Dardanel Gıda’nın Çanakkale’deki fabrikasında işçiler arasında koronavirüs vakalarının artmasının ardından fabrika yönetimi “önlem” adı altında işçileri gece yurtlara yerleştirip gündüz üretim başına getirme kararı aldı. Adına ‘kapalı devre çalışma sistemi’ denilen bu korkunç uygulamanın gerçek adının ‘çalışma kampı’ olduğunu, haberi ilk okuduğunda anlamayan yoktur.
Dardanel, 1570 çalışanının 1000’inin kadın olmasıyla övünen bir işletme. Geçtiğimiz 8 Mart’ta “Dardanel’i Dardanel yapan ne varsa, 1000 kadın çalışanımızın emeği var” diyerek kadın emeğini nasıl da desteklediklerini anlattıkları bir reklam yapmışlardı. Reklamda “Dardanel bizim evimiz, her şeyimiz” dedirtilen kadın işçiler; salgın süresince “evde kal” çağrıları yapılmasına rağmen sürü bağışıklığı anlayışıyla çalışmaya zorlanırken, fabrikada her gün yeni bir vaka ortaya çıkarken, nihayetinde çalışma kampında kapılar üstlerine kilitlenip, “dışarı çıkana ceza var” denilirken ne düşünmüşlerdir?
Patronlar “Biz bir aileyiz, burası bizim evimiz” diye diye, her türlü zorluğun faturasını çalışana keserken; o “evin” hiçbir zaman kendi evleri olmadığını, “aile” diye içine hapsedildikleri cehennemin onların canını hiçe saydığını Gülay, Büşra, Hatice, Hamiyet ve daha pek çok kadın işçi gördü bir kez daha…
Ne zaman bir hak gasbı olsa, ne zaman apaçık bir eşitsizliğin üzeri örtülmek istense, ne zaman ki bir kölelik düzenine “sevgi, sadakat” kılıfı uydurulmak istense adeta sihirli bir sözcük gibi ortaya atılan bu “aile” sözcüğü, şimdilerde İstanbul Sözleşmesi’ne saldıranların da dilinde.
İstanbul Sözleşmesi’nin “aile”yi dinamitlediğini, “aile değerlerine aykırı” unsurlar içerdiğini söyleyip duran tarikat, cemaat çevrelerinin “ailesi” ile, Dardanel’in canlarını hiçe sayarak işçileri kapattığı çalışma kamplarında vücut bulan “aile” bir madalyonun iki yüzü adeta…
Biri; kadınlarla erkeklerin kesinlikle eşit olamayacağını, kadınların erkeklere itaat konumunda kalması gerektiğini, kadınların “fıtratları gereği” toplumsal, kültürel, ekonomik, siyasal alanlarda var olma haklarının yok edilmesi gerektiğini söylüyor. Esasen eşitlik nosyonuna bayrak açmış durumdalar yani. Tüm cinsiyetlerden, cinsel yönelim, din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapmadan tüm yurttaşlar arasında eşitlik hakkının tüm gerekleriyle kullanılabilir hale getirilmesinin şiddeti önlemek için birincil önemde olduğunu, “gelenek, töre, din, namus” gerekçelerinin şiddetin bahanesi kabul edilemeyeceğini söyleyen İstanbul Sözleşmesi’ni, mevzuyu bile isteye saptırarak “aile düşmanlığı, sapkınlık, cinsiyetleri ortadan kaldırmak isteyen dış mihraklar” filan gibi ipe sapa gelmez argümanlarla hedefe koyuyorlar.
Diğeri ise; kadınların eşitsizliğinden beslenerek onları ucuz, uysal, itaatkar, kanaatkar iş gücü olarak sömürmenin, bu sömürü düzenini korumanın derdinde hep. Bu sermaye için kimi zaman en gerici güçlerle iş birliği yaparak kadınların ataerkil değerlerin kıskacında kalmasını sağlayarak, kimi zaman ise “ilerici” değerlere sahip çıkıp kadınların emek piyasasına ucuz emek gücü olarak girişlerini garanti altına alarak gerçekleşiyor. Bu bir çelişki değil; ihtiyacı neyse, onu yapıyor. Bazen “biz bir aileyiz” deyip çalışma kamplarında ölümüne çalışmayı meşrulaştırmak da, kadın işçiler sendikalaşmak istediklerinde “hakkında kötü sözler çıkarırız, kocana, babana, mahallene rezil rüsva olursun” diyerek korkutmak da, bir kadın işçi bir formen tarafından şiddete uğradığında, şikayetçi olduğunda kadını erkek formenin “erkeklik gururunu kırdığı için” işten atmak da buna dair… 8 Mart’ta, 25 Kasım’da “kadınlara değer veriyoruz, eşitliğe inanıyoruz, kadınların daha çok çalışma hayatına katılmasını istiyoruz” reklamları da buna dair… Tabii; bu reklamlarda; kadınların yaşadığı eşitsizliğe, hak gasplarına, şiddete karşı yükselen taleplerin, bu konuda yayılan tepkinin de etkisi olduğunu unutmamak lazım.
