçekleştirdiği katliamdan gurur duymalıyız çünkü bunu hak ettiniz” diyen ve Burc Hammud’daki Ermenileri temizlemekten bahseden bir video paylaştı. 11 Haziran’da kanal önünde protesto gösterisi düzenlenirken Türkiye de Lübnan’a nota verdi. Ardından Der Harutyunyan aleyhine soruşturma başlatıldı.
Ancak bu olay Ankara’nın Türkiye kökenli Türk, Kürt, Arap ve Türkmenleri örgütlediğine dair suçlamaların da önünü açtı. Al Akhbar gazetesinde Firas El Şufi, Erdoğan’ın 2010’da Türkmen köyü Kuveşra’dan başlayan ziyaretinden bu yana Türkiye’nin Trablus ve kuzey bölgesinde Müslüman Kardeşler tarzında “zekice” mekanizmalar geliştirdiğini yazdı. Sadece Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) değil, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve diplomatik misyonun da işin içinde olduğunu öne süren Şufi’ye göre bütün bu çalışmalar, Suudi-Emirlikler ikilisinin nüfuz kaybına uğradığı Sünniler üzerinde Türk etkisini artırmaya yönelik. Türkiye’de eğitim gören 10 bini aşkın Lübnanlı da bu çalışmalar için verimli bir altyapı oluşturuyor. Ayrıca Türk elçiliği, Lübnanlı Türkleri Türkiye pasaportu almaya teşvik ediyor.
Şufi’nin son tespitini teyit eden açıklama bizzat Çavuşoğlu’ndan geldi. Beyrut’ta “Canımız kanımız sana feda olsun ey Erdoğan” diye slogan atan kalabalığa “Ben Türk’üm, Türkmen’im deyip de vatandaşlık isteyen kardeşlerimize de Türkiye vatandaşlığını vereceğiz, bu cumhurbaşkanımızın bizlere talimatıdır” dedi.
Hazirandaki olaydan sonra Lübnan Genel Güvenlik Direktörü Abbas İbrahim, Yüksek Savunma Konseyi’ne bir dosya sunduktan sonra Türk büyükelçisiyle temasa geçip kuzeyde yolları kapatıp güvenliği tehdit eden göstericilerle bağlarını sordu. Al-Liva gazetesi de 4 Temmuz’da İçişleri Bakanı Muhammed Fehmi’nin Türkiye’ye ait bir uçakta beraberlerinde 4 milyon dolarla dört kişinin gözaltına alındığını belirterek “Türkiye gerilimi körüklemek için dış müdahalede bulunuyor” dediğini aktardı.
Anadolu Ajansı’nın Arapça bölümü suçlamaları reddetti. Yazıda birbirlerine düşman olan Hizbullah ile Suudi-Emirlikler eksenindeki medyanın Türkiye’yi şeytanlaştıran bir kampanya yürüttüğü belirtildi. Türkiye’ye karşı saldırılarla Sünni evini sabote etmek, Hıristiyanları korkutmak, Şiileri Hizbullah’ın arkasında kenetlemek ve Suudi-Emirlikler ikilisinden para koparmak gibi amaçlar güdüldüğü savunuldu.
Türkiye’ye ilgiyi dar bir kesime hapseden bir siyasetin Lübnan’ın geri kalanına hitap edemediği, hatta resmi kurumlarla ilişkileri olumsuz etkilediği ortada. Bu durum sadece hasım tarafların tutumlarıyla izah edilemez.
Yazar: Fehim Tastekin
Kaynak: Al-Monitor