“Türkiye’de siyasi tepkiler, tiyatro sahnesindeki kötü bir oyuncu gibi: Ne kadar bağırırsa bağırsın, seyirciyi etkileyemiyor. Çünkü Stanislavski’nin dediği gibi, rolü yaşamak yerine sadece oynuyor. (…) Türk toplumundaki siyasetçilerin ve diğerlerinin tepkileri, Hollywood filmlerindeki özel efektler gibi: Göz alıcı ama kalıcı değil. Çünkü gerçeklik yanılsaması var, ama sahicilik yok.”
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Bugünlerde neredeyse her saat başı şöyle girişi olan bir habere rastlamamız mümkün: “Falanca parti ya da kişiden, filanca şeye tepki!”
Türkiye özellikle artık birilerinin canının istediğine göre bir şeyler yaptığı, bu işe maruz kalanların ise tepkiden başka bir şey üretemediği ve de bu tepkilerin hiçbir etkisinin oluşmadığı bir memlekete dönüştü.
Partiler tepki veriyor, iş insanları tepki veriyor, siyasetçiler tepki veriyor. Ancak bunların ne kadarı toplumda karşılık buluyor, daha doğrusu ne kadar etkiye neden oluyor kısmı ise tam bir muamma.
Bu gündelik tepkilerin çok fazla anlam ifade etmediğini ise, büyük çığlıklar ile tepki verdiğimiz olayların kısa süre sonra unutulmasından anlıyoruz.
Son otel yangınını hatırlayan kalmadı neredeyse. Ama ne büyük tepkiler verilmiş değil mi?
Modern toplumların en belirgin özelliklerinden biri, tepkiselliğin giderek artan bir şekilde gündelik yaşamın merkezine yerleşmesidir. Özellikle dijital çağın getirdiği anlık iletişim imkânları, toplumsal tepkilerin oluşumu ve yayılımını hiç olmadığı kadar hızlandırmış durumda. Ancak bu hızlanma, paradoksal bir biçimde, tepkilerin etkisizleşmesi ve geçicileşmesi sürecini de beraberinde getirmiş. Günümüzde neredeyse her saat başı yeni bir toplumsal tepki dalgasına şahit olurken, bu tepkilerin kalıcı bir toplumsal değişim üretme kapasitesi giderek zayıflamakta.
Bugün size toplumsal olarak bu tepkilerden niçin etkilenmediğimizi, yani neden etkisiz kaldığını, neden toplumsal tepkiye dönüşemediğini anlatmaya çalışacağım.
Ve fakat…
Sizlere önce drama sanatından biraz teorik bilgi aktarmak isterim.
Dramada seyircide uyandırılmak istenen birincil duygusal deneyim empatidir. Empati, seyircinin izlediği karakterin duygularını hissetmesi, kendini onun yerine koyması ve onunla özdeşleşmesidir.
İtalyan asıllı Amerikalı yönetmen (Güzeller güzeli Mr. Smith Washington’a Gidiyor filminin yönetmeni) Frank Capra bu hakikati öğrendiğinde neredeyse 80 yaşına yaklaşıyordu ve şöyle demişti: “Ben yıllarca aktör ağlağında dram oluyor zannediyordum, meğerse seyirci ağladığında dram oluyormuş!”
Bu sebeple empatinin oluşabilmesi için illa ki izleyicinin izlediği şeye inanması sağlanmalıdır.
İnandırıcılık hissiyatı oluşturmak ve seyircinin izlediklerine inanmasını sağlamak için bir gerçeklik yanılsaması üretmek gerekiyor. İster kâğıtta ister perdede, ekranda ya da sahnede olsun değişmiyor durum.
Bir iş sistem geliştirmecisi Dan Meyer (bu isimde pek çok ünlü kişi var karıştırmayalım lütfen) özellikle algı ve alışkanlıklar üzerine yaptırdığı çalışmalar ile meşhurdur. Epeyce de kitap yazmış bu konularda. Meyer ve ekibi bir şirket kültürünü değiştirirken enteresan bir şeyin farkına varıyorlar. Meyer, şirketin yeni değerlerini yazılı olarak ilettiğinde, bu değerlerin yerleşik hale gelmesinin en erken 10 ila 15 yıl arasında sürdüğünü fark ediyor.
