Modern tüketim toplumu, Jean Baudrillard’ın işaret ettiği gibi, bireyleri sürekli bir arzu ve tatminsizlik döngüsüne hapsediyor. Tüketim, yön bulma aracı olmaktan çıkıp, yönsüzlüğün kaynağı haline geliyor. Her yeni ürün, her yeni deneyim, anlık bir koordinat yanılsaması inşa etmekte.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
“Modern Çağın Yön Arayışı Üzerine Bir Deneme” başlıklı yazımıza devam ediyoruz…
Emil Durkheim’ın “kolektif bilinç” kavramı, toplumların pusulasının manyetik alanı gibi sürekli değişim halinde olduğunu anlamamıza yardımcı olmakta. Ancak bugün bu kolektif bilinç, her zamankinden daha parçalı ve muğlak. Modernite, geleneksel referans noktalarını çözündürürken, yerine yenilerini koyamamış maalesef.
1997yılında kaybettiğimiz Brezilyalı eğitimci ve eleştirel pedagoji akımının en önemli temsilcisi Paulo Freire , “Ezilenlerin Pedagojisi” (1968) adlı başyapıtında, geleneksel eğitim sistemini “bankacı eğitim modeli” olarak eleştirir. Bu modelde öğrenciler boş hesaplar gibi görülür ve öğretmenler bilgiyi bu hesaplara yatırır. Freire’ye göre bu sistem, öğrencileri pasif alıcılar haline getirerek var olan toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretiyor.
Bunun yerine “problem tanımlayıcı eğitim” modelini öneriyor: Bu modelde öğrenciler eleştirel bilinç (“conscientização”) geliştirerek kendi gerçekliklerini sorgular ve dönüştürürler. Freire için eğitim asla nötr değildir; ya ezilenlerin özgürleşmesine hizmet eder ya da statükonun devamını sağlar.
Onun yaklaşımında diyalog temeldir. Öğretmen ve öğrenci birlikte öğrenen öznelerdir. Bu yöntem, özellikle Latin Amerika’daki okuryazarlık kampanyalarında kullanılmış ve ezilen grupların politik bilinç kazanmasında önemli rol oynamış. Freire’nin pedagojisi, eğitimi bir özgürleşme pratiği olarak görür ve “Eğitim ya özgürleştiricidir ya da ehlileştirici.” der.
Öte yandan Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi”nde işaret ettiği gibi, eğitim sistemleri de bu genel yön kaybından nasibini de almış. Eğitim artık bireyleri özgürleştirmek yerine, mevcut sistemin pusulasına uydurmaya çalışmakta. Bu durum ise, modern insanın özgün varoluşsal yönelimini bulmasını daha da zorlaştırıyor.
Bir diğer entelektüel Charles Taylor’ın “seküler çağ” analizi, modern insanın transandantal referans noktalarını kaybedişinin çarpıcı bir portresini sunmakta. Evet özellikle batıda yaşanan acı tecrübeler neticesinde din ve maneviyat, geleneksel pusula işlevlerini yitirirken, yerlerine yeni anlam sistemleri ikame edilemediğini görüyoruz.
Son dönemin popüler bilgelerinden Yuval Noah Harari’nin “21. Yüzyıl İçin 21 Ders” kitabında işaret ettiği paradoks, çağımızın temel çelişkisini özetler nitelikte: “Teknolojik ilerleme bizi her geçen gün daha güçlü kılıyor, ancak nereye gideceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yok.” GPS sistemleri, dijital haritalar ve anlık konum teknolojileriyle donanmış modern insan, fiziksel konumunu saniyeler içinde belirleyebilirken, varoluşsal konumunu tespit etmekte zorlanmakta.
Hiç modern olduk mu?
Tam da bu noktada Nicholas Carr’ın “Yüzeysellik” çalışması, bilgiye erişimin hiç olmadığı kadar kolaylaşmasına rağmen bilgeliğin nasıl da enderleştiğini ortaya koyduğunu hatırlatmak isterim. Bu durum, modern insanın nörolojik yapısını da derinden etkilemekte ve azalan dikkat süreleri neticesinde derinlikli düşünme yetisi zayıfladığını görüyoruz. Ne diyordu şair: “Ah kimselerin vakti yok canım, durup da ince şeyleri anlamaya!”
Görüldüğü üzere dijital pusulanın gösterdiği yön, çoğu zaman bizi enformasyonun sığ sularında yüzmeye mahkûm ediyor.
Şimdi bahsedeceğim kavram enteresan ve telifi Sherry Turkle’a ait… “Yalnız Birliktelik” kavramı, dijital teknolojilerin yarattığı “sürekli bağlı olma” halinin paradoksal bir şekilde insanları birbirinden ve kendilerinden nasıl uzaklaştırdığını dramatize ediyor. Sosyal medya algoritmaları, yapay zekâ sistemleri ve sanal gerçeklik teknolojileri, bireylerin gerçeklik algısını derinden sarsarak, adeta pusulalarını manyetize ediyor.
