Deniz ÇAKMAK
Gazeteci Sinem Nazlı Demir’in kaleme aldığı, şiddete ve hak ihlallerine maruz bırakılan 29 kadınla yaptığı görüşmelerden oluşan ‘Katilimi Tanıyorum: Türkiye’de Kadın Kırımı’ isimli kitap, A7 Yayıncılık etiketiyle yayımlandı.
Demir’le devam eden sivil toplum faaliyetlerini, kadın ve çocuk hakları alanındaki gazetecilik yolculuğunu, basının toplumsal cinsiyet eşitsizliğindeki sicilini, Türkiye’de kadın ve çocuğa yönelik şiddetin toplumsal örüntüsünü ve hak temelli bir dayanışma etiği inşa etmenin yollarını konuştuk.
‘GAZETECİDEN ÖNCE SİVİL TOPLUM GÖNÜLLÜSÜYÜM’
Kitabın tamamı gazetecilik faaliyetinizin bir ürünü ama sizin gazeteciliğin öncesinde çok erken başlayan bir sivil toplumculuk deneyiminiz var . Dernek çatısında yürüttüğünüz faaliyetlerle karşılaştırdığınızda bu alanda gazetecilik faaliyeti yürütmenin birbirini kestiği ya da ayrıştığı yerler neler? Bir alanda yapıp diğerinde kısıtlandığınızı hissettiğiniz şeyler var mı?
Öncelikle çok kısıtlandığımı hissediyorum tabii. O da şöyle: Sivil toplumun diliyle basının dili kadar birbirine uzak iki mecra yok. Çünkü çok erken yaşta stk faaliyetlerine girdim ve direkt kadın ve çocuk alanında dernek çatısı altında çalışmaya başladım. O sıralarda üniversite hazırlığın sonundaydım; okurken çalışmaya başladım zaten. Evet geleceğimi belki yine sivil toplumda görüyor olabilirim, belki paralel şekilde basın ve sivil toplumda var olabilirm ama her halükarda dünyaya bakış açım, dili kullanma amacım veya bu alanlardaki mücadelem gazetecilikten önce sivil toplum bakış açısıyla dünyaya bakmamla alakalı. Zaten mesleğe ilk başladığım yer olan Cumhuriyet’te de bana ilk başlarda kadın ve çocuk alanındaki haberlerdeki dili düzeltme görevi verildi ve yaklaşık 3 buçuk ay boyunca geçmiş haberlerdeki dili düzelttim. Sonrasında yavaş yavaş kadın hakları muhabirliği, ihbar alanına geçtim. Okurken de çalışmaya başladığımda da basın sektöründe olacaksam bile yine insan hakları alanında çalışmak istediğimi başından beri içten içe biliyordum.
İki alanı karşılaştıracak olursam, genellikle basın sektöründe bir haberin yazılma amacı elbette ki bilgi vermek, kamuoyunu bilinçlendirmek ama aynı zamanda da gelir sağlamak. O gelir de nasıl olur? Daha fazla okunmayla daha fazla tıklanmayla olur. Dolayısıyla bu daha fazla okunma amacı ne kadar yüksek ise, insan hakları alanında etik ihlal yapma ihtimali de o kadar yüksek oluyor. O pornografik başlıklar, kadın bedenleri üzerinden paylaşılan görseller; kadının kimliğinin nasıl sıfatlaştırıldığından tutun da olayla ilgili asıl verilmek isteneni değil, “dikkat çekici unsurları” habere katmaya kadar çok çeşitli yöntemleri ve öncelikleri var basının. Bu sivil topumun amacıyla tamamen çatışan bir şey. Bu nedenle de ben şunu istiyorum: Öyle bir ortak çizgiye getireyim; bir alışkanlık bir gelenek haline getireyim ki bunu kendim için, basında kesinlikle bir kadın ve çocuk hakları haberi olursa bir ihlal olur şeklindeki yaygın anlayıştan çıkıp, hayır biz bu cinayet haberini bu şekilde de verip okutma amacıyla değil bilinçlendirme amacıyla devam ettirebiliriz bu işi diyorum. Bu motivasyonla hareket ediyorum. Ben bir muhabirden bir spikerden bir gazeteciden önce bir sivil toplum gönüllüsüyüm. Dolayısıyla orada öğrendiğim değerleri mesleğime yansıtmaya çalışıyorum ama bu ticari kaygılardan dolayı çok zorlandığım zamanlar da oluyor.
