PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Türkiye modernleşmesi başarılı olamadı. Bunun birkaç nedeni var.
Sentez yapılamaması: Batı dışı toplumların modernleşme projelerinde en ciddi takozlardan biri otantik kültürle modernleşme arasında denge ve sentez kurulamamış olmasıdır. Bu konuda özellikle Ortadoğulu toplumlar kötü bir sınav veriyor. Japonya, Güney Kore ve Çin gibi Batı dışı toplumlar modernleşmeyle kendi kültürleri arasında denge kurabildiler. Modern yaşamın teknoloji ve bilim dışında, sosyolojik, ekonomik ve hukuksal etkilerini de bu senteze dâhil edebildiler.
Osmanlı-Türkiye toplumları ise modernitenin maddi çerçevesini temelde benimsemekle beraber, bunun sosyolojiye etkilerini yapay yöntemlerle frenlemeye, hatta baltalamaya çalıştılar. Matbaanın dini nedenlerle Osmanlı İmparatorluğu’na çok geç girmesi veya kadınların eğitime-üretime çok geç dâhil edilebilmeleri gibi örnekler bunu ortaya koyar.
Tepkisel (reaksiyoner) modernleşme: Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin ana dinamiği Batı karşısında gerilemenin önüne geçilmesidir. Bu bağlamda modernleşme Türkiye toplumunda bir tür askeri gereklilik olarak ortaya çıktı. Batı karşısındaki askeri rekabetin Osmanlı aleyhine gerilemesi ve Batı’nın üstünlük kurması dar çerçeveden değerlendirildi. Modernleşme bu nedenle ilk olarak orduda yenileşme çabaları olarak tezahür etti.
Batı referans alınırken temel düşünce onun engellenmesi, Osmanlı üstünlüğünün yeniden tesis edilmesiydi. Bu paradoksal bir durumdu. Batı ilerlemesi toplumsal değişimin sonucu olarak gerçekleşmişti. Osmanlı aydınları bu toplumsal değişim-dönüşümün üzerinde yeterince durmadılar ve bunu bir tür “Frenklerin” iç işleri olarak algıladılar. Böylece sekülerleşme, piyasa ekonomisi, hukuk devletinin gelişimi, teritoryal devlet, teritoryal devletin ulus devlete dönüşümü, laik yasaların dini alanla toplumsal alanları net biçimde birbirinden ayırması gibi değişimler fazlaca tartışılmadı.
Yapılan reformlar çoğunlukla Batı’dan taviz koparmak ya da Batı’nın Osmanlı iç işlerine azınlıklar konusunda müdahale etmesini engellemek amacı güttüğünden, hep Batı’ya verilen tavizler olarak tasavvur edildi. Reformlar büyük ölçüde hayata geçirilmedi ve halka mal edilmedi. Dahası, Batı’nın eğitiminden geçenler ve yerel “alaylılar” ayrımı üzerinden dikkate değer bir toplumsal bölünme ortaya çıktı.
Modernleşme ne sorusuna cevap verilememesi: Osmanlı-Türkiye modernleşmesi yukarıda izah ettiğim nedenlerden ötürü pragmatikti, kuramla fazla ilgilenmedi. Modernleşmenin sonuçları üzerinden bir değerlendirme yapıldı, işlevsel yön ön planda tutuldu. Batı ile rekabette “onlar gibi olmak”, diğer alanlarda yerel özellikleri muhafaza etmek Osmanlı-Türkiye muhafazakârlığının ve dindarlığının en temel kaygılarından birisiydi. Oysa modernleşme çok karmaşık bir kolektif meydan okumaydı. Ciddi bir kolektif çabayı gerektiriyor, akılcı bir stratejiyi uzun süreli uygulama istiyordu.
Ortak reçete eksikliği: Halbuki bırakın ortak stratejiyi, modernleşmenin başı kesik tavuk gibi yapılması birbirleriyle antagonist bir mücadeleye girişen toplum kesimlerini türetti. Bu kesimlerin ortak hedefi imparatorluğun yıkılmasını önlemek ve eski “muzaffer günlere” geri dönüşün şartlarını oluşturmaktı. İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük gibi ideolojik akımlar modernleşmeyi daima yüzeysel ve işlevsel kavradılar.
