Modern bir gangster anlatısı ile mitolojik bir dönüşüm hikayesini buluşturan “Domuz, Yılan ve Güvercin”, absürt mizah ve trajedi arasında gidip gelen sıra dışı bir deneyim sunuyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Zhou Chu Chu San Hai efsanesi, gençliğinde köylülerin “Üç Felaket” olarak adlandırdığı Zhou Chu’nun, memleketi Yixing İlçesi’ni tehdit eden bir kaplanı ve ejderhayı öldürerek kendini dönüştürmesini anlatan popüler bir Çin halk hikayesi. Hikaye kısaca şöyle: Zhou Chu, Doğu Wu’nun ünlü bir generali olan Zhou Fang’ın oğlu, Batı Jin dönemi Çin generaliydi. Gençliğinde memleketindeki Yixing İlçesi’nde zalim ve vahşi bir haydut olarak tanınıyorken, köylülerin “Üç Felaket”ten biri olarak adlandırıldığı bir dönemden sonra, bir kaplan ve ejderhayı öldürerek kendini dönüştürdü. Lu Ji ve Lu Yun gibi generallerin cesaretlendirmesiyle, halkı tarafından sevilen yetenekli bir generale dönüştü.
Siyasi kariyerinde dürüstlüğü ve bütünlüğüyle öne çıkan Zhou Chu, Baş Sansürcü’nün Saray Yardımcısı olarak diğer bakanların yanlışlarını çekinmeden suçlamış ve ifşa etmişti. Qi Wannian İsyanı sırasında, 5.000 askeriyle 70.000 kişilik düşmana karşı savaşmaya zorlanmış, tedarik hatları kesildiği halde “Ülkesi için ölmek uygun değil mi?” diyerek kahramanca savaşmış ve ölmüştü.
Bu Çin Halk hikayesini size anlatmamın sebebi, bugün ele alacağımızın filmin çıkış noktasının bu hikayeye dayanması.
İsterseniz önce film hakkında biraz malumat vereyim.
Uluslararası dolaşımdaki ismiyle “The Pig, The Snake and The Pigeon” (Türkçesi “Domuz, yılan ve Güvercin) Hong Konglu yönetmen Wong Ching-po tarafından yönetilen ve yazılan 2023 Tayvan yapımı kara komedi aksiyon gerilim filmi. Ethan Juan, Ben Yuen, Chen Yi-wen, Gingle Wang, Lee Lee-zen ve Cherry Hsieh’in rol aldığı film, kendi ölümünden önce ülkenin en çok aranan iki suçlusunu (Yuen ve Chen) ortadan kaldırmaya çalışan, ölmekte olan ve şöhret peşindeki bir tetikçinin (Juan) etrafında dönüyor.
Hikayeyi biraz daha açacak olursak;
Tayvan’da kötü şöhretli bir tetikçi olan Chen Kui-lin, bir cenazeye sızar ve yüksek rütbeli bir çete patronunu vurur. Cenazeyi gözetleyen polis dedektifi Chen Hui, Kui-lin’in olay yerinden kaçtığını görür. Chen Hui onu takip eder ve ikisi kavgaya tutuşur, ancak Kui-lin Chen’i etkisiz hale getirerek bir gözünü kaybetmesine neden olur. Dört yıl sonra, yeraltı dünyasından bir doktor olan Dr. Chang, uzun süredir saklanan Kui-lin’e yaklaşır ve ona IV. evre akciğer kanseri olduğunu bildirir.
Kui-lin, yaklaşan ölümünün de etkisiyle, yakındaki bir polis karakoluna teslim olmaya karar verir. Ancak polis memurları onu tanımaz ve kaba bir şekilde sırada beklemesini emreder. Ülkenin en çok arananlar listesinde, ünlü suçlular “Hongkie” ve “Bullhead”in ardından üçüncü sırada olduğunu öğrenir. Önemli bir şey başarmaya kararlı olan Kui-lin, hayatının son döneminde bu iki büyük suçluyu ortadan kaldırmaya karar verir.