‘SEKTÖRDE KADIN ÇALIŞANLAR OLSA DA KURUMLAR ERKEK EGEMENLİĞİNDE’
Umut var mı? Bu konuda nasıl bir sınav veriyor Türkiye’de basın?
Şu an gerçekten görmüyorum. Her zaman ümitliyim, bir şekilde düzeleceğiz diye bakamıyorum. Çünkü medya sektörü de her ne kadar içinde çok fazla kadın arkadaşımız çalışsa da erkek egemenliğinde. Dolayısıyla hem siyasi hem de toplumsal olarak erkek bakış açısıyla haberlerimizi yazıyoruz. Bir editör, hayır ben burada kadın cinayete kurban gitti yazmayacağım kadın katledildi yazacağım diye ne kadar rahat bir şekilde müdürüne söyleyebilir acaba şu an çalıştığımız yerlerde?
Buna hepimiz dahiliz. Çünkü kadın haberinde de çocuk haberinde de bir yanlış görsek bile o yanlışı kendi irademizle düzeltip değiştirebilecek bir yetkiye sahip değiliz. Bu yüzden, basın sektöründe o patronlar ve hak sahipleri hâlâ çoğunlukla erkek olduğu için onların bakış açısı değişmeden bir ümidin olacağını düşünmüyorum.
‘BAZI BİLGİLERİ GİZLEDİĞİMİZ ÇOK HİKAYE OLDU’
Kitaptaki kadınlar çok ağır travmalardan ve şiddet deneyimlerinden bahsediyorlar. Böyle bir kitapta, gazetecinin yaşayacağı en büyük karın ağrısı belki de bu kadar mülakatı bir araya getirirken onları nasıl bir elekten geçireceği sorusu ve oradaki sorumluluk duygusu. Kadınların sana anlattıklarının ne kadarını kitaba yansıtabildin, bu çalışmayı yayına hazırlarken nasıl bir yöntem izlediniz?
İki yönlü düşündük. Birincisi, hiçbir şekilde kadınların kendi ağızlarından söylediği sözlere sansür uygulamamak ama aynı zamanda da hukuki engellere takılmamaktı temel düşüncemiz. Dolayısıyla kamuoyunun çok fazla tetiklenebileceği unsurlara, görsellere, anlatımlara yer verememek gibi bir durum da mevcuttu. Bu yüzden de aslında 320 – 330 sayfa aralığında çıkması gereken kitabımı biz 224 sayfaya düşürdük. Çünkü öyle anlatımlar öyle betimlemeler vardı ki, kitabı okuyacak bir kişi herhangi bir travması olmasa bile gerçekten ciddi bir şekilde etkilenebilirdi. O aradaki çizgiyi tutturmak çok zor çünkü hassas bir alanda etik ihlal yapmak kadar kolay bir şey yok. Bu nedenle de hem o tetikleyici unsurları barındırmamaya hem de bana güvenip anlattıkları hikayeleri sansürlenmemeye çalıştık. Ama maalesef o 100 sayfa bu şekilde kitaptan elendi. Elememizin en önemli nedeni cinayette yöntem belirtme, cinayet sahnesini ayrıntılı betimleme, kadının yaşadığı fiziksel şiddeti anlatırken verdiği ayrıntıların çok ağır olmasıydı. Herkesin ulaşabileceği bir kitapta verebileceğimiz bilgiler, o unsurlar, içerikler konusunda çok dikkatli olmalıydık. Çünkü maalesef şu an “dezenformasyon yasası” da var. Aynı zamanda bizim kişilerle yaptığımız röportajların getirdiği hukuki yükümlülük var, kadınların etiketlenme, damgalanma olasılıkları var. Bazı bilgileri gizlemek zorunda kaldığımız çok fazla hikaye oldu. Böyle hepsinin dengesini tutturma süreci zate kitabın 4 yılın sonunda tamamlanmasına neden oldu. Yoksa kitabın yazımı aslında ilk 2 buçuk yılda bitmişti. Son bir yıllık süreç bu dengeyi kurmak, hukuki yükümlülükleri ve kamuoyunu da düşünerek düzenleme çabasıyla geçti.
