Serkan KÖYBAŞI
İnsan hakları kavramı tarihin belli bir aşamasında Avrupa’da ortaya çıktı. Öncesinde insan, haklarla korunan hukuksal bir olgu değildi. İnsanın birey olarak önemli olduğu ve çeşitli çıkarlarının haklarla korunması gerektiği düşüncesi zorlu ve uzun bir mücadelenin ardından kabul edildi. Bugünlerde Türkiye’nin gündemindeki sokak hayvanlarına yönelik kanuni düzenleme vesilesiyle insan haklarının nasıl ortaya çıktığını hatırlamak önemli. Zira insan-olmayan hayvanlara yönelik muamelelerimiz insan haklarının kökeni ve anlamıyla yakından ilgili.
SÖMÜRÜ ÜZERİNE KURULU MODERN HUKUK
Orta Çağ’daki teknolojik gelişmeler sonucunda okyanusları aşabilen gemilerin yapılması tüm tarihi değiştiren unsurlardan biridir. Zira bu şekilde Avrupalılar dünyanın geri kalanına ulaştı ve işgal edip sömürmeye başladı. Aslında o sırada bazıları Avrupalılardan daha ileri medeniyetlere, daha gelişmiş şehirlere ve yönetim sistemlerine sahip olan yerli halklar Avrupalıların silah ve hastalıklarına boyun eğmek zorunda kaldı. Kuzey ve Güney Amerika, Afrika ve Asya’da işgal edilen topraklardaki zenginlikler köleleştirilen yerli halklar tarafından çıkarılıp yine gemilerle Avrupa’ya taşındı. Getirilen bu hammaddeler tüccarların elinde ürüne dönüştü ve buharlı makineler gibi teknolojik yeniliklerin de etkisiyle büyüyen ticaret yeni bir sosyal sınıf doğurdu: Burjuvazi.
Toprağa değil, paraya dayalı bir zenginliğe sahip bu yeni sınıfın ticaretini güvenli şekilde devam ettirebilmesi ve mal varlığını monarkların keyfî tavırlarından koruyabilmesi için ekonomik altyapı ve hukuksal üstyapıda bir paradigma değişimine ihtiyacı vardı. Bu değişim talebine destek felsefî alandan geldi. Bilimde yaşanan gelişmelerle ortaya çıkan Aydınlanma hareketi ve bunun bir parçası olmakla birlikte aslında Avrupa’nın Yahudi-Hıristiyan köklerinden de beslenen hümanizm düşüncesi insanın doğadaki başka her şeyden ayrı ve birey olarak önemli olduğu düşüncesi üzerinden yükseldi.
Descartes, Newton ve Bacon gibi çok sayıda düşünür ve bilim insanı bu paradigma değişimine katkıda bulunurken, özellikle Kant’ın erdem etiği insanla diğer her şey arasında bir ikilik yaratıp sadece insana karşı ahlakî sorumlulukların olabileceği fikrini vurguladı. Böylece Kant yeni, modern hukukun insan merkezli olmasının yolunu açarken, Locke’un mülkiyet teorisi de Kant’ın ahlakî topluluğun dışında bıraktığı doğal unsurların ve diğer hayvanların sömürülmesinin felsefî altyapısını hazırladı. Bu teoriye göre her kim emeğiyle doğada bir şeyi değiştirirse, o değiştirdiği şeyin sahibi sayılmalı ve bu mülkiyet ilişkisi kralların dahi müdahale edemeyeceği bir hakla korunmalıydı.
Tüm temel hakların bu iki düşünürün fikirlerinin sentezinden doğduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim eleştirel gözle bakıldığında, temel hakların hepsinde insanın belli çıkarlarının mülkiyetçi bakış açısıyla korunduğu görülmektedir. Örneğin yaşam hakkım vardır, çünkü bu “benim” hayatımdır; vücut bütünlüğü hakkım vardır, çünkü bu “benim” bedenimdir; konut dokunulmazlığı hakkım vardır, çünkü bu “benim” konutumdur gibi. Sonuç olarak temel haklar, tarihin belli bir aşamasında, ekonomik altyapıyı dönüştürmeye başlayan burjuva sınıfının hegemonyasını güçlendiren bir araç olarak ve insana özgü bir kavram olarak ortaya çıktı.
