Can ÖKTEMER
Geçtiğimiz hafta Prime Video’da yayınlanmaya başlanan Fallout, son zamanların en çok konuşulan işlerinden biri oldu. 1997 yılından beri Fallout, oyun dünyasında bilinen ve sevilen bir seri. Kemikleşmiş bir hayran kitlesi var. Dolayısıyla oyunun dizi olarak uyarlanacağı haberi ilk çıktığı andan itibaren hayranlarını endişelendirmişti.
MAD MAX’İ HATIRLATAN BİR ÇILGINLIK
Özellikle Prime’ın Yüzüklerin Efendisi başarısızlığından sonra Fallout’ta da benzer şeyler yaşanır mıydı? Geçmişte oyun uyarlamalarına dair yaşanan hayal kırıklıklarından sonra yine aynı durumla mı karşılaşılacaktı? Olası bir olumsuzlukta, hayranların öfkesi bu sefer nasıl olacaktı? Emektar PC’ler Prime’ın binasının önüne atılır mıydı? Oyun CD’leri kapının önünde yakılır mıydı? Üyelikler iptal olur muydu? Diğer taraftan oyunu hiç oynamayan ama sırf etrafında kopan gürültüye bakmak için gelen izleyici nasıl tepki verecekti? Tüm bu sorular dizinin yayınlamasıyla beraber son buldu. Son buldu diyorum çünkü Fallout yer yer eleştiri alsa da genel olarak beğenildi. Özellikle dizinin atom punk dünyası, ironik anlatısı, retro görselliği ve Mad Max’i hatırlatan çılgınlığı ve şiddetiyle insanların ilgisini çekmeyi başardı. Peki, dizi ne anlatıyor?
NÜKLEER KIYAMET SONRASI…
Fallout, nükleer kıyamet sonrası dünyayı anlatıyor. Savaşı ilk kimin başlattığı bilinmeyen bu alternatif tarihte, şehirler yıkılmış, radyasyona maruz kalan insanlar mutasyona uğramış, doğanın dengesi bozulmuş. Yer yüzünde kalan insanlar medeniyetin son kırıntılarıyla hayatta kalmaya çalışırken diğer taraftan savaş öncesi sığınaklarında yaşamaya başlayan başka bir insan topluluğu da nükleer teknolojinin imkanlarıyla bambaşka bir yaşam ortamı yaratmışlar. Dünya delilik, paranoya ve şiddetin pençesine düşmüşken sığınaktaki hayatlar da bir o kadar steril, medenidir. Dizinin hikâye akışı ise sığınak sakini Lucy Maclean’in babasını aramak için yer yüzüne çıkması ve başına gelenleri konu ediniyor. Elbette her arayışta olduğu gibi Lucy’nin yolu Çelik Kardeşliği’nden Maximus ve hortlak Cooper’la kesişecek ve olaylar giderek tuhaflaşacak…
Lucy’nin ahlaki kurallara sadık, dünyanın adil bir şekilde işlediğine dair naif inancı elbette kaotik ve kanlı yer yüzünde sarsılacaktır. Zaten asıl soru da orada başlayacak: Bir insan zorlu şartlarda adalet duygusunu ve insan sevgisini ne kadar koruyabilir? Ya da kendine ihanet edip ne zaman kötülüğe teslim olur? Böyle bir dünyada insan ne zaman “Lanet olsun içimdeki insan sevgisine” der ya da naiflere yer yok mudur artık?
KIYAMET, KAOS VE NAİFLERE YER YOK!
Dizinin yazar ve yönetmenlerinden Jonathan Nolan, Fallout’u oyunun ruhuna sadık kalarak uyarlamış. Oyunun yıllara yayılan ve neredeyse okyanusu andıran anlatısını derli toplu bir şekilde anlatmayı başarmış diyebiliriz. Dizi görsel rejim olarak oyunun 1950’li yıllara ait retro dünyasını başarılı bir şekilde inşa etmiş. Özellikle atom punk adı verilen ve doğrudan Fallout’la birlikte anılan nükleer enerji kıyameti görselliğinin ve ruhunun seyirciye doğrudan geçtiğini söyleyebiliriz. Lucy’nin naif dünyası, Cooper’ın acımasızlığı, Maximus’un iyilik ve kötülük arası gidip gelen gri ruhu, 1950’li yılların caz şarkıları ve görselliğiyle ironik bir uyum yakalamış.
Nükleer kıyamet sonrası yapımlar özellikle Soğuk Savaş gerilimin giderek yükseldiği 1970’li ve 1980’li yıllarda büyük ivme kazanmıştı. Hiçbir kuralın olmadığı, şiddet, paranoya ve yıkımın başrolde olduğu bu yapımlar nükleer paranoyanın sinemadaki karşılığıydı.
Los Angeles, New York gibi şehirlerin paramparça olmuş, moloz yığınına bulanmış imgesi seyirciyi şaşırttığı kadar olası nükleer felakete dair korkusunu da körüklüyordu. Kıyamet sonrası yapımlar son yıllarda hiç olmadığı kadar revaçta. Bu vaziyetin ana nedenleri arasında ülkeler arası gerilimin giderek artması, nükleer silahların yeniden şantaj unsuru olarak kullanılması var hiç kuşkusuz. Üçüncü Dünya Savaşı’nın ihtimali ve nükleer yıkım belki hiç olmadığı kadar bu denli cümle içinde ve olasılıklar dahilinde… Fallout uyarlamasının tam böyle bir zamanda seyirciyle buluşması şaşırtıcı değil elbette. Hollywood ve popüler sinema üzerine yaptığı çalışmalarla bildiğimiz Douglas Kellner, kıyamet filmlerinin esas olarak günümüz seyircisinin korkularını yansıttığını tarif eder. Fallout’un kaotik, kuralsız ve nihilist dünyasının da günümüzün belirsiz atmosferinin bir uzantısı olduğunu söyleyebiliriz sanki… Geçtiğimiz yıllarda Guardian’da iklim krizinin derinleşeceği gelecekte zenginlerin kıyametten en az etkilenecek yerlerden arsa aldıklarına dair bir haber çıkmıştı örneğin. Dizide şirketlerin yaptığı sığınakları da bu minvalde okuyabilir miyiz? Paranoya bataklığına düşmeden kıyamet sonrası anlatılarının günümüzde hangi politik ve siyasi söylemle denk geldiğini düşünmek kıymetli bir zihin egzersizi olabilir.
Karakterlerin iyilik ve kötülük arasına sıkışmış, arafta kalmış ruh halleri, demokrasi rehin almış şirketler, sadece güçlünün hayatta kaldığı orman kanunlarıyla yönetilen bir dünya… Dizide sorulduğu gibi herkes dünyayı kurtarmak istiyor ama bunun nasıl yapılacağına dair kimsenin fikri yok. Evet, kahramanı olmayan, nihilizmin her yeri sardığı bir yerde dünya nasıl kurtulur?
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***