‘HAK GAZETECİLİĞİNDE TARAFIM, ÖNCELİĞİM İHLALE MARUZ BIRAKILANIN YAŞAMI’
Filtrelenen yerlerle ilgili başka türlü düşünmek mümkün mü? Bunu mesleğin sansasyon iştahı açısından söylemiyorum ama hep bir etik tartışma yürüyor gazetecilikte; travma tetikleyecek unsurları bir biçimde filtrelemeyi öğreniyoruz. Diğer taraftan da “Sınırların gitgide çoğalması gazeteciliğin kamu faydası üretme faaliyeti sırasındaki etki gücünü zayıflatıyor mu?” sorusu tartışılıyor artık dünyada. Etki haberciliği diye bir başlık tartışmaya açıldı yeniden. Dile indirgenmiş etik sınırların her geçen gün genişlemesi, kamuoyunu harekete geçirmesini umduğumuz haberden birtakım bilgileri eksiltmemiz anlamına da gelmiyor mu? Nasıl bakıyorsunuz o tartışmaya?
Türkiye’de de bu hep tartışılıyor. Mesela bir çocuk hakkı ihlali ya da kadın hakkı ihlali olduğunda ne kadar filtreleyelim diye. Ben hak gazeteciliğinde bir tarafım, dolayısıyla ilk başta düşündüğüm şey ihlale maruz bırakılmış bireyin sonraki yaşamı. Kamuoyundan da önce o özne geliyor benim için açıkçası. O da az önce bahsettiğim durumla bağlantılı, yani sivil toplum bakış açısıyla. Çünkü çalıştığım kurumlarda o haberlerden dolayı hayatları etkilenmiş, kendi arkadaş çevrelerinde etiketlenmiş ya da gerçekten her internete girdiğinde annesinin fiziksel şiddete maruz bırakıldığıyla karşılaşan çocukları gördüm. Evet bir kamuoyu oluşmalı ama kamuoyunun oluşması için ayrıntıya gerek olmayan bir sürece girmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Biz bir konuyu önemsememiz için o konuda bizi harekete geçirecek ayrıntının betimlenmesini mi bekliyoruz? Yoksa gerçekten konunun kendisini zaten en başında önemsediğimiz için, her ne olursa olsun aynı tepkileri verebiliyor muyuz? Burada meseleyi konunun öznelerine olan etkileri üzerinden tartmalıyız. Evet biz bir haber izliyoruz. O haberde bir video görüyoruz; yaklaşık 2 buçuk 3 gün twitter’da TT oluyor. Meclis’te bazen gündem giriyor, bazen girmiyor. Ama yılda birkaç kere aklımıza gelen olaya hayatta kalanlar her gün maruz kalıyor. O yüzden burada asıl ulaşmamız gereken yer, toplumun ayrıntıya, betimlemeye, çok etkilenmeye gerek kalmadan tepki göstereceği bir aşama olmalı.
Habercilik konuşuyoruz ama başka bir boyutu da var meselenin. Öyle büyük bir şiddet pornografisi hakim ki sosyal medyanın gerçekliğine, toplum o görüntülere ikincil tanık olsa bile fazlasıyla maruz bırakılıyor zaten. Tepkisini de yine orada verip iki gün sonra unutabiliyor. Biz habercilik açısından etik tartışmalar yürütürken toplum başka mecralarda, endişe ettiğimiz o aşamayı çoktan geçmedi mi?
