Abdullah EZİK
Irmak Zileli, yeni kitabı ‘Her Şeyi Gördüm’de bir gençlik anlatısının peşinden gidiyor ve okura bu kez farklı türden bir hikâye sunuyor. Birçok farklı sorgulamanın, anlatı ve kesişimin yer aldığı kitap, ana hatlarıyla “beklenmedik bir kaybın ardından altüst olan bir lise”de, “gizemli bir tanıklık” hikâyesinin peşinden gidiyor.
Irmak Zileli’yle yeni kitabı ‘Her Şeyi Gördüm’ün zorbalık teması etrafında şekillenen temel meselelerini ve gençlik romanı yazma hikâyesini konuştuk.
Yeni kitabınız ‘Her Şeyi Gördüm’, ele aldığı mesele ve anlatı dünyasıyla dikkat çeken bir kitap. Öte taraftan aynı zamanda kitabın bir gençlik romanı olması da üzerine konuşmaya değer bir konu. Sizin için bir gençlik romanı yazma düşüncesi/süreci nasıl işledi? ‘Her Şeyi Gördüm’ ile diğer metinleriniz/romanlarınız arasında ne tür bir ayrım gözettiniz?
‘Her Şeyi Gördüm’ zorbalık olgusu üzerine düşünürken doğdu. Kamuoyunun “akran zorbalığı” deyip kendisinin dışına itelediği, sadece gençler arasında bir problem gibi yaklaştığı bu sorunun boyutlarını ve tüm cephelerini, dolayısıyla kaynaklarını tartışmaya açmak istedim. Bunu yaparken de aslında zorbalığın sadece gençleri ilgilendiren bir mesele olmadığını, gençler arasında yaşanan bir problem diye sınırlandırılıp rafa kaldırılmaması gerektiğini fark ettim. Diyeceksiniz ki o halde neden bir gençlik romanı olarak çıktı kitap. Haklı bir soru. “Gençler arasında akran zorbalığı çok yaygınlaştı canım, ne oluyor bu gençlere!” serzenişinde suçlayıcı, yetişkinin sorumluluğunu görmezden gelen bir ton var. Gençlerin kendilerini bulabileceği bir kurmaca dünya içinde, sorunun onlarda olmadığını, zorbalığın bir sistem sorunu olduğunu, bu sistemi inşa edenlerinse yetişkinler olduğunu göstermek istedim. Kendilerini sorgulayıp, dönüştürebilmeleri için de ihtiyaçları olanın önce yetişkinlerin kendi sorumluluklarını kabul etmeleri olduğunu düşünüyorum. Bunu söyleyen ve yetişkinlerin bu sorundaki payına işaret eden bir hikâyenin öncelikli okuru gençler olmalıydı. Hem kendi sorumluluklarını almaları hem de bu sorunla baş başa bırakılmadıklarını görmeleri için. Nihayetinde “akran zorbalığı” etrafında kurulmuş bir hikâyenin özneleri onlardı. Öte yandan bu romanın tek muhatabı onlar değil. Aileler, eğitimciler ve toplumun tüm bileşenlerine sözü olan bir roman ‘Her Şeyi Gördüm’. Bu yönden bakınca da yetişkin romanlarımla arasında hiçbir ayrım gözetmedim.
Her Şeyi Gördüm, ana hatlarıyla “beklenmedik bir kaybın ardından altüst olan bir lisede, “gizemli bir tanıklık” hikâyesinin peşinden gidiyor. Burada tercih ettiğiniz karakterler, onların düşünme, tartışma ve eyleme geçme hâlleri oldukça önemli. Romanda yer alan karakterlere hayat verirken nasıl bir düşünce ile hareket ettiniz?
Romandaki genç karakterlerin başına gelen olay, aldıkları tutum ve ortaya çıkan sonuç, o insanları yargılayıcı bir konuma bizi yönlendirebilir. Bunun olması romanın amacıyla çelişen bir durum yaratırdı. Bu yüzden hikâyenin içinde genç bir insanın eylemlerini yansıtırken onun yanında durmayı önemsedim. Gençleri suçlayan, onlara dışarıdan bakan ve yargılayan dil ve kurgu yaratmak istemedim. Bunun için karakterlerin eylemlerinin ve kararlarının arkasında yatan nedenleri anlamaya çalıştım. Bunun yolu da karakterlerin aile yaşantılarını bilmekten, nasıl bir evde, hangi dertlerle cebelleşerek büyüdüklerini keşfetmekten, kendileriyle ve dünyayla ilişkilerini şekillendiren ortamı hayal etmekten geçiyordu. Belki bu bilgilerin pek çoğu romanda yer almayacaktı ama benim o karakterlerin seslerini duymama, iç dünyalarını anlamama yardım edecekti. Bir hikâyeleri, bir geçmişleri olacaktı. Bu şekilde tanıdığınız ve anladığınız birini öyle kolayca yargılayamazsınız. Ben de kendi yargılama riskimi bu şekilde bertaraf ettim ki, karakterleri okura doğru ve hakkaniyetli gösterebileyim. Okur, metinde bu arka planı göremeyecekse de hissedecektir. Böylece onu da yargıç konumuna itmeden, hikâyenin asıl meselesine odaklanmasının yolunu açmaya çalıştım.