Bununla beraber bir üst düzey yöneticiyi kahramanlaştırarak onun üzerinden bu değerleri yerleşik hale getirme yöntemiyle bu süre 3 yıla kadar iniyor.
Evet tahminlerin aksine sinema ya da tiyatro ile alakalı bir isim olmayan Mayer ilk kez kullanıyor Hollywood Effect terimini.
Film okur yazarlığı seminerlerimize katılanlar bu kavramın alt ve üst varyasyonları hakkında yaptığımız analizleri hatırlayacaklardır şüphesiz.
Peki Nedir bu Hollywood Effect?
İnsanlar herhangi bir reklama maruz kaldıklarında zihinleri o maruz kalmaya karşı blokaj uygular. Gazete haberleri ve hatta TV haberleri de böyledir: Maruz kalan kişi, kolay kolay inanmak istemez ve “Ya yalansa!” ihtimaliyle zihinsel bir bariyer koyar.
İş bu yüzden yazılı ve TV haberciliğinde hikayeleme tekniği uygulanır. Buraya masallardan çıkılarak varılmıştır. Bir masal ne kadar saçma olursa olsun, defalarca dinlenebilir. Etkisinde kalınır. Bu sebeple masallar için, “Gerçek değillerdir ama yalan da değillerdir!” denilir.
Peki insan bir haberden ziyade bir masaldan nasıl oluyor da daha çok etkilenebiliyor?
İşte tam bu sırada devreye sanat giriyor ve bu duruma ‘Hollywood Effect’ deniyor. Açıklaması şöyle; bir toplum ya da kurum personeli, herhangi bir yeniliğe ya da değere maruz kaldığından zihninde blokajlar ve engellemeler olan muhatapları, bu değerleri içselleştirmek için bazı evrelerden geçirirler.
Dolayısıyla bir toplumda bir kanaati değiştirmek oldukça güç ve uzun süreli bir iştir. Ancak bunu drama ile yaparsanız yolu epey kısaltıyorsunuz. Çünkü insanlar sanata maruz kaldıklarında zihinlerindeki tüm bariyer ve blokajlar minimize oluyor.
Dönelim teorik malumatımıza: Gerçeklik yanılsaması oluşturmak izleyicide kurgunun gerçek olduğu yanılsamasına sebep oluyor ve izleyicinin izlediğine inanmasını sağlıyor. Gerçeklik yanılsaması ancak oyuncunun sahiciliği ile mümkün.
Bunun en etkili yöntemini ise bundan yaklaşık 150 sene önce büyük bir drama ustası olan Rus tiyatro oyuncusu, yönetmeni ve en önemlisi teorisyeni Konstantin Sergeyevic Alekseyev Stanislavski keşfediyor. Onun bu sahiciliğe ve karakterin psikolojik derinliğine önem veren oyunculuk sistemi, modern tiyatro ve sinema oyunculuğunun temel taşlarından biri olmuş.
Stanislavski, oyunculuğu yüzeysel jestler ve ezberlenmiş repliklerden ibaret görmek yerine, karakterin iç dünyasını anlamaya dayalı bir sistem geliştirmiş. Bu, modern oyunculuk anlayışının temelini oluşturur. Onun “Stanislavski Sistemi” daha sonra “Metod Oyunculuğu”nun (Method Acting) temellerini atmış. Bugün dünyaca ünlü oyuncuların birçoğu (Marlon Brando, Robert De Niro, Al Pacino gibi) Stanislavski’nin sisteminden etkilendiği bilinir.
Daha fazla detaya boğmak istemem sizi, özetle Stanislavski Sistemi dediğimiz şey şudur: Aktör rol yapmamalı, rolü yaşamalı!
