YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Kur’ân-ı Kerim, bir çok âyet-i kerimede iman etmeyi emrettiği gibi, imanlı ölmeyi de emreder. Mesela iki âyet-i kerimede, “Sakın başka şekilde değil ancak Müslüman olarak can verin.” buyrulur. (Bakara sûresi, 2/132; Âl-i İmrân sûresi, 3/102) Aynı şekilde Hz. Musa’ya iman eden sihirbazların, “Bizi Müslüman olarak öldür.” (A’raf sûresi, 7/126) şeklindeki duası ile Hz. Yusuf’un, “Müslüman olarak canımı al.” (Yusuf sûresi, 12/101) duası da nazarımızı ölüm anına çevirir, iman ve teslimiyet içinde ruhu vermenin önemine dikkat çeker.
Kur’ân’da mü’minlere talim edilen şu dua, sırat-ı müstakimde kalmanın hem çok önemli hem de bir o kadar zor olduğuna işaret eder: “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (Ali İmran sûresi, 3/8) Demek ki imanla, İslâm’la müşerref olma, hidayeti bulma şahıs adına büyük bir nimet ve önemli bir kazanım olsa da asıl önemli olan, istikamet üzere kalabilmek ve bu hâl üzere ölebilmektir. Nitekim Ümmü Seleme Validemiz’in bildirdiğine göre Allah Resûlü’nün (s.a.s) en çok yaptığı dualardan biri şudur: “Ey kalbleri bir hâlden bir hâle çeviren Rabbim, benim kalbimi de dinin üzere sabit kıl.” (Tirmizî, kader 7)
Bazı hadis-i şeriflerde ise iman ile küfür arasında gelgitlerin olabileceğine dikkat çekilir. Mesela Ebu Said el-Hudrî’nin (r.a) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (s.a.s) bir hutbe esnasında şunları söylemiştir: “İnsanlar çeşitli hâl ve vasıflarda dünyaya gelirler. Kimisi mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, mü’min olarak ölür. Kimisi kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Kimisi mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar fakat kâfir olarak ölür. Kimisi de kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar fakat mü’min olarak ölür.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/61)
Buhari’de geçen şu hadis-i şerif de aynı noktaya işaret eder: “Şüphesiz sizden herhangi bir kimse cennet ehlinin ameliyle amel eder ve o kadar ki; kendisi ile cennet arasında ya bir arşın yahut bir kulaç kalır. Kitapta takdim edilen onun aleyhine olmak üzere ileri geçer, bu sefer cehennemliklerin ameli ile amel eder ve oraya girer. Yine sizden bir kimse cehennem ehlinin ameli ile amel eder. Nihayet onun ile cehennem arasında bir kulaç yahut bir arşın kalmışken kitapta takdir edilen onun bu hâline rağmen ileriye geçer ve cennet ehlinin ameli ile amel eder ve oraya girer.” (Buhari, Müslim)
A’raf suresinde yer alan şu kıssada, yukarıdaki hadislerde zikredilen durumun müşahhas bir örneği verilir: “Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin kıssasını anlat: O adam bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkie çıkarırdık, lâkin o, dünyaya saplandı ve hevasının esiri oldu.” (A’râf sûresi, 7/175-176) Müfessirler ismini Bel’am b. Baura olarak verdikleri bu şahsın, ilim ve irfan sahibi salih bir kul olduğunu, ism-i azamı bildiğini, Allah’a giden yollar hakkında malumat sahibi olduğunu fakat daha sonra -âyette de bildirildiği üzere- şeytan ve nefsine tâbi olduğunu, neticede de yoldan çıktığını, kâfir ve azgınlar arasına katıldığını ifade etmişlerdir.
Peki, bütün bu âyet ve hadislerin bizim için ifade ettiği anlam nedir? Öncelikle şunu anlıyoruz ki ne Müslüman bir ailede doğmak ne Müslüman bir muhitte yetişmek ne de Müslümanlığı zirvede yaşamak imanla ölmenin garantisidir. Âyetler bize Müslüman olarak ölmemizi emretse de bu, bütünüyle bizim elimizde değildir. Fakat bu konuda yapabileceğimiz çok şey vardır. Şu hadis-i şerif bu konuda bize yol gösterir: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.” (Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332) Eğer insan, ömür boyu tefekkürle, tezekkürle, tedebbürle imanını tahkike ulaştırmaya çalışır ve onu salih amellerle, ibadet ü taatle desteklerse şüphe ve tereddütler karşısında sarsılmayacağı gibi, nefis ve şeytanın hile ve tuzaklarından da salim kalır ve böylece Allah’ın izni ve inayetiyle imanla kabre yürür.
Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder: “İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki, ‘Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.’ Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.” (Bediüzzaman, Kastamonu Lakihası, s. 14)
Burada şu hatırlatmayı yapmakta fayda var. Cenab-ı Hak, Yüce Kitabında bizlere Kendisini sık sık adil-i mutlak olarak tanıtır ve kullarına zerre kadar zulmetmeyeceğini bildirir. Aynı şekilde O’nun, yapılan zerre kadar iyilikleri bile zayi etmeyeceğini, hatta her bir iyiliğe kat kat karşılık vereceğini biz yine Kur’ân’dan öğreniyoruz. Dolayısıyla mü’min olarak doğup mü’min olarak yaşayan bir kimsenin ömrünün sonlarında küfre girmesi de, kâfir olarak doğup kâfir olarak yaşayan bir kimsenin ömrünün sonuna doğru imanla şereflenmesi de cebri olarak gerçekleşmez. Bilakis bu gibi hâdiseler onların iradelerine, tercihlerine, niyetlerine ve amellerine terettüp eden neticelerdir. Fakat bizler hangi sebebin böyle bir neticeyi hâsıl ettiğini; küfür içinde yaşayan bir insanın kalbinde Allah’ın niçin iman meşalesini yaktığını veya kazanma kuşağında yürüyen bir insanın nasıl olup da kaybettiğini tam olarak bilemeyebiliriz. Bize düşen vazife su-i akıbete maruz kalmama adına bütün bir ömrü Allah yolunda geçirmek, O’na yaklaşmak için her tür vesileyi değerlendirmektir.
Şunu da ifade etmek gerekir ki ulema, bu tür durumların nadiren vuku bulacağını ifade etmişlerdir. Fakat bunların nadiren bile vuku bulacak olmasının mü’minler açısından önemi büyüktür. En başta bu, imanla kabre girmenin de Cennet nimetlerine kavuşmanın da kimse için kesin ve garanti olmadığını gösterir. O hâlde mü’minin yapması gereken şey, havf-reca dengesi içinde bir ömür sürmektir. Kişi nasıl bir hayat yaşarsa yaşasın, hangi günahları işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmesi asla doğru değildir. Hakeza bir mü’min, Allah’a karşı nasıl bir kulluk yaparsa yapsın, onun, ibadet ü taatine güvenerek akıbetinden emin olması da doğru değildir. Hz. Ömer’e de atfedilen şöyle bir söz vardır: “Deseler ki herkes Cennete, bir kişi Cehenneme girecek, acaba o ben miyim diye endişe ederim. Ve yine deseler ki herkes Cehenneme, bir kişi Cennete girecek, acaba o ben miyim diye ümit ederim.” İşte havf-reca dengesi adına müthiş bir ölçü!
Maalesef günümüzde din ve iman adına kaybedilen değerlerden biri de akıbet endişesidir. İmanı taklitten, ibadetleri şekilden öteye geçmeyen, helâl-haram hassasiyetini kaybeden, kulluk hayatında elli tür arıza bulunan kimseler dahi Cenneti garantilemiş gibi çakırkeyf bir hayat yaşayabiliyorlar. Oysaki kudsî bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Ben kuluma iki emniyeti birden vermem, iki korkuyu da birden vermem.” (İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406) Bunun anlamı şudur: Dünyadayken ahiret adına endişe duymayan, Cennet garantiymiş gibi rahat içinde yaşayan bir kimse ahirette huzur ve emniyet içinde olamayacaktır. Buna karşılık, hesaptan, kitaptan, ahiret ahvalinden endişe eden, helal-haram sınırına riayet konusunda Allah’tan korkan kimseler ise ahirette itminan ve emniyete kavuşacaklardır.
Yukarıdaki naslardan alınması gereken önemli bir ders de şudur: Şayet itibar son âna ise insan ahirette ölümden önceki durumuna göre muamele görecekse ve kimse de ne zaman öleceğini bilmiyorsa mü’minin yapması gereken en akıllıca şey, teyakkuz içinde bir ömür geçirmek, attığı her adımı dikkatle atmak ve her an ölüme hazır olmaktır. Ne var ki bu sanıldığı kadar kolay değildir. Zira insanda tevehhüm-ü ebediyet duygusu vardır ve bu duygu ona hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyada kalacağı hissini verir. İnsan ölümü düşünse bile başkasına layık görür, kendine yakıştıramaz. Ölüm düşüncesi dünya zevklerini acılaştırdığı için nefis sürekli ondan kaçmak ister. Hele ki dünya ile bağların olabildiğine kalınlaştığı modern zamanlarda. Ne var ki ölüm, kaçılması mümkün olmayan insan hayatındaki en büyük gerçektir. Ecelin vakti de belli değildir. Bu yüzden insan, hayatının her bir gününü öyle hesaplı yaşamalıdır ki ölümle yüz yüze geldiğinde “eyvah” dememeli, keşkelerle inlememelidir.
