YORUM| ABDÜLHAMİT BİLİCİ
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son Beyaz Saray ziyareti, Türkiye’nin on yılı aşkın süredir yaşadığı Ortadoğu tarzı otokrasiye sürüklenişinde kritik bir dönüm noktasını işaret etti.
Bu randevunun perde arkasını muhalefet lideri Özgür Özel açıklamıştı ve dediklerinin tümü doğru çıktı. Oval Ofis randevusu, Trump’ın oğlu ile Erdoğan arasında yapılan gizli bir görüşme üzerinden ayarlandı. Erdoğan, koz olarak devasa bir Boeing anlaşmasını masaya sürdü. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, ziyaret sırasında 200’den fazla uçağın sipariş edildiğini doğruladı. Yoksa Erdoğan, New York’taki BM toplantılarında Trump’la kısaca selamlaşıp Ankara’ya dönecekti.
Bu süreç, diplomasiden çok ders kitaplarına girecek türden “alış-veriş siyaseti”nin, hatta neredeyse ticari bir rüşvetin örneği gibiydi ve Ortadoğu’daki zengin prenslerin, ABD başkanlarıyla görüşme biçimine benziyordu. Yani ortak değerlerden çok, büyük tutarlı ihalelere dayalı bir randevu.
Oysa Türkiye, 2000’li yıllardaki Avrupa Birliği üyelik sürecinde, ekonomiden insan haklarına her alanda reformlara imza atarken ve sadece bölgesinde değil, tüm dünyada bir yıldız olarak parlarken, Bush’tan Obama’ya farklı siyasi çizgilerden ABD başkanları Türkiye’yi bizzat ziyaret etmişlerdi. Bunun için milyar dolarlık ihaleler değil, Türkiye’nin, istikrarsız ve otoriter ülkelerin ortasında yükselen bir demokrasi ve sorumlu bir müttefik olması yetmişti. O çizgiyle Türkiye sadece Amerika nezdinde değil, Asya’dan Afrika ve Rusya’ya her yerde büyük itibara sahipti.
Şimdiki otoriter gidişatın tek göstergesi, milyar dolarlık ihalelere imza atarak Beyaz Saray’dan randevu almak değil.
”En çok ihtiyaç duyduğu şeyi verdi: Meşruiyet”
Trump ve ekibini seversiniz veya sevmezsiniz ama bir yönlerini takdir etmek lazım: Diplomatik filtre veya maske kullanmadan, olayları herkesin anlayacağı açıklıkla konuşuyorlar.
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Trump’ın yakın arkadaşı Tom Barrack da böyle yaptı. Concordia Zirvesi’nde konuşurken, diplomaside pek alışılmadık bir açıklıkla şöyle dedi: “Türkiye, demokrasi ama biraz otoriter. Trump zekice bir hamle yaptı ve Erdoğan’ın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi verdi: Meşruiyet”.
Mesaj açıktı: Erdoğan rejimi, artık meşruiyetini hukukta, demokraside ve halkında değil, dışarıdaki güçlü hamilerde arıyordu.
Washington temasları sırasında, Erdoğan’ın ülkede uyguladığı baskıcı politikalara dair sessizlik de en az bunlar kadar dikkat çekici olumsuz işaretlerdi. Ne Amerikalı ne de Türk gazeteciler; Erdoğan’a soru sorma fırsatı bulduklarında, hapisteki muhalifleri, susturulmuş medyayı, çökmüş yargı bağımsızlığını gündeme getirmediler. Fox TV’de Erdoğan’la röportaj yapan Bret Baier, hapisteki İstanbul Büyükşekihir Belediye Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nu bile sormadı. İmamoğlu posterleriyle New York ve Washington sokaklarında dolaşan kamyonlar dışında, Erdoğan’ın tüm ABD temaslarında Türkiye’nin çoktan bir demokrasi olmaktan çıktığını hatırlatan tek emare bile yoktu.
Bu sorgusuz sualsiz atmosfer, Erdoğan’ın Beya Saray ziyaretini, bir NATO müttefikinden çok, Körfez’deki şeyhliklerden felen bir liserin ağırlanmasına benzetti. Aradaki fark, onların petrol ve doğalgazdan gelen bol kaynakları varken, Türkiye’nin dünya sefalet endeksinde ilk 10’da olmasıydı.
“Hileli seçimleri herkesten iyi bilir”
Ortadoğu’daki yöneticilerle bir başka benzerlik de söz ile eylem arasındaki uçurumda görüldü. Erdoğan, pratikte fazla bir karşılığı olmayan BM kürsüsündeki 36 dakikalık konuşmasının 26 dakikasını Gazze’ye ayırdı. Ancak sözün ve duruşun belki de dünyada en fazla işe yarayacağı Oval Ofis’te bu konuda tek kelime etmedi. Hiçbir gazeteci de bunu sormadı. İç dış kamuoyuna yönelik ateşli nutuklar, Washington’daki güç odakları karşısında sessiz bir pragmatizme dönüştü.