İş bu sebepten dolayı hassaten gerçekçi drama sanatında okur, seyirci ya da izleyicide uyandırılmak istenen duygusal deneyim ve empatidir. Oyuncu yaşadığını okura ya da seyirciye geçiremezse inandırıcı olamaz. Zira empatiyi sağlamak için kullanılan estetik yöntem inandırıcılıktır. Şöyle bir paradoksal durum ortaya çıkıyor gibi; inandırıcılığı sağlamak için kullanılan araç ise gerçeklik yanılsamasıdır. Gerçeklik yanılsamasını inşa edebilmek için ihtiyaç duyulan temel unsur ise oyuncunun sahiciliğidir.
İki sayfa dolusu malumattan sonra esas meselemize geçebiliriz.
Modern siyaset sahnesinde, bireysel ve toplumsal tepkilerin oluşumu ve yönetimi, sosyal bilimcilerin uzun süredir üzerinde durduğu temel konulardan biri. Pierre Bourdieu’nun “Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste” eserinde belirttiği gibi, toplumsal tepkiler, sadece kolektif bilincin dışavurumu değil, aynı zamanda sosyal alanda inşa edilmiş “habitus”un bir yansıması.
Habitus, bireyin içinde yetiştiği sosyal çevrenin etkisiyle oluşan, düşünme ve davranış biçimlerini, beğenilerini ve tercihlerini şekillendiren, bilinçli veya bilinçsiz öğrenilmiş eğilimler ve alışkanlıklar sistemine deniyor. Bu bağlamda, siyasi arenadaki aktörlerin kullandığı inandırıcılık stratejileri, toplumsal tepkilerin şekillenmesinde kritik bir rol oynaması anlamına geliyor.
Modern toplumda iletişimin ve kamusal alanın rolünü inceleyen, “İletişimsel Eylem Teorisi” ile demokratik müzakere süreçlerinin önemini vurgulayan, Frankfurt Okulu’nun ikinci kuşak en etkili düşünürü ve 20. yüzyılın en önemli sosyal teorisyenlerinden biri olan Jürgen Habermas’ın “İletişimsel Eylem Teorisi”nde vurguladığı üzere, modern siyasetin en büyük açmazı, yaşam dünyası ile sistem dünyası arasındaki uçurumun giderek derinleşmesidir. Bu açmaz, özellikle dijital çağda daha da belirgin hale gelmiş, sosyal medya platformlarının yaygınlaşmasıyla birlikte siyasi mesajların iletilme ve algılanma biçimleri köklü bir değişime uğramış durumda.
Öte yandan Amerikalı siyaset bilimci Robert D. Putnam’ın “Bowling Alone” adlı eserindeki araştırmaları, toplumsal tepkilerin oluşumunda güven faktörünün rolüne dikkat çeker. Putnam’a göre, “Toplumsal sermayenin en önemli bileşeni olan güven, siyasi sistemlerin meşruiyetini belirleyen temel faktördür.”
Bu perspektiften bakıldığında, siyasi aktörlerin inandırıcılığı, toplumsal tepkilerin yönünü ve şiddetini belirleyen başat unsurlardan biri haline gelmekte.
Bizden de bir örnek verecek olursak; Şerif Mardin’in “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?” makalesindeki merkez-çevre analizi, Türkiye özelinde siyasi inandırıcılık ve toplumsal tepki arasındaki ilişkiyi çarpıcı biçimde ortaya koymakta. Mardin’e göre, toplumsal hafızanın güçlü olduğu Türkiye gibi toplumlarda, siyasi aktörlerin inandırıcılığı, tarihsel merkez-çevre gerilimi üzerinden şekilleniyor.
İnandırıcılık kavramının siyasi arenadaki yansımalarını inceleyen Fransız düşünür Jean Baudrillard, “Simülakrlar ve Simülasyon” eserinde, modern siyasetin bir “gerçeklik üretimi” sürecine dönüştüğünü savunur. Bu süreçte, toplumsal tepkilerin sahicilik arayışı, siyasi aktörlerin performanslarını değerlendirmede önemli bir kriter haline gelmiştir.