Bu şunu da getiriyor bence; kişilerin artık bir kadının bıçaklandığı haberine tepkisi azalabiliyor. O kişinin harekete geçmesi için, 47 yerinden bıçaklandı sonra bacağı bir yere atıldı, uzuvları parçalandı vs. gibi ayrıntılar gerekiyor. Ama biz burada ayrım yapmamalıyız. Bir kadının nasıl katledildiği önemli; yani önceden planlanıp planlanmamış olduğu, failin kimlerle iletişim kurduğu önemli ama biraz da toplum olarak eşiğimiz artıyor bu şekilde. Yani artık haberin içeriği öyle etkili olmalı ki, öyle ayrıntı içermeli ki ona göre biz bir tepki verelim gibi bir eğilim oluşuyor, tepki eşiğimiz yükseliyor. Bu da tehlikeli bir boyuta varabilir diye düşünüyorum.
Sizce Türkiye’de toplumsal cinsiyet temelli şiddeti kurumsallaştıran ortam nasıl oluşuyor? Bu şiddeti mümkün kılan toplumsal ortamın sacayakları neler?
Sıralayacak olursam elbette ki ilk başta siyasilerin söylemleri derim. Çünkü siyasilerin saldırgan, kendi içlerindeki o ataerkil ayrıştırıcı söylemlerinin gerçekten o toplantı salonlarında kalmadığını, hane içlerine, odalara direkt lanse edildiğini çok iyi biliyoruz. O yüzden burada suçlanması gereken, “suçlama” ifadesini çok rahat şekilde kullanabilirim burada. O kendi içlerindeki “erkekçe” söylemin, kadın hakları ihlallerine destek olduğunu düşünüyorum. Yani ihlalleri arttırdığını düşünüyorum. Aynı zamanda bir basın emekçisi olarak gerçekten toplumsal cinsiyet eşitsizliğini perçinleyen en büyük kurumlardan bir diğerinin de basın olduğunu düşünenlerdenim.
Bizim cinayet haberlerini veriş şeklimizden, magazin haberlerinde kadınların bedenlerinin kullanılış şeklinden, şiddet haberlerinde arkaya koyulan müziklerden tutun da kadınların hane içlerinde uğradığı şiddetin reyting malzemesi olarak hiçbir şekilde sosyal hizmet mantığı düşünülmeden reklam konusu haline getirilmesine varıncaya kadar Türkiye’yi hem ciddi bir eşiğe getirdiğini hem de gençliğe çok yanlı bir bakış açısı sunduğunu düşünüyorum. Çünkü ortaokula, liseye giden bir genç, sabah programında şunu görecek: Ayşe, Mehmet’i aldatmış – Bunları onların ağzından söylüyorum- Sonra Ayşe Ahmet’le köyün dışına çıkmış, sonra Ahmet Ayşe’yi tartaklamış …Ama Ayşe şimdi buna nasıl karşı çıkabilir? Sonuçta Ayşe aldatmış… Sonra bir başka programa geçiyor, kumandayı çeviriyor, programda şöyle deniyor: “Zuhal’in mesajları ortaya çıktı! “, “Bilin bakalım Zuhal 51 yaşındaki adamla neden kaçtı?” Sonra bir bakıyoruz Zuhal geliyor salona ve Zuhal’e reşit olsun ya da olmasın “Zuhal neden böyle bir şey yaptın?” gibi bir soru soruluyor. Sabah programlarının çok ciddi bir tehlike içerdiğini ve suç işlediklerini düşünüyorum.