Trump, Türkiye’nin Rusya’dan petrol ve doğalgaz almayı bırakmasını istediğinde, yandaşlar tarafından “küresel lider” diye alkışlanan Erdoğan, “bu bizim bileceğimiz iş, kendi vereceğimiz karar” diyerek itiraz etmek yerine hiç ses çıkarmadı. Daha da kötüsü, Trump, onu işaret ederek, “Hileli seçimleri herkesten iyi bilir” dediğinde, Erdoğan bu sözleri de sessizce yuttu. 35 yıl hapse mahkum edilmiş Rahip Brunson’ın bir ricayla Erdoğan tarqfından serbest bırakıldığını söylerken de Trump, aslında Türkiye’nin hukuktan kopmuş bir Ortadoğu prensliğine dönüştüğünü ilan ediyordu. Bu ve pekçok konuda hukukun nasıl paspas edildiğini ayrıntılarıyla bilen ve bunun baş sorumlusu olan Erdoğan, doğal olarak Trump’ın bu sözlerine karşı da “Olmaz böyle şey. Türkiye hukuk devletidir. Yargı bağımsızdır” diye en küçük itirazda bulunamadı.
Türkiye’deki tüm hukuk normları yerle bir
Benzer şekilde, ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun Fox TV’de “Beyaz Saray’da beş dakika görüşüp el sıkışmak için dileniyorsunuz” şeklindeki ağır sözlerine de cevap vermedi Erdoğan. Bunun yerine, İletişim Başkanlığı televizyon kanalına, “Aslında Erdoğan’ın Trump’ı övdüğünü, hatalı tercümenin bunu yanlış yansıttığını” mealinde yumuşak bir düzeltme gönderdi. Zaten televizyon da yaptıkları tercümede hata olmadığını söyleyip bunu reddetti.
On yılı aşkın süredir Erdoğan, tüm hukuk normlarını yerle bir etti, Anayasa’yı, AİHM kararlarını hiçe saydı, muhalefetin sesini kısmak için her yola başvurdu, yargıyı iktidarın maşası haline getirdi ve Arap dünyasındaki muhaberat devletlerini aratmayan bir rejim inşa etti. İçeride demokratik meşruiyeti kaybettikçe korku ve baskıyı şiddetlendiren bu rejim, bir yandan kaybettiği saygınlığı, milyar dolarlık anlaşmalar sayesinde elde edilen fotoğraf karelerinde arıyor. Diğer yandan da beraber görüntü vermek için can attığı küresel güçlere meydanlarda demedik laf bırakmıyor.
Son Beyaz Saray ziyareti, bir başka rahatsız edici bir gerçeği daha gözler önüne serdi: Bir zamanlar Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçişini teşvik eden NATO üyelik süreci ve ABD ile yakın ilişkiler, sanki bugün otokrasiye kayışı meşrulaştıran bir çizgiye gelmiş durumda. Başkan Trump’ın ve bir süredir ABD’de esmekte olan siyasi rüzgarların standart dışı olduğu, demokrasiyle bağını koparmış bir Türkiye üzerinde Amerika’nın tümünü kapsayan bir uzlaşma olmadığı, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, medya özgürlüğü gibi ilkelerin ilişkilerde yarın tekrar önem kazanabileceği söylenebilir.
Ama en azından mevcut tabloya göre durum ciddi ve sadece muhalefet için değil, tüm toplum için şu soru hayati önemde: Türkiye meşruiyetini halktan alan bir demokrasi olarak mı yoluna devam edecek, yoksa Ortadoğu ve dünyanın farklı yerlerinde çokça örnekleri olan, seçimlerin göstermelik olarak yapıldığı, hukukun sıfırlandığı, muhalefetin susturulduğu otoriter rejimler arasında kalıcı olarak yerini mi alacak? Tabii daha da önemlisi, Ankara’nın kritik müttefiki ve en önemli küresel güç olarak Amerika da bunu kabullendi mi? Şayet öyleyse, Türkiye toplumunun 10 yıldır tüm hukuksuzlukları, yolsuzlukları bir şekilde kabullenen tavrının bundaki rolü nedir?
Şayet öyleyse, yani Trump yönetimi, Erdoğan’ın kurduğu Ortadoğu tipi rejimi kabullendiyse, toplumsal ve siyasi muhalefetin, detaylarda boğulmadan kendisini nasıl bir geleceğin beklediğine; ve bu şartlarda hukuka, demokrasiye nasıl dönüleceğine daha ciddi kafa yorması gerekiyor.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***