Bundan sonrası gittikçe enteresan olan film, klasik anlatı kurallarını alt üst ettikten sonra finalde tekrar klasiğin sakin sularına dönen bir yapıya sahip.
Her şeyden önce filmin isminin Türkçeye çevirisinden biraz bahsedelim.
Filmin orijinal ismi: Zhou chu chu san hai. İngilizcesi: The Pig, the Snake and the Pigeon. Birebir Türkçeye çevirisi ise: Domuz, yılan ve Güvercin… Dayandığı halk hikayesini yukarıda yazdık zaten. Ancak Netflix için bu filmi Türkçe’ye çeviren arkadaşlar bu filme Türkçe karşılık olarak: Bir ipte üç cambaz’ı seçmişler.
Gerçekten şaka gibi.
Evet, film isimlerinin çevirisi, sinema dünyasında her zaman tartışmalı ve ilgi çekici bir konu olmuştur. Ve evet, film başlıklarının çevirisi, sadece bir dilbilimsel mesele değil, aynı zamanda bir kültürel adaptasyon ve pazarlama stratejisidir. Dünyanın farklı ülkelerinde çeviri süreçleri, yerel seyirci alışkanlıkları ve kültürel bağlamlar göz önüne alınarak şekillenir. Ancak özellikle Türkiye’de bu süreç, zaman zaman oldukça tuhaf ve mizahi örneklerle dolu.
Film isimleri, bir filmin ruhunu, konusunu ve türünü yansıtması gereken önemli bir unsur. İngilizce başlıklar genellikle global anlamda bir çekiciliğe sahip. Ancak her kültür, başlıkları kendi izleyici kitlesine göre adapte ediyor. Çeviriler yapılırken birebir anlamın yanı sıra, hedef kitlenin filmi daha iyi anlamasını sağlamak amacıyla yorum katılarak uyarlamalar yapılıyor. Bununla birlikte, pazarlama kaygıları çoğu zaman çevirilerin önüne geçer ve isimler, orijinal anlamlarından uzaklaşarak daha “çekici” veya “satılabilir” hale geliyor.
Dünya genelinde film çevirileri büyük ölçüde yerel izleyicinin alışkanlıklarına göre şekillenmekte. Örneğin, Almanya’da filmlere genellikle açıklayıcı bir alt başlık eklenir. Fransa’da ise çeviriler, kültürel bağlamlara sıkı sıkıya bağlıdır ve edebi ya da sanatsal bir tona sahip olabilir. Japonya’da ise çeviriler genellikle uzun ve detaylıdır, filmin türünü açıkça belirtir. Ancak bazı ülkelerde, özellikle Latin Amerika’da, isimler esprili ya da doğrudan bir pazarlama stratejisi güden bir yaklaşımla çevrilebiliyor. Türkiye’de ise film çevirilerinin bir mantığı olmadığı gibi, herhangi bir zeka parıltısı da taşımak zorunda değil.
Türkiye’de film isimlerinin çevirisi, genellikle gişe kaygıları ve izleyici alışkanlıkları göz önünde bulundurularak yapılıyor gibi görünse de çoğu zaman ismin neden öyle konduğunu anlamak mümkün olmuyor. Aşk ve dram filmlerine romantik çağrışımlar eklenirken, aksiyon ve komedi filmlerine abartılı ya da bazen alakasız isimler veriliyor.
Örneğin:
Eternal Sunshine of the Spotless Mind – Sil Baştan: Orijinal adı bir şiirden gelen bu film, Türkçeye konusunu özetler şekilde çevrilmiş. Ancak “lekesiz zihnin sonsuz güneş ışığı” gibi bir çeviri, kültürel bağlamda soyut kalacağı için daha net bir isim tercih edilmiş.
The Hangover – Felekten Bir Gece: Eğlence ve komediyi yansıtan bu çeviri, doğrudan izleyici kitlesine hitap eden esprili bir yapıya sahip.
Sweet November – Kasımda Aşk Başkadır: Türk izleyicisinin romantizm tutkusuna yönelik bu isim, filmin orijinal içeriğine kıyasla daha duygusal bir çağrışım yapıyor.