BURJUVAYA KARŞI EŞİTLİK MÜCADELESİ
Bu noktada hemen belirtmek gerekir ki buradaki “insan” en başta aslında sadece Avrupalı beyaz erkekten ibaretti. Nitekim “evrensel insan hak ve özgürlüklerinin” ortaya çıktığı yıllarda ne kadınlar ne çocuklar ne de Avrupa kıtası dışındaki insanlar hak öznesi olarak görüldü. Afrika ve Amerika kıtasındaki yerliler insan değil, “sömürülebilen doğa” olarak kabul edildi ve bu sayede köleleştirilebildi. Bu, yerli topraklarına el konabilmesi için de kullanışlı bir gerekçeydi çünkü buralarda yaşayan “insan” yoktu, o yüzden buralar da “terra nullius” idi. İşte bu bakış açısının bir yansıması olarak, 1787’de ABD Anayasası’nın ilk cümlesine “We The People…” (“Biz Halk..”) diye başlayan Kurucu Babalar plantasyonlarında çalışan siyahları halktan saymıyor, 1789’da Fransa burjuvazisi Devrim için kafelerde insan hakları propagandası yaparken aynı anda topraklarını işgal ettiği Afrikalıları zorla gemilere bindirip Kuzey Amerika’daki o plantasyonlara köle olarak satıyordu.
KATLİAM HAZIRLIĞI OLARAK İNSANLIKTAN ÇIKARMA
Daha sonra eşitlik ilkesinin kapsamının genişlemesiyle kadınlar, çocuklar ve siyahlar da haklara sahip olacak şekilde “insanlaştı” ancak bir katliam yapılacağı zaman hep hedef alınan kesimin önce “insanlıktan çıkarıldığını” görüyoruz. Böylece öldürülecek o kesimler haklara sahip olmayan doğal unsurlar kabul edilip araya ahlakî bir mesafe konulmakta. Böylece artık onlara karşı doğrudan bir sorumluluğumuz kalmadığı için üzerlerinde her türlü tasarrufta bulunulabilmekte.
Bu “insanlıktan çıkarma” de facto şekilde ve yürürlükteki hukuka aykırı şekilde yapılabildiği gibi, kanunlar yoluyla da yapılabilir. Hannah Arendt’in Nazi Almanyası’nda Yahudiler ve hedef alınan diğer toplumsal kesimlerin yaşam haklarının inkar edilmesiyle ilgili şu vurgusu son derece ufuk açıdır: “Nasıl medeni ülkelerde yasalar, insanın doğal arzu ve eğilimlerinin bazen ölümcül olmasına rağmen, vicdanın sesinin herkese “Öldürmeyeceksin!” dediğini farz ediyorsa; Hitler’in topraklarının kanunu da, katliam düzenleyenlerin cinayetin pek çok insanın normal arzu ve eğilimlerine aykırı olduğunu gayet iyi bilmelerine rağmen, vicdanın sesinin herkese “Öldüreceksin!” demesini istiyordu. Nazi Almanyasında kötülük, insanların görür görmez kötülük olduğunu anlamalarını sağlayan niteliğini -baştan çıkarıcılığını- kaybetmişti.” (Arendt, 2019: 156-157)
Bugün Hitler Almanya’sı gibi tarihte insanların haklarının inkâr edildiği dönemleri olumsuz örnekler olarak görmekte, faşizmi, ırkçılığı ve mizojiniyi hukuken yasaklamaktayız. Elbette hâlâ hukuken korunan ayrımcılıklar mevcut. Örneğin LGBTI+ bireylerin evlilik eşitliğinin henüz sağlanmadığı çok sayıda ülke bulunmakta, bizimki de bunlardan biri. Hatta bazı ülkeler, aksi yönde ilerleyerek kanun veya anayasa değişikliği yoluyla evlilik eşitliğinin gerçekleşmesinin önüne engeller çıkarmakta. Ancak genel olarak bu ve bunun gibi diğer ayrımcılık alanlarında olumlu gelişmeler yaşandığı da bir gerçek.
HAKLARDAKİ İNSAN TEKELİNİN SONUCU: TÜRCÜLÜK
Eşitlik ve adalet mücadelesi sayesinde ayrımcılıklar azalsa da hayvanlara yönelik eylemlerimizde Kantçı bakış açısının hâlâ hâkim olduğunu görüyoruz. Üstelik genel olarak onlara karşı bir ayrımcılık yaptığımızı da düşünmüyoruz. Çünkü hak kavramının insanla özdeşleşmiş olması, hayvanların hak sahibi olamayacağı ve dolayısıyla onlara karşı ayrımcılık yapamayacağımıza yönelik bir algı geliştirmemize neden oldu. Hayvanlar, onlardan yararlanmamız için var olan eşya olarak görülmekte.
