AHMET KURUCAN | YORUM
Türkiye’de cemaat davalarından dolayı tutuklanmış, hüküm giymiş ve bugün Avrupa’nın farklı ülkelerinde hayatlarını yeniden kurmaya çalışan birkaç kadınla konuşuyoruz. Karşımda oturan bu hanımefendilere bakarken içimden geçen ilk cümle şu oldu: Cesaret, imanla aynı oranda çoğalıyor. Bu kadınlar, dünün Nene Hatunlarına, Hala Sultanlarına, Sümeyye Validelerimize denk ve benzeri imtihanları yaşıyorlar. Her biri başımın tacı…
Nasıl olmasınlar ki?
Kendilerini tanıtırken kurdukları cümleler insanın ruhuna mıh gibi çakılıyor: “Rabbim nasip etti, 6,5 yıl yattım içeride.”
Bu nasıl bir teslimiyet, nasıl bir kelime tercihi? İnsan 6,5 yılı demir kapılar ardında, evlât hasretiyle, onur sınavıyla, güneşsiz günlerle geçirir de bunun adını “nasip” koyabilir mi?
Koyuyor işte… Çünkü orada kalan şey beden; yürüyen, dayanmayı bilen şey ise iman…
Bir diğeri anlatıyor: “Ben 7 yıl kaldım, eşim 5,5 yıl… Üç çocuğum vardı içeri girdiğimde. Yaşları küçüktü her birinin. Annem babam sağ olsunlar sahip çıktılar o süreçte.”
Bu cümlenin içinde kaç gece yarısı gözyaşı var? Kaç bayram sabahı çocuksuz uyanmak var? Ama yine de şikâyet yok. Çocuklarını emanet eden bir annenin yüreği var sadece… Ve anne-baba duasıyla ayakta kalmış bir insanın vefası…
Bir başkası şöyle dedi: “Hapis hayatım olmadı ama yargı sürecim devam ediyordu. Yakın bir zamanda muhtemelen tutuklanacaktım. Bu yüzden yurtdışına çıktım. Yarın Rabbimin huzuruna çıktığımda ‘Evlatlarınız için ne yaptınız?’ sorusuna muhatap olacağımı biliyorum… Evlatlarımız için, onların rehberliği adına çalışıyorum.”
Bu söz, gurbeti hafifleten bir cümle değil; gurbete anlam kazandıran bir irade. Kendi sancısını bir kenara koyup, ‘başkalarının’ acısını dindirmeye, azaltmaya çalışanların iradesi…
Ne büyük bir fedakârlık!
Sonra şu cümle geliyor: “7,5 yıl ceza aldım. 4,5 yıl yattım. Rabbime hamdolsun. Hiç pişman değilim. Çünkü yanlış bir şey yapmadım. O zalimlerle dünyada ve ahirette hesaplaşacağız.”
Bu cümlede öfke yok, beddua yok, nefret yok. Sadece adalet inancı var. Hiç kimseyi yakmadan, kimseye kin gütmeden, “Benim dava dosyamı hazırlayan savcı ile ve mahkumiyet kararı verip beni hapse gönderen hakimlerle hesaplaşacağım bir Mahkeme-i Kübra var!” diyebilen bir vakar…
İşte zulmün en çok korktuğu şey bu: İnsanı yıkamamak.
Bir başka hanımefendi ise şöyle dedi: “Ben 7 ay içeride kaldım. Zor günlerdi. Bu cezayı hak edecek hiçbir suçumuz yok. Zulmettiler bize ve hâlâ ediyorlar. 8 yıl oldu yurtdışına çıkalı. Yeni bir dil, yeni bir kültür, yeni bir hayat düzeni… Allah’a hamdolsun. Şikayetimiz yok. Tek derdimiz Türkiye’deki çilekeş insanlarımız.”
Bu söz, gurbette bile memleketin acısını yüreğinde taşımanın adı…
Zalimlerin zulmü büyüktür; evet… Hayatları alt üst eden, çocukları anne-babasız bırakan, adalet duygusunu tarumar eden, insanı insan eden ne varsa çiğneyip geçen bir güç zehirlenmesi yaşandı bu ülkede. Ama unutulmasın: Zulmün büyüklüğü, mazlumun değerini azaltmaz; bilakis büyütür.
Bu kadınlar, sabrın adını yeniden yazdılar. İmanın ne olduğunu bize yeniden hatırlattılar. Çektiği acıyı bir başkasının yarasına merhem yapmak için eline kına gibi sürdüler. Fakat biliyoruz ki bu hikâyenin görünmeyen başka sayfaları da var: Annesiz, babasız büyürken dünyayı suçlayan; dinle, hizmetle, hatta kendi kimliğiyle kavgası artan çocuklar… Zulmün bitmesini beklerken yıllar içinde yorulan yürekler… Hakkını bu dünyada alamadan göçüp giden masumlar…
Bütün bunlar, yaşananların ağırlığını azaltmıyor; tam tersine, bu kadınların vakarını daha da büyütüyor. Çünkü zulmün bu dünyada mutlaka bittiğini söyleyemeyiz; tarih bunun tersine sayısız örnekle dolu. Fakat şunu söyleyebiliriz: Zulmün devam ediyor olması, mazlumun değerini eksiltmez; onun sesi çoğu zaman zamana yayılarak, gecikmeli ama derin bir etkiyle yankılanır.
O gün konuştuğum bu hanımefendiler belki yarın bir ülkenin kaderini değiştirmeyecek; bunu vaat edemem. Fakat emin olduğum bir şey var: Onların vakarından, sabrından, sessiz direnişinden doğan ışık, kimsenin göremediği yerlerde bile çocuklarının ruhuna bir iz bırakacak. Belki bugün acı, sızı ve kırgınlık olarak duran o iz, yıllar sonra adalet, merhamet ve insanlık adına bir bilinç hâline dönüşecek. Belki bir ülkeyi değil ama bir vicdanı, bir aileyi, bir neslin düşünme biçimini değiştirecek.
Benim ümidim; işte o ağır ve sessiz dönüşümlerde saklıdır. Zamanın nasıl akacağını bilemem; ama hakikatin, er ya da geç, insana kendini hatırlatma gücüne inanırım. Bu kadınların hikâyesi de o hatırlatmanın en sarsıcı, en onurlu biçimlerindendir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***







































