SÜHEYLA GÜLTEKİN | YORUM
Geçenlerde karşıma çıkan bir videoda şöyle diyordu: “Dostlarım, günümüzde İslam ülkelerinin halini görüyorsunuz. Kaos, düzensizlik, sonu olmayan krizler… Bunların sebepleri açıkça ortada; İslam ülkeleri özgür düşünceyi tehdit olarak algılıyor. Saygı istiyorlar ancak bir başka dine karşı saygı göstermiyorlar. Mezhep kavgaları, birbirini satmaları ve din adı altında sürekli gelişimi engelliyorlar. Sorgulayan değil, itaat eden insan modeli yüceltiliyor… Diğer ülkelere baktığımız zaman düzen ve saygı olduğu çok belli. İslam ülkelerinde bu yok. Dini düşünce ve korku ile insanlara baskı yapılıyor. Eğer bir din insanları ilerletmek içinse bu kadar geri kalmışlığın açıklaması gayet açık ve net. Bu din geliştirmiyor, körleştiriyor. İslam ülkelerinde farklı inanca sahip insanların çoğu hayattan koparıldı. Ve bununla övündüler. Hoşgörü dini denilen İslam ülkelerinde, sayısız kadın, hayvan ve cocuk katliamları oluyor. Hoşgörü dini olduğunu söylüyorlar ancak ateist – deist – agnostik veya farklı inanca sahip insanlara saygı gösterilmiyor, hatta ölüm ile tehdit ediliyor. Günümüzde dünya çapında İslam’ın azalmasına şaşmamalı. Düşün, sorgula ve özgürleş.” (Video birebir alıntılandı, anlatım bozuklukları videoyu üreticisine ait.)
İslam’ı yermek için artık klasikleşmiş diyebileceğimiz, sürekli tekrar edilen bunun gibi 15-20 konu var. Bu konular internet ortamında, özellikle gençlerin yaygın olarak kullandıkları sitelerde sıklıkla tekrar ediliyor.
Temeli çok sağlam olmayan savunmasız gençlerin kafasını karıştıran bu videoların 1-2 milyon izlenmeleri oluyor. Türkiye’de bu işlere asıl kafa yorması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı gibi tonla para akıtılan kurumların yapacakları daha önemli işleri olacak ki, geleceğimizi kökten sarsan bu meseleye karşı pek bir çalışma yapmadıkları anlaşılıyor.
Uzun bilgi yüklemelerinin sıkıcı bulunduğu, kısa ve retorik yalanların, derin ve köklü hakikatlere kolayca tercih edildiği bu vefasız çağda; internet ortamı, savunmasız/temelsiz gençlerin kurtlara yem olduğu bir alana dönüşüyor. Faydası olur belki umuduyla ben bu portalda bana sunulan “fikirleri paylaşma hakkı”nı ara ara bu konulara temas ederek kullanmaya çalışacağım.
Bu yazının konusu başlıktan da anlaşılabileceği üzere İslam coğrafyasının ahval ve şeraiti üzerine: “İslam iyiyse, İslam ülkeleri neden bu halde?”
Öncelikle İslam ülkeleri neden bu halde derken “bu halde” ifadesinin içine nelerin dahil olduğunun iyi farkında olmak gerekir. Bu ifade genelde sadece bilim ve tekniği değil; kültürü, sanatı, müziği, mimariyi, görgüyü, toplumsal ahlakı da içine alacak şekilde ele alınıyor.
İslam ülkelerinin bugün bilim ve teknikte net bir şekilde geri kaldığı konusuna zaten pek bir kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Bunun; -Batı coğrafyasına bakan yönüyle- Avrupa’nın ticaret yolları üzerinde bulunmamasının bu coğrafya insanını yeni yollar bulmaya zorlaması, bulundukları coğrafya gereği denizcilikte gelişmek zorunda kalmaları, devasa kara parçaları yerine birbirleriyle daha kolay iletişim halinde olmalarını sağlayan yani kolay ulaşım olanakları tanıyan nehirler etrafında sehirleşmenin gerçekleşmesi ve bu yolla bilginin kolay yayılması, sömürgecilik geçmişleri vs. gibi pek çok sebebi olabilir.