Hukuk düzenlerimiz de bu bakış açısını kurumsallaştırarak hayvan sömürüsünü yasaklamak bir yana, teşvik eden düzenlemelere sahip. Arendt’in “medeni ülkelerinde” dahi her gün milyarlarca hayvan, insanların çıkarları için kanunların gözetiminde öldürülmekte, acı çekmekte ve hapsedilmekte. Bu sömürüden hepimiz öyle veya böyle faydalandığımız için uzun yıllardır hayvanların da hakları olduğunu kabul etmedik ve bugün türcülük adı verilen ayrımcılığı sorgulamadık.
Ancak hem artık hayvanlara ve özellikle de bilinçliliklerine ve acı çekmelerine ilişkin bilgimiz Kant’ın zamanındakinden çok daha fazla hem de hayvan sömürüsünün ne kadar büyük bir eziyet yarattığı toplumsal kesimler tarafından daha fazla bilinmekte. Bu da hukukumuzun temelindeki insan-merkezci hak anlayışının artık sorgulanır hale gelmesini ve hayvanların da hak sahibi olarak kabul edilmesi yönündeki tartışmaların güçlenmesini sağlamakta.
SOKAKTA YAŞAYAN KÖPEKLERLE İLGİLİ MÜCADELENİN YARATTIĞI UMUT
Bu tartışmaların en önde gelenlerinden biri son zamanlarda Türkiye’nin gündemini işgal eden sokakta yaşayan köpeklerle ilgili kanun değişikliğiyle ortaya çıktı. Teorik hayvan özgürlüğü hareketinin çok da güçlü olmadığı bir ülkede sokak köpeklerinin “yaşam haklarının” savunulduğunu görmek hem bir çelişki hem önemli bir ilerleme olarak kabul edilmeli. Çelişkili zira endüstriyel hayvancılık faaliyetleri nedeniyle her gün çok sayıda hayvan acı çeker ve hayatını kaybederken oradaki hayvanların değil de sokakta yaşayan köpeklerin yaşam hakkı olduğunu savunmak tutarlı değil.
Ancak bir yandan da bu durum, kanun değişikliğine karşı çıkanların sokakta yaşayan köpekleri aslında toplumun bir parçası olarak gördüğünü[i] ve hak kavramıyla ilgili insan tekeline karşı çıktığını da göstermekte. Bu açıdan bakıldığında son aylarda Türkiye’nin her yerinde görülen eylemlerin ve kanun değişikliğine yapılan muhalefetin hak teorisinin daha adil hale gelmesi için oldukça progresif olduğunu kabul etmek gerekmekte.
Bu eylemlerin çıkış noktasına baktığımızda, 2004 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidarında kabul edilen 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. maddesinde sokakta yaşayan hayvanlarla ilgili “al-aşıla-kısırlaştır-yerine bırak” formülü kabul edilmişti. Belediyeler sokakta yaşayan hayvanları alacak, sağlık kontrolünden geçirdikten sonra aşılayacak ve kısırlaştıracak, bu sırada ihtiyaç halinde barınaklarda geçici olarak barındıracak ve sonrasında aldığı yere geri bırakacaktı. 20 yıl boyunca bunu düzenli olarak yapan belediye sayısı varsa da herhalde bir elin parmaklarını geçmez. Zira bırakın aşılama ve kısırlaştırmayı, barınağı olan belediyelerin toplam belediye sayısına oranı bile %10. Bu kanunun uygulanmasından sorumlu ilgili bakanlar (ve 2017’den sonra Cumhurbaşkanı) bu durumu denetlemedi ve kanunun gerektirdiği işlemleri yapmayan belediyelere herhangi bir yaptırım uygulamadı.
Sonuç olarak sokaklardaki kedi ve köpek sayısı arttı, bazı köpekler çeteleşti ve bazı saldırı vakaları yaşandı. Bunun sonucunda, sosyal medyanın da etkisiyle kutuplaştırıcı sağ popülist bir tartışma konusu haline gelen sokakta yaşayan hayvanlarla ilgili eski formül terk edildi ve “al-aşıla-kısırlaştır-tut-sahiplendir” formülüne geçildi. Ancak köpeklerin tutulacağı barınakların çoğunun durumu Nazilerin toplama kamplarından farksız olduğu için bu yeni formülün aslında köpekler için bir ölüm fermanı olduğuna yönelik haklı bir endişe doğdu.