Çağdaş entelektüeller arasında şahsen bambaşka bir yere oturttuğum Fransız düşünür Bruno Latour’un “Biz Hiç Modern Olmadık” tezinde belirttiği gibi, modern bilim bize yeni pusulalar sağlarken, eskilerini de işlevsiz kılmakta. Ve açıkçası bu durum, epistemolojik bir kriz oluşturuyor: Neye, nasıl güveneceğiz? Bilimsel bilginin otoritesi artarken, paradoksal biçimde güven krizi de derinleşir çünkü.
Sırada Güney Kore’nin sıra dışı düşünürü Byung-Chul Han var. O’nun “Şeffaflık Toplumu”nda işaret ettiği üzere, aşırı enformasyon paradoksal biçimde anlam kaybına yol açmakta. Dijital çağın şeffaflık ideali, mahremiyeti yok ederken, “authenticity” (Özgünlük ve sahicilik) arayışını da zorlaştırıyor. Her şeyin görünür olduğu bir dünyada, hakiki olan ile simüle edilmiş olan arasındaki ayrım bulanıklaşır zira.
Çağdaşımız aktivist Eli Pariser’in “filtre balonu” kavramının tam sırası şimdi. Bu kavram internet ve sosyal medyanın küresel bir bilinç oluşumuna katkıda bulunurken, aynı zamanda “yankı odaları” oluşturarak toplumsal kutuplaşmayı nasıl derinleştirdiğini şahane izah ediyor bence. Algoritmik filtreleme sistemleri, bizi sadece duymak istediğimiz seslere maruz bırakarak, perspektif zenginliğini kısıtlamakta.
Gözün vicdanı!
Güncele ve moderne bu kadar bulaşmışken Nick Bostrom’un “süper zekâ” teorisine de bir göz atalım. Bostrom’un bu teorisi yapay zekâ teknolojilerinin insanlık için oluşturduğu yeni varoluşsal soruları gözler önüne seriyor. Belki de ilk kez insanlık, kendisinden daha zeki olabilecek bir varlık formunun ortaya çıkışına tanıklık etmekte, kim bilir? Bu durum, pusula metaforumuzu daha da karmaşıklaştırıyor: Yapay zekâ çağında “kuzey” nerede peki?
Neyse ki elimizde fıtri olan başka bir pusula var!
Richard Sennett’in “Gözün Vicdanı”nda belirttiği gibi, modern kentler giderek daha karmaşık labirentlere dönüşmekte evet… Ve evet kentsel mekânın organizasyonu, sosyal ilişkileri ve bireysel yönelimi derinden etkiliyor. Dijital teknolojiler bu labirentte yolumuzu bulmamıza yardımcı olurken, paradoksal biçimde yabancılaşmayı da derinleştiriyor.
Hani tanışmış olsanız onu bir felsefeci profesör değil de bir Rock yıldızı zannedebileceğiniz Timothy Morton’un “hipernesne” kavramına da bir göz atmak gerekiyor. Morton’un “hipernesne” kavramı, insan algısının ve kavrayışının sınırlarını aşan, zaman ve mekânda çok geniş bir alana yayılmış, doğrudan gözlemlenemeyen ancak etkileri her yerde hissedilen fenomenleri tanımlar. Örneğin küresel ısınma, plastik kirliliği, radyasyon veya kapitalizm gibi olgular birer hipernesnedir çünkü bunlar tek bir noktada değil her yerdedir, direkt olarak gözlemlenemezler ama etkileri her yerde hissedilir, çok uzun zaman dilimlerinde var olurlar ve insan ölçeğini aşarlar.
Morton bu kavramı özellikle ekolojik krizleri anlamak ve anlatmak için geliştirmiş; çünkü bu tür sorunlar o kadar büyük ve karmaşıktır ki geleneksel düşünme biçimleriyle tam olarak kavranamaz, tıpkı bir karıncanın fil hakkında tam bir fikir sahibi olamaması gibi, insan da hipernesneyi bütünüyle algılayamaz, sadece onun yerel etkilerini görebilir! Morton’a göre iklim krizi, geleneksel düşünce kalıplarımızla kavrayamayacağımız kadar büyük ve karmaşıktır. Bu durumda dijital teknolojiler hem sorunun bir parçası hem de potansiyel çözümün anahtarı haline gelir.
Küresel Köy!
Geçtiğimiz yüzyılın son senesinde kaybettiğimiz Fransız filozof Jean-François Lyotard’ın “büyük anlatıların sonu” tezi, Marshall McLuhan’ın öngördüğü “küresel köy” vizyonunun paradoksal biçimde toplumsal parçalanmayı nasıl derinleştirdiğini açıklıyor aslında. Şöyle ki: (teze göre) Dijital iletişim teknolojileri, bizi birbirimize yakınlaştırırken, aynı zamanda anlam dünyalarımızı da parçalar.
Anthony Giddens’ın “modernliğin sonuçları” analizinde işaret ettiği güven krizi, geleneksel kurumların pusula işlevini yitirmesinin doğal bir sonucu. Modern toplumların yaşadığı bu güven erozyonu, sadece kurumsal değil, bireyler arası ilişkileri de derinden etkilemekte. Artık hiçbir toplumsal koordinat mutlak güvenilir değil!