Romanın merkezinde bir kayıp hikâyesi yer alıyor ki bütün bir olaylar silsilesi bu kayıp etrafında gelişir: Tarçın. Öyle ki adalet, özgürlük, dürüstlük, merhamet gibi birçok kavram, duygu ve etik mesele, bu kayıp fikri ile ilişkilendirilerek ele alınıyor. Sizde bu kayıp düşüncesi nasıl doğdu ve söz konusu tüm bu meseleler/sorgulamalar romandaki kayıp hikâyesine nasıl düğümlendi?
Aslında romanda pek çok kayıp var. Ölüm değil belki ama gençlerin hırpalanan benlikleri, özsaygıları, kendine güvenleri, hayalleri… Bu fark edilmeyen kayıpları görebilmek için bazen görmezden gelemeyeceğimiz bir kayıp yaşamamız gerekir. Tarçın’ın ölümü tüm okulda bir sarsıntı yaratıyor. Birtanık’ın mektupları ise sadece bu kayba odaklanmıyor. Bu ölümü aydınlatırken, aslında bütün diğer kayıpları da ortaya seriyor. Kanıksanmış olan zorbalık ve şiddet, kanıksanması imkânsız olan bir kayıp sayesinde aydınlanıyor. Bu da sorgulamanın yolunu açıyor.
İstenmeyen bir olaya/duruma tanıklık etme ve onun üzerinden hem kişisel hem de toplumsal bir sorgulamanın içerisine girme, romanın ön plana çıkardığı bir başka uzam olarak değerlendirilebilir. Nihayetinde hemen her şey bir tanıklık hikâyesinin izini sürer. Bu noktada kişinin hem kendisiyle hem de bir parçası olduğu toplumla/toplulukla yüzleşmesi onu ve karakterini nasıl şekillendirir? Siz bu meseleye nasıl yaklaştınız?
Tanıklık bir varoluş hali. Bu halin bizi nereye götüreceği kendimizi hayatta nerede konumlandırdığımızla ilgili. Eyleme mi evrilecek, obsesif bir biriktirmeye mi; sorumluluk almaya mı, kaçınarak yaşamaya mı? Gördüklerimiz sadece dışarıya mı ait, aynı zamanda bizim parçamız mı? Tanıklığımızı yüzleşmeden anlamlı kılmamız mümkün mü? Sanırım, her şeyi görmek için bakmak yeterli değil, her düzeyde yüzleşmek de gerekli.
Günümüz toplumunun temel sorunsallarından biri olan zorbalık, özellikle de Eray ve Arda’nın hikâyesinde kendisine geniş bir karşılık buluyor. Bu çerçevede zorbalık meselesinin aynı zamanda bir gençlik romanında tartışmaya açılması da kıymetli. Siz bu konu üzerine düşünürken nasıl hareket ettiniz? Eray ve Arda’nın ilişkisi, zorbalığa ve kişinin zorba yanına dair neler anlatıyor?
Fail ile kurban sabit konumlar değildir. Dolayısıyla bir suçun faili ya da bir zorba, başka bir koşul içinde mağdur statüsünde karşımıza çıkabilir. Hatta zorbalığa maruz kalan biri, eğer toplum onun hakkını savunmazsa, kendisi zorbalaşabilir. Eray ile Arda’nın hikâyesi bize yalnız bıraktığımız, görmezden geldiğimiz her mağduriyetin zorbalaşma potansiyelini ve yeni mağduriyetler yaratacağını gösterir.
Suç işlemek kadar suça iştirak etme veya ona karşı sessiz kalma da romanda sıkça tartışmaya açılan konular arasında yer alıyor. Müdür Baybars ve Birtanık gibi karakterler suç meselesine paralel bir şekilde merhamet, vicdan, adalet gibi birtakım farklı meseleleri de tartışmaya açıyor. Peki bu noktada suçun bireyselliği ile toplumu etkilediği nokta arasında nasıl bir mesafelenmeden söz edilebilir? Suç bireysel olsa da suça karşı sessiz kalan toplum ve topluluklar, geleceği/zamanı nasıl şekillendirir?
Hepimiz suçsuz doğarız, bizi suçlu kılan da suçlu ilan eden de her tür iktidardır. Sorgulamaya buradan başlamak lazım.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***