Fakat buradaki mesele, bilim ve teknikteki geri kalmışlığın zaten doğrudan fakirliğe yol açtığını, fakirliğin de diğer tüm sorunları otomatik olarak beraberinde getirdiğini anlamaktan geçiyor. Yani karnı aç insanlardan kültürlerini geliştirmelerini, eğitimin önemini kavramalarını, stratejik akıl yürütebilmelerini, sanata değer vermelerini, kendileri açken hayvan haklarını öncelemelerini, çevreye zarar vermesin diye organik ürünler tercih etmelerini, kıyafete yatırım yapmalarını -istisnalar hariç- pek beklemezsiniz.
Bunların dışında yine fakirliğin de beraberinde; mutsuzluk, gerginlik, tahammülsüzlük, hak yeme eğilimi, kendini önceleme, kabalık, zorbalık gibi diğer pek çok toplumsal soruna sebep olabileceği aşikar olsa gerek. (Üstad Bediüzzaman Said Nursi, İslam toplumlarının üç temel sorununu; fakirlik, cehalet ve ihtilaf -Müslümanlar arası çekişmeler- olarak öngörüyor. Fakirlik cehalete, cehalet de ihtilafa yol açıyor diye yorumlarsak hatalı bir yorum yapmış olmayız sanıyorum.)
Yani İslam toprakları deyince akla gelen kaotik sahnelerin sebebini, bu ülkelerin dinlerinden çok teknikte geri kalmışlıklarına bağlamak takdir edersiniz ki daha isabetli bir yorum olur. Bu görüşü bu bölgenin tarihine bakarak da desteklemek mümkün.
Bugün modern dünyada Orta Doğu olarak adlandırılan coğrafya, 20. yüzyıla kadar, -dünyanın ticaret merkezi olduğu dönemlerde de, güçten düşüp fakirleştiği dönemlerde de tüm ekonomik geri kalmışlığına rağmen- son derece istikrarlı bölgelerdi. Osmanlı’nın parçalanıp İtilaf devletlerince bölüşülmesiyle ortaya çıkan Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Hicaz gibi ülkeler, o döneme kadar Araplar, Kürtler, Yahudiler, Hristiyanlar, Türkmenler gibi birbirinden farklı etnik toplulukların, tüm inanç ve kültür farklılıklarına rağmen huzur ve düzen içinde bir arada yaşayabildiği örnek topraklardı. (O zamanki kültürel çeşitliliğin halk nezdinde kabullenilişini bugünkü modern Avrupa’da bile bulmanın imkansızlığını anlatan Alman oryantalist Thomas Bauer’in, Türkçe’ye “Dünyada tekdüzeleşme, çeşitliğin kaybı” olarak çevrilebilecek “Die Vereindeutigung der Welt. Über den Verlust an Mehrdeutigkeit und Vielfalt” kitabını okumanızı öneririm.)
Benzer bir hoşgörü ortamı, Endülüs ve Sicilya’nın Hristiyanlarca fethinden sonra yaşanmadı mesela, toplumun Müslümanlarla ve Yahudilerle kardeşçe yaşamaları mümkün olmadı ve engizisyon dönemi başladı. Bugün Sefarad Yahudileri olarak bildiğimiz Türk Yahudiler, o dönem İspanya ve Portekiz’den Osmanlı’ya sığınan Yahudilerdir. O dönem Sicilya’da yaşayan Ortodoks Hristiyanlar bile, Katoliklerden daha hoşgörülü buldukları için Müslümanlara yardım etmişlerdir.
Orta Doğu kelimesinin ilk ortaya çıktığı 1900’lerden bu yana her daim kaosu çağrıştırmasının en önemli sebebi olarak; bu coğrafyanın özellikle sanayi devrimi sonrası sömürgecilik düzeni bağlamında hiçbir zaman kendi haline bırakılmamış olması, bölgede güçlü bir devletin varlığının kimi zaman politik girişimlerle kimi zaman istihbarat girişimleriyle kimi zaman da doğrudan savaş yoluyla sıklıkla engellenmesi ve bölgeyi doğal olmayan yollarla istikrarsızlaştırma çabaları gösterilebilir.
Başka bir deyişle bu bölge insanı, Müslüman değil de Budist olsaydı ya da tüm dinler kötüdür argümanına sığınanların arzu ettiği gibi dinsiz olsaydı da reel politiğin bir sonucu olarak sonuçlar hiçbir zaman “Norveç” olamayacaktı, diyebiliriz.