Birkaç örnekle daha devam edelim…
Siyasi psikoloji alanında çalışmalar yürüten ve New York Üniversitesi Stern İşletme Okulu’nda “Etik Liderlik” dersleri veren Prof. Jonathan Haidt, “The Righteous Mind” adlı eserinde, toplumsal tepkilerin rasyonel değerlendirmelerden çok, duygusal ve sezgisel süreçler tarafından yönlendirildiğini ortaya koyuyor. Bu tespit, siyasi iletişimde duygusal bağ kurmanın önemini vurgularken, inandırıcılığın teknik bir mesele olmaktan çok, psikolojik bir fenomen olduğunu göstermekte.
Yine içe dönecek olursak, Türk siyaset bilimci Prof. Dr. İlter Turan’ın “Türkiye’de Siyasal Kültürün Oluşumu” adlı çalışmasındaki analizleri, toplumsal tepkilerin oluşumunda medya ve kamuoyu ilişkisine dikkat çeker. Turan’a göre, medyanın gerçekliği yeniden üretme biçimi, toplumsal tepkilerin kristalleşme sürecini doğrudan etkilemekte.
Kısa kısa örnekleri çoğaltarak devam edelim, bir noktaya gelmeye çalışıyorum çünkü.
Alman sosyolog Niklas Luhmann’ın “Sosyal Sistemler” teorisi perspektifinden bakıldığında, toplumsal tepkiler, siyasi sistemin kendini yeniden üretme mekanizmalarının bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Luhmann’a göre, siyasi sistemler, toplumsal tepkileri öngörülebilir ve yönetilebilir kılmak için sürekli olarak yeni iletişim stratejileri geliştirirler.
İngiliz siyaset bilimci Colin Hay, “Why We Hate Politics” adlı çalışmasında, modern toplumlarda siyasete yönelik güvensizliğin nedenlerini inceler. Hay’e göre, siyasi aktörlerin inandırıcılık krizi, modern demokrasilerin karşı karşıya olduğu en büyük tehditlerden biri.
Harvard Üniversitesi’nden Prof. Pippa Norris’in “Democratic Deficit” kavramı üzerine yaptığı çalışmalar, siyasi sistemlerin inandırıcılık krizinin global bir fenomen olduğunu ortaya koymakta. Norris’e göre, modern demokrasilerde görülen meşruiyet krizi, büyük ölçüde siyasi aktörlerin inandırıcılık sorunuyla ilişkili.
Sosyal medya çağında siyasi iletişimi inceleyen Dr. Zeynep Tüfekçi’nin ” Twitter and Tear Gas: The Power and Fragility of Networked Protest- witter ve Biber Gazı: Bağlantılı Protestoların Gücü ve Kırılganlığı” adlı eserindeki araştırmaları, dijital platformların toplumsal tepkilerin oluşumu ve yayılımındaki rolüne ışık tutmakta hayli işimize yarar. Bu önemli çalışmasında Tüfekçi’ye göre, sosyal medya, siyasi aktörlerin inandırıcılığını test eden yeni bir kamusal alan inşa etmiştir.
Siyasi antropolog James C. Scott’ın “Seeing Like a State” adlı eserinde geliştirdiği perspektif, devlet-toplum ilişkilerinde inandırıcılığın rolüne dikkat çeker. Scott’a göre, modern devletler, toplumsal tepkileri yönetebilmek için sürekli olarak yeni meşruiyet kaynakları aramak zorundadır.
Ulrich Beck’in “Risk Toplumu” adlı eserinde geliştirdiği analiz çerçevesi, modern toplumlarda siyasi güvenin nasıl inşa edildiğini anlamamıza yardımcı olur. Beck’e göre, risk algısının yönetimi, siyasi aktörlerin inandırıcılığını belirleyen temel faktörlerden biridir.
Manuel Castells’in “Ağ Toplumunun Yükselişi” adlı eserinde geliştirdiği “ağ toplumu” teorisi, modern toplumlarda siyasi inandırıcılığın nasıl inşa edildiğini anlamamıza yardımcı olan önemli perspektiflerden biridir. Castells’e göre, dijital çağda siyasi inandırıcılık, ağlar üzerinden akan bilgi ve duyguların yönetilmesi kapasitesiyle ilişkilidir.