Bunun yanında oldukça absürt çeviriler de yok değil:
Keeping The Faith – Aramızdaki Sarışın: Filmin içeriğine kıyasla bu çeviri, oldukça rastlantısal bir bağ kurmuş gibi görünüyor.
Dude, Where’s My Car? – Çılgınlar ve Sevgililer: Komedi türündeki filmin çevirisi, orijinalinden oldukça uzak ama izleyicide merak uyandırıyor.
Hasılı kelam, Türkiye’de film çevirilerinde dikkat çekmek adına yapılan değişiklikler, bazen hedefi tutturuyor, bazen ise bir hayli şaşkınlık oluşturuyor. Yine de bu uygulama, izleyiciyi sinemaya çekme stratejisinin önemli bir parçası olarak görülebilse de tıpkı bugün ele aldığımız filmde olduğu gibi, film isimlerinin çevirisi, kültürler arası farkları ve yerel zevklerin sinema üzerindeki etkisini anlamak için büyüleyici bir alan olmaya devam ediyor.
Türkçesi “Domuz, yılan ve Güvercin” olan bir filmin ismini “Bir ipte üç cambaz” yapmanın mantığını nasıl izah edeceğiz bilemiyorum.
Her neyse…
Filmimize dönecek olursak, Wong Ching-Po’nun “Domuz, Yılan ve Güvercin”, Tayvan sinemasının son yılların en cesur ve entelektüel suç gerilimlerinden biri. Film, klasik Çin efsanesinden beslenen, ancak modern kapitalist toplumun karanlık köşelerini aydınlatan radikal bir anlatı sunuyor.
Ethan Juan’ın Chen Kui-lin rolündeki performansı, sıradan bir suçlu portresinin çok ötesinde bir karakter inşa ediyor. Terminal (dördüncü evre) dönem kanser hastası bir tetikçi, kendinden daha üst sıralardaki iki suçluyu öldürerek bir miras bırakmak istiyor. Bu (tema) premis, filmin felsefi omurgasını oluşturuyor.
Yönetmen Wong Ching-Po, geleneksel gangster anlatılarını tamamen yeniden yorumlarken filmini yapısal olarak ikiye bölmüş. İlk bölüm, cinsel tacizci bir suç lideriyle çarpıcı bir hesaplaşmayı; ikinci bölüm ise manipülatif bir tarikat liderinin deşifresini anlatıyor.
Filmin en güçlü yönü, absürt mizah ve trajedi arasındaki ince çizgide gezinmesi. Her sahne, toplumsal eleştirinin yanı sıra insani duyguların karmaşıklığını da yakalıyor. Kara mizah, filmin anlatısal dokusuna nüfuz ediyor.
Sinematografisi minimalist ama etkileyici. Wong, neredeyse her sahnesinde toplumsal bir mesaj barındıran bir anlatı inşa ediyor. Aksiyon sahneleri, salt fiziksel çatışmanın ötesinde iki dünya görüşünün felsefi hesaplaşmasına dönüşüyor. Karakterler, basit suçlu kalıplarının dışında çok katmanlı özbekler olarak inşa edilmiş. Chen Kui-lin, ne tam bir kahraman ne de tipik bir anti-kahraman; onun ahlaki kodları toplumun adalet anlayışıyla sürekli çatışıyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, film, Zhou Chu efsanesinden besleniyor: Eskiden topluma zarar veren biri, sonunda kendini dönüştüren bir kahramana dönüşür. Kui-lin’in yolculuğu da benzer bir dönüşüm sergiliyor: Ölüm karşısında anlam arayışı, toplumun “zararlarını” yok etme çabası.
Yan karakterler de oldukça çarpıcı. Hsiao-mei karakteri, erkek egemen dünyada varoluş mücadelesinin sembolü. Tarikat lideri “Bullhead” ise manipülasyonun ve sahtekarların kusursuz bir örneği.