Diğer taraftan meseleyi hayattan memnun olmak çerçevesinde ele alırsak; Brezilya, Arjantin, Hindistan, Filipinler gibi Müslüman olmayan farklı farklı coğrafyalarda da toplumların hayatlarından memnun olduklarını söylemek, kaotik olmayan düzen dolu bir hayatları olduğunu iddia etmek, yöneticilerinin yolsuzluk yapmadığını varsaymak, dürüst ve insan haklarını önceleyen toplumlar olduklarını öne sürmek de oldukça güç. Dahası bu saydığım ülkeler dışında Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkelerde de uyuşturucu kullanımı, alkol tüketimi, antidepresan kullanımı, evsiz insanların sayısı gibi verilere baktığımızda, refah düzeyleriyle orantısız sonuçlarla karşılaşıyoruz. Bu da bize, “İslam doğrudan mutsuzluk ve kaos getirir” varsayımının tutarsızlığını gösteriyor.
Bunlara ek olarak yazının girişinde alıntıladığım videoda da değinilen “İslam ülkelerinde sayısız insan ve hayvan katliamları oluyor.” algısına da değinmek isterim. Dinsizlik ve refah deyince çoğu insanın aklına sadece Kuzey Avrupa ülkeleri geliyor, İslam deyince de uzun sakallı, etrafa nefret ve ölüm saçan IŞİD militanı kılıklı adamlar geliyor. Oysa yakın tarihe baktığımızda elimizde 15 milyon insanı katletmiş Sovyet rejimi, 40 milyon insanı katletmiş Çin rejimi, 6 milyonu katletmiş Nazi Almanyası, daha yeni demokrasi getiriyoruz bahanesiyle 1 milyona yakın Iraklı sivili katleden ABD, (İspanya, Hollanda, Fransa gibi ülkelerin sömürgecilik tarihlerinde katlettikleri milyonlara girmiyorum bile) gibi ülkeler var ve bunların hiçbiri Müslüman değil.
Bugün Müslümanların çoğunluğunun da zaten nefret ettiği IŞİD gibi örgütlerin marifetlerini, Saddam ya da Esed gibi dikta rejimlerin öldürdükleri sivilleri dahil etsek bile Müslümanların katlettiği insan sayısı, gayri müslimlerinkinin çok altında kalıyor.
Durum böyleyken “Müslümanlar katliamcıdır!” algısının alelade kendiliğinden, tamamen Müslümanların eylemlerinden kaynaklanan bir algı olduğunu söylemek mümkün mü? Burada amacım Müslümanlar tarafından hayata geçirilen ve her halükarda kimliği ya da dini mensubiyeti ne olursa olsun lanetlenmesi gereken olayları meşrulaştırmak elbette değil, yeryüzünde İslam dinine mensup olmayı hak etmeyen ve Allah’ın emirlerine ihanet eden çok sayıda Müslüman olduğu da bir gerçek. Ama yıllardır ilmik ilmik işlenen katliamcı din ya da terör dini gibi algıların da hakkaniyetli olmadığına ve kasti olarak yanlış bağlama oturtulduğuna da biraz olsun ayık olmak gerekir kanaatindeyim.
Mesela 2023 yılında ABD’de resmi rakamlara göre her gün en az 1 veya 1’den fazla toplu saldırı suçu işlendiği kayıtlara geçmiş durumda. Üstelik toplu saldırı olarak değerlendirilen şey, saldırgan hariç en az 4 kişinin saldırıya uğraması olarak kabul ediliyor. Dünyanın herhangi bir yerinde Müslüman asıllı biri bir saldırı yaptığında haberin derhal “İslami Terör” olarak adlandırılıp tüm basın organlarında yer almasına bu kadar alışkınken, dünyanın en zengin ülkesinde istisnasız her gün toplu saldırı olarak adlandırılan olaylar yaşandığı halde bu bilginin haber değeri görmemesi ya da arka plana itilmesi, ister istemez İslam üzerine söylenen pek çok şeyin bilinçli bir algı çalışmasının ürünü olduğu izlenimini veriyor.
Tüm bu verilere rağmen, yani katliamlar üzerinden bir karşılaştırmaya girdiğimizde İslam ülkeleri ön sıralarda yer almasa bile, bilhassa Orta Doğu’daki İslam ülkeleri yönetimlerinde otoriterlik eğilimlerinin yüksek olduğu ve ifade özgürlüklerinin kısıtlı olduğu hepimizin bildiği bir gerçek. Fakat bunu da doğrudan İslam’la ilişkilendirmenin hakkaniyetli olmadığını, ABD merkezli insan hakları kuruluşu Freedom House’nin verileri açıklıyor.
