PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
İttihatçıların devleti kurtarmak için bulduğu yol olan ırk temelli millet konseptini kozmopolit Osmanlı veya Müslüman kimliği yerine topluma dayatmak, bunun yanı sıra da elde kalan topraklarda etnik mühendislik ve “etnik temizlik” yapmak, Birinci Dünya Savaşı sonrası iktidara gelen Kemalistler tarafından benimsendi.
Bu siyasetin Kürtlere yönelik yaklaşımının da mihenk taşını, birinci bölümde ifade ettiğim gibi, Şark Islahat Planı oluşturdu. Bu plan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtlere yönelik tutumunu ve pozisyonunu belirlemiştir ve bir devlet politikasıdır. Devlet politikası derken, iktidardan iktidara değişim göstermeyen, sabit ve sorgulanmaz bir siyaseti kastediyorum. Devletlerin iç politikalarında bu tür uzun erimli siyasetler nadirdir. Türkiye’de Kürt politikası en az değişime uğramış, adeta devletin ana taşıyıcı sütunlarından biri olan bir politikadır.
Şark Islahat Planı, Kürtlerin Türklük içerisinde eritilmesini ve Kürt kimliğinin yok edilmesini hedefler. Diğer bir ifadeyle Kürtlerin asimilasyonunu öngörür ve bunu devletin bekası için bir zaruret olarak kabul eder.
Türkiye devleti merkeziyetçi, üniter, yani tekçi, retçi, yani Türk kimliği dışında tüm kimlikleri reddeden bir devlettir. Bu künye, Türkiye Türklerindir şiarı üzerine kuruludur. Türk kimdir? Bunun iki yanıtı vardır: 1- Irksal ve etnik Türklük. 2- Anayasal Türklük.
Türk devletinin resmi tarih tezine göre Türklük ırksal-etnik bir kimlik olarak karşımıza çıkıyor. Bu tarih tezinin ana öyküsü Orta Asya’da başlar ve bir fetihler tarihi olarak seyreder. Dolayısıyla ilinti kurulan toprak parçası Anadolu değil, Orta Asya’dır. Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızlar kronolojik sırada Orta Asya (trans-Asya) kökenini işaret eder. Türklerin mitleri olarak Orta Asya mitleri okutulur. Oğuz Han, Ergenekon, Bozkurt gibi anlatıların tümü Orta Asya orijinlidir. Örnekler gerçekten o kadar çok ki buraya tümünü yazmak olanaksız.
Gelelim bunun modern diskura yansımasına: Cumhurbaşkanlığı forsundan bahsettim. Ders kitaplarında anlatılan ve genç beyinleri endoktrine eden tarih öyküsü de bunun nasıl politize edildiğine dair iyi bir örnektir. Orta Asya ata yurdu diskuru sıklıkla kullanılır. Modern Türkiye vatandaşları “esas yurt” olarak Orta Asya’yı görür. Kendi doğdukları coğrafya olan Anadolu’nun tarihi, arkeolojisi, folklörü, müziği, mimarisi ve diğer önemli öğeleri, resmi tarihin ilgi alanına girmez. Örneğin ülkenin arkeolojik buluntularına “ötekilerin tarihi” olarak yaklaşılır. Eğer buluntu Selçuklu veya Osmanlı ürünü değilse manipülasyona tabi tutulur.
Örneğin Yunan kalıntılarına Roma dönemi kalıntıları denir. Ama bundan daha da vahimi, yukarıda değindiğim üzere, Hitit, Frig, Yunan, Roma, Bizans dönemlerinden kalan buluntuların “ötekilerin” tarihinin parçası olarak kavranması ve tarih anlatısında bu şekilde yer almasıdır. Mesela Anadolu’daki kiliseler veya anfitiyatrolar “bizim kültürümüzün öğeleri” olarak kabul edilmez.