İŞYERİNDE ŞİDDET, BASKI, AYRIMCILIK DA SÖZLEŞMEYE DAİR!
TÜSİAD’ın kurumsal bir açıklama yapmasının ardından TÜSİAD’ın ağır topları olan Koç Holding, Sabancı Vakfı ve Borusan Holding’den, Zorlu grubundan ayrı ayrı İstanbul Sözleşmesi yükümlülüklerine uyulması açıklamaları geldi. Daha pek çok sermaye grubu da kimisi açık açık sözleşmenin ismini geçirerek, kimisi “şiddete karşıyız biz, kadınları destekliyoruz” sözleriyle biraz da üstü kapalı bir biçimde İstanbul Sözleşmesi’ne dönük tartışmalarda taraf oldular.
Güzel…
Ama hatırlatalım;
İstanbul Sözleşmesi; devlete her türlü eşitsizlik ve ayrımcılığın önlenmesi konusunda yükümlülük veriyor. Yani bu sermaye gruplarının işletmelerinde, fabrikalarında, kurumlarında kadınların erkeklerden daha az ücrete çalıştırılmamaları, kadınlara yönelik cinsiyetçi uygulamalar, baskı, mobbing, aşağılamanın ortadan kaldırılması, kadınların çalışma haklarını kullanabilmeleri için gereken kreş ve emzirme odalarının açılması, kadınlara yönelik işyerindeki şiddete karşı önlemler alınması, şiddet ortaya çıktığında zararın tazmin edilmesi, bunları önlemek için açık seçik politikalar ortaya konması, işyerinde şiddet ve ayrımcılığın önlenmesindeki en önemli araç olan sendikalaşma haklarının gasbedilmemesi, sendikalaşma süreçlerinde kadınlara yönelik toplumsal ve ailevi baskıları kullanarak yıldırma operasyonları yapılmaması da sözleşmeye dair! Anayasa’ya dair! Yasalara dair!
#İstanbulSözleşmesiYaşatır derken kadın işçileri ya açlıktan ya da virüsten ölmek arasındaki sarkaçta bırakmamak da tutarlılığa dair!
Koç grubuna bağlı Ford Otosan fabrikasından bir kadın işçinin sorduğu sorular hayati: “Kreş açması gerekirken bunun yerine çocuk parası veren, adet döneminde revire gitmek için bin takla atmak zorunda bırakan, sürekli yürüyen üretim alanında bazen tuvalete gitmek için bin türlü çileye maruz kalan bizler buna ne kadar inanalım? Kadın hakları ve toplumsal cinsiyet konusunda çok hassas olduğunu iddia edenler kadınların sağlığını hiçe sayarak nasıl onları bu şartlarda çalıştırıyor?”
EŞİTLİK EN ÇOK BİZİM MESELEMİZDİR!
Bu sözleşme kadınların haklarından ve hayatlarından vazgeçmeme mücadelesinin, eşitlik haklarını garanti altına alacak yasal düzenlemelerin kadükleştirilmemesi çabasının önemli bir aracı. Tam da bu nedenle; sermaye gruplarının “ülkeyi iyice çadır devletine çevirmeyin, uluslararası alanda iyice ‘istikrarsız’ bir görünüme yol açıp sermaye akışını sekteye uğratmayın” diye bir alt mesajla sahip çıktığı İstanbul Sözleşmesi’nin gerçek muhataplarını; sendikaları, odaları, meslek örgütlerini, kadın-erkek işçileri seferber etmek gerekiyor.
Çünkü “eşitlik”, 8 Mart reklamlarında kadına değer verdiğini söyleyip, ilk fırsatta kadınları çalışma kamplarına kilitlemenin, “şiddete karşıyız” açıklamaları yapıp, fabrikada tuvalete bile gidemeyecek hızda çalıştırılan kadınların tüm haklarını gasbetmenin üstünü örtemeyecek kadar bizim meselemizdir!
Reklam
Yazar: Sevda Karaca
Kaynak: Evresnel