KÖPEKLERE NAZİ HUKUKU
Kanun değişikliğini savunan AKP Grup Başkanı Abdullah Güler’in “hasta ve tehlikeli köpekler için ötanazi imkânı sağladıklarını” açıklaması da[ii] (Tele1, 12.07.2024) bu endişelerin haksız olmadığını ispatlar nitelikteydi. Bu noktada, Hitler yönetiminin de Yahudi soykırımına başlamadan önce, öldürmeye zihinsel engelli ve genetik rahatsızlığı olanlardan başlarken bunu bir hizmet olarak sunduğunu hatırlamak gerekir.
“Gayet iyi bilindiği gibi, Hitler katliamlarına ‘onulmaz hastalıklara yakalananlara’ bahşettiği ‘merhametli ölümlerle’ başladı ve imha programını ‘genetik açıdan hasarlı’ Almanları (kalbinden ve ciğerinden hasta olanları) ortadan kaldırarak sonlandırma niyetindeydi. Bunun dışında, belirli bir grubun da aynı şekilde öldürülebileceği, yani ayıklama ilkesinin koşullara bağlı faktörlere dayandığı gayet açıktır. Çok da uzak olmayan bir geleceğin makinelere dayanan ekonomisinde, insanların zekâ katsayısı belirli bir düzeyin altında kalan herkesi ortadan kaldırabileceğini düşünmek hiç de abes değildir.” (Arendt, 2019: 293).
Arendt’in korkusu bir gün gerçek olur mu, göreceğiz ancak eğer sokakta yaşayan köpekleri toplumumuzun parçası “belirli bir grup” olarak kabul ediyorsak, Türkiye’de bugün korkulanın gerçekleşmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Nobel ödüllü yazar Isaac Bashevis Singer’in, “diğer yaratıklara karşı davranışları açısından, bütün insanlar Nazi’dir” sözü bugün Türkiye’de daha bir anlamlı. Ancak Hitler rejiminden de biliyoruz ki bir kez bu ayıklama başladığında ve birilerine bir gruba saldırı izni verildiğinde, sonrasında başka grupların da hedef alınmasının önüne geçilmesi çok zordur. Bugün yaşadığımız şiddet sarmalında ilk kurban edilenler hakları inkâr edilen köpekler oldu. Bu sarmalın büyüyüp başka grupları da içine almaması için bugün köpekleri sonuna kadar savunmamız gerekiyor. Çünkü Nazi kanunlarına direnmek bir insanlık görevidir.
Serkan Köybaşı kimdir?
Doç. Dr Serkan Köybaşı, Galatasaray Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş, ardından aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “meclis araştırma komisyonları” üzerine yazdığı tezle yüksek lisans ve “anayasaların değişmez maddeleri” üzerine yazdığı tezle doktora programını tamamlamıştır. 2005 yılından bu yana Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi akademik kadrosunda bulunan Köybaşı, burada Türk Anayasa Hukuku, Anayasa Hukukun Genel İlkeleri, Bireysel Başvuru ve Hayvan Hakları dersleri vermektedir. 2019-2021 yılları arasında yarı-zamanlı olarak Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Türk Anayasa Hukukuna Giriş dersini vermiştir. BAU Hukuk Fakültesi bünyesinde 2022 yılının başında faaliyete geçen Hayvan ve Doğa Hukuku Laboratuvarı kurucu direktörü olan Köybaşı’nın ifade özgürlüğü, vicdanî ret, hayvan hakları, doğanın hak özneliği ve iklim değişikliği hukuku gibi konularda makaleleri ve tebliğleri bulunmaktadır. Serkan Köybaşı, 2023 yılında doçentlik eseri olarak “İklim Değişikliğine Karşı Yeşil Anayasalcılık” başlıklı bir kitap yayınlamıştır.
DİPNOTLAR:
[i] Bu anlamda, sokakta yaşayan köpeklerin durumu Donaldson ve Kymlicka’nın Zoopolis adlı eserlerinde “sınır hayvan” ve “evcil hayvan” kategorileri arasındaki bir yere oturmaktadır. Zira sokakta yaşayan köpekler ne şehirlerdeki martı veya sıçanlar gibi yabanidir ne de bize hayatta yoldaşlık eden özel hayvanlar gibidir.
[ii]https://tele1.com.tr/akpnin-sokak-kopekleriini-katletmeyi-ongoren-yasal-duzenlemesi-mecliste-otanazi-hangi-kosullarda-uygulanacak-1100312/?utm_source=pocket_shared
KAYNAKÇA:
Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı – Adolf Eichmann Kudüs’te, Metis, Aralık 2019, İstanbul.
Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005.
Kaynak: Bu yazı İnsan Hakları Okulu blogunda yayınlanmıştır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***