Chantal Mouffe’un “agonistik demokrasi” kavramı ise, modern demokrasilerin çoğulculuk ideali ile popülizm tehdidi arasında sıkışmışlığını açıklar. Mouffe’a göre bu gerilim, yeni bir politik pusula gerektirir. Ancak bu öneri de yeni belirsizlikler barındırır: Konsensüs olmadan ortak yön nasıl bulunacaktır?
Arjun Appadurai’nin “küresel akışlar” teorisi, küreselleşmenin geleneksel pusulaları işlevsiz kılarken, yerine yeni bir yönelim sistemi koyamadığını açıklıyor. Kültürel, finansal, teknolojik ve ideolojik akışların karmaşık etkileşimi, toplumsal yön bulma sistemlerini alt üst etmekte.
İlle de kimlik!
Stuart Hall’un “kimlik, sürekli müzakere sürecidir” tezi, modern bireyin kimlik krizinin aslında bir pusula krizi olduğunu gösteriyor. Kimlik artık sabit bir referans noktası değil, sürekli yeniden müzakere edilen akışkan bir süreç. Bu durum, kolektif kimliklerin de istikrarsızlaşmasına yol açmakta.
Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı, pandemi deneyiminin toplumsal pusulayı nasıl şaşırttığını anlamamıza yardımcı olur. Olağanüstü hâl normalleşirken, toplumsal koordinat sistemleri de altüst olur. Belirsizlik, yeni normal haline gelir.
Donna Haraway, feminist teori, bilim ve teknoloji çalışmaları alanında öncü bir düşünür ve “Siborg Manifestosu”nun yazarı. Onun “Chthulucene” kavramı, Antroposen (insan çağı) ve Kapitalosen (kapitalizm çağı) terimlerine alternatif olarak önerdiği, Yerküre’nin mevcut durumunu tanımlayan bir kavram. Yunanca’da “yeraltı varlıkları” anlamına gelen “khthonos”tan türetilen bu terim, insanın gezegendeki tek hâkim tür olmadığını, diğer canlılarla karşılıklı bağımlılık ve ilişki içinde olduğumuzu vurgular. Haraway’e göre Chthulucene, türler-arası iş birliği, dayanışma ve birlikte-oluş üzerine kurulu yeni bir dünya tasavvurunu temsil eder.
Bu kavram, ekolojik kriz karşısında umutsuzluğa kapılmak yerine, insanlar ve insan-olmayan varlıklar arasında yeni ilişki biçimleri ve hikâyeler oluşturma potansiyeline odaklanıyor. Bu yaklaşım, dünyayı kurtarma sorumluluğunun sadece insana ait olmadığını, tüm canlıların birbirine bağlı olduğu karmaşık bir ağın parçası olduğumuzu vurgulamakta. İlk bakışta çok ütopik geliyor değil mi?
Meselenin ahlaki yönü içinse yepyeni bir kavram ortaya atıldı…
“Bio-etik”
Evet Haraway’in “Chthulucene” kavramı, Anthropocene çağında insanlığın gezegen üzerindeki geri döndürülemez etkisini vurgularken, yeni pusulalar geliştirme ihtiyacına da işaret ediyor ancak Peter Singer’ın biyoetik çalışmaları, biyoteknoloji ve genetik mühendisliğindeki gelişmelerin insanlığı yeni etik pusulalar geliştirme ihtiyacıyla karşı karşıya bıraktığını gösteriyor. Çünkü geleneksel etik koordinatlar, yeni teknolojik gerçekliği kavramakta yetersiz kalmakta.
Peki bunca meselenin karmaşık ve girift labirentinde gezinirken, sanatı nereye koyacağız?
Theodor Adorno’nun “Negatif Diyalektik”te işaret ettiği gibi, sanat her zaman toplumlar için bir pusula işlevi görmüştür. Gerçekten de sanat, toplumsal gerçekliği yansıtırken aynı zamanda ona karşı bir direniş noktası oluşturuyor. Ancak bugün sanat da meta fetişizminin kurbanı haline gelmiş ne yazık ki.
Modern tüketim toplumu, Jean Baudrillard’ın işaret ettiği gibi, bireyleri sürekli bir arzu ve tatminsizlik döngüsüne hapsediyor. Tüketim, yön bulma aracı olmaktan çıkıp, yönsüzlüğün kaynağı haline geliyor. Her yeni ürün, her yeni deneyim, anlık bir koordinat yanılsaması inşa etmekte.
Richard Sennett’in kentsel mekân analizleri, modern şehirlerin giderek daha karmaşık labirentlere dönüştüğünü gösteriyor. Toplumsal ilişkiler ve bireysel yönelim, bu labirentte yeni anlamlar kazanmakta. Şehirler, artık sadece fiziksel değil, varoluşsal bir labirente dönüşmüş durumda.
Bir yazı sonra bu bahsi kapatıyoruz, sabrınız için minnettarım…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***