Film, suç ve pişmanlık temalarını benzersiz bir perspektiften ele alıyor. Protagonist’in varoluşsal yolculuğu, izleyiciyi sürekli olarak ahlaki sınırlar üzerine düşündürüyor.
Müziksel tercihler ve ses tasarımı, karakterlerin iç dünyasını destekleyen nitelikte. Her müzik parçası, her ses, hikayenin atmosferik gerilimini artırıyor.
Sonuç bölümü, filmin felsefi altyapısını mükemmel biçimde tamamlıyor. Chen Kui-lin’in “zararlarını” yok etme çabası, izleyiciye derin bir varoluşsal mesaj sunuyor.
“Domuz, Yılan ve Güvercin” yalnızca bir suç gerilimi değil, aynı zamanda toplumsal bir eleştiri ve insani dönüşümün metaforik anlatısı. Wong Ching-Po, sıradan bir suç filminin çok ötesinde bir eser ortaya koyuyor.
Filmin son sahnesi, Dr. Chang ile olan diyalog, insanın ölüm karşısındaki onurunu ve anlam arayışını muhteşem biçimde özetliyor. Kui-lin’in huzuru, filmin felsefi mesajının doruk noktası.
Tayvan sinemasının küresel platformdaki yerini güçlendiren, yerel bir anlatıyı evrensel bir bağlama taşıyan özgün bir yapım. İzleyiciyi hem görsel hem düşünsel olarak kuşatan, hafızalara kazınacak bir film.
Bir ipte Üç Cambaz (isme hala alışamadım) Zhou Chu’nun üç belayı ortadan kaldırma hikayesini çağdaş bir gangster anlatısına dönüştürüyor. Zhou Chu, tarihsel bağlamda topluma zarar veren bir figür olarak görülürken, hikayesi sonunda bir erdeme dönüşümü işaret etmekte. Bu mitolojik yapı, filmin temelini oluşturuyor ancak yönetmen, bu yapıyı modern kapitalist toplumun bireycilik ve ahlaki çelişkileriyle harmanlıyor. Nietzsche’nin “Büyük insanlar, kendi değerlerini inşa eder” ifadesi, protagonist Chen Kui-lin’in hikayesini anlamak için güçlü bir metafor sunmakta: Ölümle yüzleşen bir adam, kendini yeniden yaratmaya çalışırken, toplumun daha büyük kötülüklerini ortadan kaldırarak kendi anlamını arıyor.
Film, kara mizahın en güçlü araçlarından biri olan absürtlüğü ustalıkla kullanıyor. Chen Kui-lin’in polis merkezinde kendini teslim etmek istemesi ama tanınmaması gibi sahneler, modern bürokratik sistemlerin insanı anlamsız birer figür haline getirdiği gerçeğini vurguluyor. Absürdün bu şekilde işlenmesi, Albert Camus’nün Sisifos Söylenindeki “hayatın anlamsızlığına rağmen yaşamak” fikrini çağrıştırıyor. Chen, kanser gibi kesin bir sonla yüzleşirken, hayatının son anlarını anlamlandırmak için bir mücadele veriyor ve bu, filmin ana gerilimlerinden birini oluşturuyor.
Menzil değil burası!
Kui-lin’in ölümünden önce daha büyük kötülükleri ortadan kaldırma arzusu, ahlaki bir görev mi yoksa basit bir ego tatmini mi? Kierkegaard’ın “Ölümün farkındalığı, özgürlüğün başlangıcıdır” sözleri, bu soruyu anlamlandırmak için önemli bir kapı aralar gibi. Kui-lin’in hikayesi, bireysel kimlik arayışının ölümle olan bağlantısını ve insanın kendi özgürlüğünü yaratma çabalarını işlemekte. Ancak, bu çabanın arkasında bir narsisizm de gizlidir: Kendini “en büyük” olarak kabul ettirme arzusu, hem trajik hem de insani.