Freedom House’nin verilerine göre Rusya, Çin gibi devasa nüfuslu gayri Müslim ülkelere kıyasla Endonezya (285 milyonluk nüfusla dünyanın en büyük müslüman ülkesi), Tunus, Senegal, Pakistan gibi Müslüman ülkelerinin, ifade özgürlükleri konusunda puanlarının çok daha iyi oldukları anlaşılıyor. İran gibi İslam ülkeleri içinde de zaten en baskıcı diyebileceğimiz ülkenin puanı bile 1 milyarlık Çin rejimiyle aynı.
İnsanları toplama kamplarında asimile etmeye çalışmak, kısırlaştırmak, çocukları anne babalarından koparmak, devletin zenginleşmesi için insanları yaşamaya vakit bulamayacak kadar yoğun çalışmaya mahkum etmek; kadınlara zorla başlarını örttürmekten daha kabul edilebilir bir otoriterlik düzeyi değil çünkü. İşte tüm bunlar, bizlere Orta Doğu İslam rejimlerindeki kısıtlamaları, doğrudan İslamla ilişkilendirmenin sağlıklı yorumlama biçimleri olamayacağını, gayri Müslim ülkelerde de otoriterlik eğilimlerinin farklı farklı sebeplerle ortaya çıkabildiğini gösteriyor. (Düşünce özgürlüğü kavramı bugün pek çok islam ülkesinde pratiğe dökülememiş olsa da İslam’ın özünde algılanış biçimini hadisler, ayetler ve İslam tarihinde uygulanışları üzerinden saatlerce konuşmak zaten mümkün ama ben bu yazıda günümüzdeki yaşam pratikleri üzerinden meseleyi ele almak istediğimden bu açıya bu yazıda girmeyeceğim.)
Diğer taraftan demokrasi kültürü en gelişmiş ülkeler olarak gördüğümüz ABD gibi ülkelerde ya da Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya gibi Kıta Avrupası ülkelerinde, bir süredir değişen ekonomik koşulların; çevre ve iklim değişikliği gibi konuların ya da düşünce özgürlükleri, insan hakları gibi kavramların bu toplumlarda ele alınış biçimini ne kadar çabuk değiştirdiğini sarsıcı bir şekilde gözlemlediğimiz günlerden geçiyoruz. İslam coğrafyalarına kıyasla ekonomik anlamda hala çok çok iyi durumda olmalarına rağmen, ırkçı partilere olan teveccühün hızla arttığını, göçmenlere olan tahammülün çabucak azaldığını, insan haklarına tamamen aykırı olmasına rağmen sığınmacıları kendi ülkelerine ya da Afrika ülkelerine geri gönderme gibi seçeneklerin kolayca gündeme getirilebilir olduğuna tanıklık ediyoruz.
Gelişmiş Batı ülkelerinin son dönem insan hakları üzerine verdikleri sınav, Irak ya da Afganistan gibi yıllarca havadan bombalanmış, Lübnan gibi sıklıkla dış müdahaleye maruz kalmış ülkelerin insan hakları karnesini dinlerine yormanın anlamsızlığını son derece net bir şekilde ortaya koyuyor, toplumların insan hakları kavramını ele alış biçimlerinin içinde bulundukları refah ortamıyla doğrudan ilişkisini bizlere açıkça gösteriyor.
Özetle, yalnız İslam coğrafyasına özel sanılan ya da öyleymiş gibi gösterilen baskıcı yönetimler, zorba insanlar, farklı inanç ve görüşlere tahammülsüzlük, saldırganlık gibi negatif algılar; -coğrafi konumu, iklimi, tarihi arka planı gibi faktörlere göre keskinliği ve oranı değişse de- ekonomik gelişimini tamamlayamamış hemen tüm ülkelerde farklı şekillerde gözlemlenebilir meseleler aslında. Neyin neye sebep olduğunu incelerken, olayları daha geniş perspektiften ele almakta, neyin algı neyin gerçek olduğunu karşılaştırmalı düşünme egzersizleriyle irdelemekte fayda var.
… Ve tüm bu anlattıklarımdan sonra bana göre sorulması gereken asıl soru şu aslında; Norveçlileri inançlarını değiştirmeden Irak topraklarına koyup, Iraklıların yaşadıklarına maruz bıraksak, Norveç yine her övgü cümlesinde parmakla gösterilecek bir medeniyet olarak kalabilir miydi?
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***