Söz konusu âyet ve hadislerin bize verdiği diğer önemli bir ders de kullukta istikamet ve devamlılığın önemidir. Kulluğun en zor tarafı da budur. İnsanın yakaladığı kulluk çizgisini hiç değiştirmeden devam ettirebilmesi ciddi bir azim ve kararlılık ister. İnsan, hayatının bir döneminde imanı iliklerine kadar hissedebilir, ihlâs ve samimiyeti yakalayabilir, müttakiler arasına girebilir, ihsan ufkuna yükselebilir… Fakat şeytanın hile ve desiseleri, nefsin arzu ve istekleri, dünyanın cezbedici güzellikleri karşısında yakaladığı bu kulluk çizgisini sürdürmesi hiç de kolay değildir. Her daim imanı takviye etmeyi, manevî beslenmeyi, nefisle mücadele etmeyi gerektirir. Bu zorluktan dolayı olsa gerek her namazda Fatiha suresini okuyor ve “İhdina’s-sırata’l-müstakim” diyerek istikamet adına sürekli Allah’a dua ediyoruz.
Hayatını iman ve İslâm dairesinde geçiren bir insanın küfür ve dalalete yuvarlanması bize uzak görünebilir. Gerçekten de iman ile küfür arasındaki mesafe çok uzaktır. Bununla birlikte bunun bir süreç olduğu, bir anda gerçekleşmeyeceği gözden kaçırılmamalıdır. Böyle bir süreç, cevapsız kalan şüphelerle, basit tavizlerle, küçük günahlarla başlar ve başlangıçtaki küçük bir açı giderek büyür. Bu yüzden Bediüzzaman, her günah içinde küfre giden bir yol olduğunu söyler. Çünkü işlenen her bir günah, ikinci bir günahı daha da kolaylaştırır. Duygu ve düşüncelerdeki küçük sapmalar, önlem alınamadığı takdirde giderek büyür. Kalbe yerleşen şüphe ve tereddütler giderilemediği takdirde kesin kanaatlere dönüşür. Bu açıdan insanın kulluk adına keyfiyet ve kıvamını koruması, bir yandan imanla bağdaşmayan her tür olumsuzluktan uzak durmasına, diğer yandan da imanını sürekli beslemesine bağlıdır.
Başta zikredilen âyet ve hadislerden çıkarılabilecek diğer bir netice de şudur: Biz, kendi akıbetimizi bilemeyeceğimiz gibi, kimsenin akıbetini de bilemeyiz. Muhatap olduğumuz insanların âhir ömürlerini nasıl tamamlayacaklarını, vefat eden kimselerin nasıl öldüğünü bilemediğimiz için uhrevî durumları hakkında kesin hükümlere varmaktan da kaçınırız. Nitekim vefat eden Osman b. Mazun’un arkasından eşi, “Cennet sana mübarek olsun.” deyince, Allah Resulü (s.a.s), “Sen onun cennetlik olduğunu nereden biliyorsun?” demiştir. Hanımının, “Ya Resulallah! O senin süvarin ve arkadaşın idi.” cevabı üzerine ise şöyle buyurmuştur: “Ben Allah’ın Resulü olduğum hâlde, bana nasıl bir muamele yapılacağını bilmiyorum.” (Buharî, megazî 45)
Son olarak şunu belirtelim ki içinde yaşadığımız dünya sürekli olarak dinin aleyhine gelişiyor. İnsanlar her geçen gün maneviyattan, metafizikten, dinden ve dolayısıyla ahiretten uzaklaşıyorlar. Modern dünyanın meşgaleleri, zevkleri, eğlenceleri insanları öyle sarhoş hâle getiriyor ki onlara ölümü de ahireti de akıbet endişesini de unutturuyor. Çoğu insan dünyaya, dünyanın hazır lezzetlerine odaklanıyor. Günlük yaşıyor, ânın tadını çıkarmaya çalışıyor. Çokları değil ahireti yarını bile düşünmüyor. Yarınları düşünüp ağızlarının tadını kaçırmak istemiyor. Dolayısıyla imanla ötelere gitmeye, akıbet endişesine, havf-reca dengesine, istikamet içinde yaşamaya dikkat çeken mezkur âyet ve hadislerin hassaten günümüz insanlarına önemli dersler verdiği muhakkaktır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***