Bu kanıtlara dayalı argümanları çoğaltmak mümkündür. Net bir şekilde tespit ediyoruz ki “Türk” ve “Türklük” Anadolu temelli bir kimlik değildir. Orta Asya temelli bir kimliktir. “Orta Asya’dan gelmişiz” türü bir diskur, bu tarih yazılımının ve onun üzerine inşa edilmiş Türklük kimliğinin temelini oluşturur.
Türk kimdir sorusunun ikinci yanıtı olan anayasal tanım ise “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu” temeline dayanır. Bu, önceki tanımdan tümüyle farklı, hukuksal bir tanımdır. Potansiyel olarak civic bir kimliğe evrimle şansı olabilirdi, ancak bu mümkün olmamıştır. Çünkü ırksal-etnik Türklük konsepti dediğim gibi resmi tarih tezinin temelidir. Anayasal kimlik havada kalmıştır. Esasen anayasal kimlik tanımının bir tür zorunluluktan ortaya çıktığını düşünmek gerekir. Pragmatik olarak, asimilasyoncu politikalara dayanak teşkil edecek, herkesin kendisini Türk olarak görmesine zemin hazırlayacak bir tür üst kimlik “Türklük” gerekiyordu.
Kürtler özelinde, Kürtlere hepimizin Türk olduğunun ırksal-etnik Türklük tanımına dayandırılamayacağı açıktı. Bu nedenle dual tanım pragmatik olarak kullanıldı. Devlet her şeyiyle Türklük kimliğini ırksal-etnik bir kimlik olarak kullanırken ve bu doğrultuda toplumu kodlarken, etnik Türk olmayanlara – Kürtler başta olmak üzere – “bak hepimiz Türküz, Türklük anayasal bir kimlik” diyordu. Kendi içinde çelişkili görülse de, bu yaklaşımın hakim diskur olduğu ve “tuttuğu” yadsınamaz. Öyle ki, Türkiye’deki aydınlar arasında da ideolojik endoktrinasyon kaynaklı olarak bu diskurun sıklıkla kullanıldığını gözlemleyebiliriz.
Devletin öğrettiği tarihte anayasal Türklük – civic millet tanımı – hiçbir şekilde gerçek politikalara tekabül etmez. Mesela eğer Türklük civic bir zemine otursaydı, o zaman örneğin Hititlerin veya antik Yunan ve Roma’nın tarihlerinin de “bizim tarihimiz” olarak okutulması gerekirdi. “Türkiye halkının” birçok etnik grubun karışımından oluştuğu ifade bulurdu. Komşu Yunanistan’ın, Ermenistan’ın veya Irak’ın kuzenlerimiz olduğu anlatısı tarihte yer alırdı. Oysa bunun tam tersi vardır. Türk tarih tezi Yunan, Ermeni ve Arap imajları konusunda Nazi’ce bir tutum içerisinde, stereo-tipik düşmanca bir anlatıya sahiptir.
Keza İstanbul’un fethi gibi olaylar tümüyle ırki-etnik ve dini Türk kimliği perspektifinden anlatılmaktadır. Esasen beş yüz, altı yüz yıl önce meydana gelmiş savaşlar sonucu el değiştiren kentleri dün olmuş gibi tarihleştirmek ve o çatışmaları bugüne aktarırken o dönemin düşman figürlerini yeniden üretmek başlı başına patolojiktir. Ayrıca bu da o tarih anlatımının üzerine kurulmuş olan Türk kimliğinin ırksal-etnik temellere dayalı olduğunu kanıtlayan bir argümandır.
Ez cümle, devletin resmi tarihi Kürtlerin kendilerini ait hissedecekleri ortak bir civic üst kimlik değildir. Bu tarih öğretisi ve onun üzerine inşa edilmiş olan Türklük Kürtleri dışlıyor, onları öteki olarak kavrıyor. Şark Islahat Planı temelli siyaset de Kürtleri o ırksal-etnik Türklük içinde eritmeyi hedefliyor.
(Devamı var)
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