Film, Tayvan’ın toplumsal dinamiklerini ve alt kültürlerini ustalıkla kullanarak izleyiciyi yerel bir hikayeye dahil ediyor. Özellikle Taichung’daki berber sahnelerinde, şiddetin gündelik hayatın bir parçası olduğu bir toplum portresi çiziliyor. Hannah Arendt’in “Kötülüğün sıradanlığı” kavramı, bu bağlamda filmdeki karakterlerin motivasyonlarını anlamak için önemli. Hongkie’nin şiddeti ve baskısı, sadece bireysel bir zalimlik değil, toplumun karmaşık güç dinamiklerinin bir yansıması.
Filmin bence en önemli kısmı, ki bu yönüyle ülkemizi izler gibi oluyoruz; Kült lideri Bullhead’in hikayesinin işlendiği ikinci yarı… Filmdeki tonun dramatik bir şekilde değiştiği ve felsefi bir derinlik kazandığı bölüm de burası. Kült, bireyin maneviyat arayışını manipüle eden bir sistem olarak tasvir edilirken Karl Marx’ın “Din halkın afyonudur” eleştirisini doğrudan akla getiriyor. Bullhead’in kurbanları, daha iyi bir yaşam umuduyla kendi özgürlüklerinden vazgeçerken, Kui-lin bu manipülasyonun bir parçası olmayı reddediyor ve bu da karakterin ahlaki dönüşümünün bir simgesi haline geliyor.
Filmde Cübbeli Ahmet’in Tayvan şubesi de var!
Filmin en zayıf ve anlam veremediğim kısmı ise, polisin ilk başka ana karakterlerden biri olmasını beklerken, sonra aniden ortadan kaybolup finalde tekrar ortaya çıkması. Bu karakter kayboluşunu senaristin unutkanlığına bağlamak mümkün değil elbette!
Filmde adeta aksiyonun poetikası var. Wong Ching-po, aksiyon sahnelerinde minimalizmi tercih ederek kaliteyi nicelikten üstün tutuyor. Kui-lin ile Hongkie arasındaki kavga sahnesi, sadece fiziksel bir çatışma değil, aynı zamanda iki dünya görüşünün çarpışmasıdır. Bu sahnelerde kullanılan yüz planları ve dron çekimleri, aksiyonun görsel estetiğini derinleştiriyor. Roland Barthes’ın “Görüntü, anlamı üretir” düşüncesi, Wong’un sinematik yaklaşımını anlamak için güçlü bir araç.
Normalda bir klasik anlatıyı izlerken, kahramanın iyi mi yoksa kötü mü olduğunu biliriz. Ancak bu filmdeki kahramanımız Chen Kui-lin, ne tamamen bir kahraman ne de tipik bir anti-kahraman. Onun ahlaki kodları, toplumun adalet ve intikam kavramlarıyla çatışmakta. Kui-lin’in eylemleri, onu salt bir şiddet figürü olarak değil, aynı zamanda karmaşık bir ahlaki özne olarak şekillendiriyor.
Toparlıyorum; filmin estetiği ve anlatı yapısı, Tayvan ve Hong Kong sinemasının güçlü bir birleşimini temsil ediyor. Bu birleşim, sadece görsel değil, tematik olarak da filmin derinliğini artırıyor. Wong’un, bu iki kültürü birleştirme çabası, aklıma Edward Said’in “Kültürler arası diyalog, karşılıklı anlamayı artırır” cümlesi geldi.
Ve final… Korkmayın spoiler vermeyeceğim. İzlerseniz göreceksiniz ki, filmin finali, Kui-lin’in anlam arayışını trajik bir doruğa ulaştırmakta. Dr. Chang ile olan son diyalog, filmin ahlaki mesajını özetler mahiyette: İnsan, ölümün kıyısında bile değer üretebiliyor. Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı adlı eserindeki “Hayatın anlamı, insanın seçtiği sorumluluklarda yatar” düşüncesi, filmin ana felsefesini tamamlıyor aslında.
Ez cümle, bu filmi izleyin ve dolandırıcı olduğu ortaya çıkmasına rağmen liderlerinden vazgeçmeyen kesin inançlıları bir kez daha görün.
Bizim için belki ümit kırıcı ama, hakikati sinemanın diliyle bir kez daha görmek sevindirici.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***