Dinin siyaset, toplumsal yaşam, hukuk ve ekonomideki rolü (reform ve sekülerleşme sorunu): İslam dininin bireysel ve ahlaksal alan dışında kamusal alanı da belirleme ve yönetme iddiası Batı’da ortaya çıkan modernleşme dinamikleriyle taban tabana zıttı. Batı’da da benzeri sorunlar Hristiyanlık dininin siyasal alanı uzun süre domine etmesi nedeniyle söz konusu olmuştu. Kilise (Katolik Kilisesi) reformasyon sonrası giderek teolojik alana çekildi, siyasal alan güçlü merkezi devletçe dolduruldu. Batı Ortaçağ toplumunda birbirine paralel şekilde varlığını sürdüren dini otorite ve merkezi ve lokal politik otoriteler, birbirinden görece ayrı ve bağımsız dini ve siyasi yapı üzerinden işlediğinden Batı’da sekülerleşme daha doğal olarak gerçekleşti.
Osmanlı’da ise (dar-ül İslam’ı temsil eden en büyük entitedir) siyasal ve dini alanlar tümüyle hücresel seviyelerde birbirlerine entegre şekilde var oldular. Bu durum İslam devlet ve toplum teorisinden miras alınan bir yapıydı. Batı modernleşmesi bunun tümüyle altını oyan bir sosyolojik gelişmeyi öngörüyordu. Bu nedenle Batıcılar dinin rolünün seküler çerçeve içerisinde sınırlandırılması gerektiğini savunuyorlardı. Batı karşıtları ise bu gelişmenin İslam’a aykırı olduğunu ileri sürüyorlardı.
Aidiyet sorunu ve kimlik (birleştirici kimlik olmaması): Diğer bir sorun kimliksel alana ilişkindir. Batı’da kimlikler 1648 Westfalya Antlaşması sonrası ortaya çıkan teritoryal devletle beraber bir devletin sınırları içerisinde yaşayan halkın bir entite olarak görülmesini (devletin egemenlik yetkisi bağlamında) ve 1789 Fransız Devrimi sonrasında bu teritoryal devletin teritoryal ulus devlete dönüşmesi sürecini başlattı. Buna göre bir devletin sınırları içerisinde yaşayan tebaa vatandaş ve ulus oldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda bu süreç azınlıkların ayrılma sürecini de tetiklediğinden en başından itibaren olumsuz olarak görüldü, engellenilmeye çalışıldı. Elbette hikâyenin sonunu hepimiz gayet iyi biliyoruz ki bu başarılamadı. Bilakis, Osmanlı aydınları sonuçta Türkçü nasyonalizm kuramını oluşturup bir Türk milleti inşa ettiler. Ancak bu, imparatorluk mirası üzerinde gerçekleştiğinden, kendisini Türk olarak tanımlamayanlar bu yeni kimliğin mağdurları oldu. Böylece sağlam bir kimlik ve aidiyet duygusu oluşmadı. Bu yara halen kapanmamıştır.
İmparatorluk kompleksi: Başka bir etmen de budur. Osmanlı’nın gerilemesi ve yıkılması büyük bir travma etkisine neden oldu. Büyük bir imparatorluğun küçülerek parçalanması ve elde kalan topraklarda bir devlete sahip olma mecburiyeti, derin bir komplekse sebebiyet verdi. Bu kompleksin en net tezahürü “alalım düşmandan eski yerleri” yaklaşımı, Türkiye siyasetinde asla ölmedi. Bu mesele her siyasal partinin mutlaka cevap geliştirmesi gereken bir alan oldu. Birçok parti Turancı veya İslamcı kanatlar üzerinden buna irredentist yanıtlar verdiler. Bunun dış politika, kültür politikaları ve iç politika bakımlarından türlü olumsuz sonuçları olmuştur.
Mega projeler (dünya hâkimiyeti, kendilerine biçilen görev): Yukarıda ele aldığım konuyla bağlantılı olarak, dünya hâkimiyeti veya dünyada büyük güç olmak, bir tür kutsal mefkûre üzerinden hayatı okumak gibi bir takım irrasyonel ideolojik öğeler Türkiye devletine monte edilmiştir. Modernleşme sınırlı bir coğrafyada var olacak bir devlet modeli ortaya koymuşken, İmparatorluk ve mega projeler (misyonlar) türevi yaklaşımlar modernleşmenin raydan çıkmasına, kaynak israfına, kimliksel aidiyetin sekteye uğramasına ve birçok başka olumsuzluğa neden oldu.
Küçülme ve ona karşı tepkisellik (sınırlardan memnun olmama): Bu son noktayı açacak olursak, küçülmeden duyulan kompleks ona karşı bir tepkiselliği tetikledi. Bu topraklara sığamıyoruz şeklinde dışa vuran agresif diskur, güçsüz ama büyük hedefleri olan, hayalci bir dış politikayı beraberinde getirdi.
(Devamı var)
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***