Sosyal psikoloji alanında çalışmalar yürüten Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın “Kültürel Psikoloji” adlı eserindeki araştırmaları, Türk toplumunda siyasi tutum ve davranışların oluşumuna ışık tutar. Kağıtçıbaşı’na göre, toplumsal tepkilerin şekillenmesinde, kolektif kimlik algısı ve kültürel değerler belirleyici rol oynar.
Anthony Giddens’ın “Modernliğin Sonuçları” eserinde geliştirdiği yapılaşma teorisi perspektifinden bakıldığında, toplumsal tepkiler ve siyasi inandırıcılık arasındaki ilişki, sürekli bir etkileşim ve yeniden üretim süreci olarak görülmelidir. Giddens’a göre, toplumsal yapılar ve bireysel eylemler arasındaki diyalektik ilişki, siyasi meşruiyetin temelini oluşturur.
Charles Taylor’ın “Modern Toplumsal Tahayyüller” adlı eserinde vurguladığı gibi, modern toplumlarda siyasi meşruiyet, kolektif imgelem düzeyinde inşa edilen bir olgudur. Bu bağlamda, toplumsal tepkilerin yönetimi, bu kolektif imgelemi şekillendirme kapasitesiyle doğrudan ilişkilidir.
Biliyorum çok fazla örneğe boğulduk ama bir noktaya gelmeye çabalıyorum emin olun.
Sonuç olarak, siyaset ve toplumsal tepki arasındaki ilişki, inandırıcılık kavramı etrafında şekillenen karmaşık bir etkileşim ağını yansıtmakta. Bu etkileşim ağı içinde, siyasi aktörlerin performansı, medyanın rolü, toplumsal hafıza ve dijital dönüşüm gibi faktörler, tepkilerin oluşumu ve yönetiminde belirleyici rol oynamakta. Modern demokrasilerin karşı karşıya olduğu meşruiyet krizi, bu karmaşık ilişkiler ağının daha iyi anlaşılmasını ve yönetilmesini zorunlu kılmakta.
Bitiriyorum; bireysel ve toplumsal tepkilerin etkisizleşmesi sorunu, modern demokrasilerin karşı karşıya olduğu en önemli meydan okumalardan biri. Bu sebeple yukarıda yapmaya çalıştığımız analiz çerçevesi, sorunun kökeninde yatan temel dinamikleri drama sanatının kavramsal araçlarıyla aydınlatma çabası olarak düşünülmeli. Görüyoruz ki, tepkilerin etkili olabilmesi için, tıpkı başarılı bir drama eserinde olduğu gibi, inandırıcılık ve empati unsurlarının güçlü bir şekilde inşa edilmesi gerekmektedir.
“Hollywood Effect” kavramı üzerinden geliştirdiğimiz perspektif, toplumsal değişimin sadece rasyonel argümanlar ve yazılı metinler yoluyla değil, aynı zamanda duygusal bağlar ve sahicilik algısı yoluyla gerçekleşebileceğini göstermekte.
Bu bağlamda, modern siyasetin karşı karşıya olduğu inandırıcılık krizi, aslında bir sahicilik krizidir. Toplumsal tepkilerin etkili olabilmesi için, siyasi aktörlerin tıpkı Stanislavski’nin oyuncularından beklediği gibi, rollerini “oynamak” yerine “yaşamaları” gerekmekte. Sözgelimi Özgür Özel bunu yapmayı başarabilse, elinde kırmızı kart tuttuğunda komik görünmemeye başlayacaktır mesela…
Ha bunu yapamazlarsa nelerin olacağı da bellidir…
Hemen cevabını verelim, toplumun büyük kısmının ah-u enin ile şikâyet ettiği bu devran ilanihaye devam edecektir. Zira modern toplumlarda etkili bir toplumsal değişim, ancak rasyonel ve duygusal unsurların uyumlu bir şekilde bir araya getirilmesiyle mümkün görünmektedir.
Söylemiş olayım…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***