AHMET KURUCAN | YORUM
Geçenlerde bir yerde karşıma çıktı. Beş yıl morgda çalışan birisi anlatıyor. Binlerce bedeni görmüş; trafik kazaları, intiharlar, cinayetler…“Seni en çok etkileyen ne oldu?” diye sormuşlar. Verdiği cevap, hayata bakışımı derinden sarstı: “Sıradan olan vakıalar ve cesetler.”
Örnek mi?
25 yaşında bir genç kız, hiçbir yarası yok, sanki uyuyor, yanında küçük bir not: “Anne, beni affet.”
40 yaşında takım elbiseli bir baba, cebinde kızının fotoğrafı: “Dünyanın en iyi babası.”
Spor salonunda kalp krizi.
Yaşlı bir kadın, ellerinde derin kırışıklıklar, ama tırnaklarında torununun bir gün önce yaptığı desenli manikür.
23 yaşında bir delikanlı, çantasında ders kitapları ve kız arkadaşına alınmış bir yüzük. Evlenme teklifini edemeden vefat etmiş.
Hepsinin ortak bir noktası vardı: Hayata dair planları vardı ve yarım kaldı. Sinema biletleri, doğum günü için sipariş edilmiş çiçekler, henüz gönderilmemiş mesajlar, “ekmek, süt, deterjan” yazılı alışveriş listeleri. Gündelik rutin hayatlarının tam da ortasında yakalamış ölüm onları ve geriye eksik bir hikâye ya da yaşanmamış, yaşanamamış yarım bir hayat kalmış.
Şunu diyor 5 yıl morgda çalışmış o insan: “Zamanla cesetlere alışıyorsun ama yarım kalan hayatlara asla. O an anlıyorsun ki yaşamla ölüm arasında sadece bir nefes var.”
İşte bu cümle: “Yaşamla ölüm arasında sadece bir nefes var!”
Ölüm sana geleceğini önceden haber vermez çünkü. Kapını çalmaz, randevu almaz, günün olağan akışında birden gelir. Sabah kahvaltı ederken, akşam çocukları uyuturken, sabah işe giderken, öğle arası kahve içerken. En sıradan anın içinde aniden dikilir karşımıza.
Bizim alışık olduğumuz, daha doğrusu alışmaya çalıştığımız modern hayat tasavvuru, her şeyi ertelemeye dayanır: “Yarın yaparım, ileride söylerim, biraz daha zaman geçsin sonra ararım, uygun bir vakit bulursam anlatırım…”
Hayat böyle ertelemelerle tükenirken, ölüm bu ertelemenin ortasında gelir ve elimizden bütün fırsatları çekip alır.
Aslında mesele, ölümü hatırlamak değil; ölümü hatırlayarak ve hatırlatarak hayatı daha bilinçli yaşamak. Çünkü bu dünya yolculuğu bir gün bitecek ve geriye sadece yaşadığımız anların anlamı kalacak.
O yüzden sormamız lazım kendimize her sabah: “Ya bugün son günümse? Hangi sözü söylemeyi erteledim? Kime sarılmadım? Kimin gönlünü almadım? Hangi adımı geciktirdim?”
Her gün yeniden başlayan bu hayatın içinde asıl mesele, onu son günmüş gibi yaşamak. Çünkü bir gün gerçekten son gün olacak! Ve o gün geldiğinde ardımızda bıraktığımız şey, tamamlanmış bir hayat mı olacak, yoksa “yarım kalmış planlarla” dolu bir defter mi?
Tam da burada İslam’ın bize tavsiye ettiği ve Hizmet’in bize öğrettiği bir hakikat devreye giriyor: Hayırda yarışmak, iyiliği ertelememek. Çünkü yarın elimizde olmayabilir.
Bir yetimin başını okşamak, bir öğrencinin elinden tutmak, bir mazluma sahip çıkmak, bir gönüle dokunmak. Bütün bunları yarına bırakırsak, belki de hiç yapamayacağız. Belki o yarın hiç gelmeyecek bize.
Evet dostlar, hayatın kendisi bize “bugün” diye bağırıyor. Ertelenmiş iyilikler, kaybedilmiş fırsatlar demek. Ve biz biliyoruz ki, bu yolculukta asıl sermaye; dağıttığımız tebessümler, paylaştığımız ekmekler, kaldırdığımız yüklerdir.
İşte Hizmet dediğimiz şey, aslında bu sermayeyi artırmanın adıdır. İyilikleri çoğaltmak, güzellikleri yaymak, fedakârlığı hayatın merkezine yerleştirmek… Ve bütün bunları yarına bırakmadan, bugünde yapmak.
O yüzden bugün, şu an, tam da bu nefeste yapılabilecek bir hayrı ertelemeyelim. Bir gönlü sevindirelim, bir kalbi onaralım, bir yükü hafifletelim. Çünkü hayatla ölüm arasındaki mesafe, gerçekten de sadece bir nefes kadar kısa…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***