‘TELEVİZYON TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİNİ ARŞA ÇIKARAN BİR ARAÇ’
Göz göre göre ve reyting uğruna insanların hayatlarını mahvediyorlar. Orası çok ayrı. Akşam haberlerine gelecek olursak, burada da bariz şekilde çok ataerkil bir haber dilinin kullanıldığını düşünüyorum. Örnek vereyim: “Bilmeden katiline su götürmüş”, “Rus kadın, otelin üçüncü katından atla atlamış”, Şule Çetin haberlerinde de yaptılar. “Ankara’da bir plazaya 3 erkekle giren Şule ölü bulundu” gibi başlıkları okuyan kişilerin, yani şu an genç olanların ben tüm bunlara maruz kaldıktan sonra çok sağlıklı bir şekilde kadın haklarını anlayabileceklerini düşünmüyorum. Ayrı bir bakış açıları ayrı bir mücadeleleri olmalı ki gerçeği görsünler. Ama tüm bu havuz medyasının, aslında muhalif medyayı da katabilirim. Tüm bu medya düzeninin uyaranlarıyla, maruz bıraktıkları manşetlerdeki dille büyüyen kişilerin zaten ilerde ayrı bir emek göstermezlerse bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğine katkı sağlayan bireyler olabileceklerini düşünüyorum. Bu bende de geçerli aynı şekilde. Çünkü biz öyle programlarla büyüdük ki kadınlar birbiriyle yarışıyor, birbirlerinin saçlarını çekiyorlar; reklam aralarında birbirlerine hakaret etmeleri kesiliyor sonra devamını izliyoruz. Televizyon başlı başına toplumsal cinsiyet eşitsizliğini her geçen gün arşa çıkaran bir araç. Bunun da hem siyasal hem de ekonomik anlamda zaten mevcut sisteme katkı sunduğunu, birbirleriyle paslaşarak bu süreci el ele götürdüklerini düşünüyorum.
‘KİTABI TEMEL SORUNLAR VE HİÇ GÖRÜNMEYENLER OLARAK İKİ HAT ÜZERİNDEN KATEGORİZE ETTİM’
Kitabın sadece kadına yönelik şiddet olarak açıklayabileceğimiz bir çerçevesi yok. Şiddet ve cezasızlık denklemine her türden kadınlık deneyimini kapsadığınızı, bu çerçevede dar anlamıyla kadın hakları üzerinden değil de biraz daha toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin örnekleri olabilecek daha geniş bir spektrumu çalışmaya dahil ettiğinizi görüyoruz. Göçmen kadınlar da var, cezaevi deneyimleri var, LGBTİ+ kadınların deneyimleri için de ayrı bir parantez açmışsınız. Kitapta deneyimlerin alanını geniş tutmanın ve böyle kategorize etmenin nedeni nedir?
Yine sivil toplum bakış açısıyla düşündüm aslında. Biraz da çocuk haklarından, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden ve en temel konulardan; şiddetten, istismardan, cinsel saldırıdan bahsettim. Sonra gazeteci bakış açısıyla şunu düşündüm: Biz kadın haklarını savunduğumuzu söylüyoruz ama her kadının hakkını gerçekten savunuyor muyuz? Yani çocuk haklarında şöyle bir kural vardır: Çocuk her yerde çocuktur, çocuğun yüksek yararı bizim hayata temel bakış açımızdır. Çocuk nerede olursa, ne yapmış olursa olsun, hangi grupta olmuş olursa olsun, arka planı ne olmuş olursa olsun böyledir. Ama kadın hakları mücadelesinde, birçok kurumu ve yaptıkları haberleri çok samimi bulamıyorum. Onu da çok somut şekilde örneklendireyim. Mesela kadın cinayetlerine karşı çıkılıyor ama cezaevinde şiddete maruz bırakılan, aşağılanan kadınların haberleri yok. Ya da bazı mecralar LGBTİ+’ları zaten kabul etmediği için görmüyor orası ayrı. Ancak bir cinayet olduğunda haberleştirebiliyorlar ya da engelli kadınları sadece engelliler haftasında anıyorlar. O yüzden böyle kadın hakları konusunda dahi Türkiye’de ben bir bölünme olduğunu düşünüyorum. Kadın da her yerde kadındır. Nasıl çocuk her yerde çocuksa, kadın da kadın kimliğinden dolayı her zaman bir tehdit altındadır aslında. O yüzden kitapta bu bölümleri ayırırken temel konulara değindiğim kadar hiç görünmeyenlere de değinmek istedim. Kitabın kategorizasyonunu temel sorunlar ve hiç görünmeyenler olarak iki ana hat üzerinden yaptım diyebilirim.
‘FAİLLER SADECE CEZASIZLIĞA DEĞİL TOPLUMUN TEPKSİZLİĞİNE DE GÜVENİYOR’
Tüm bu istismar, şiddet, cinayet vakalarına baktığınızda, meseleyi bütün bir cezasızlık şemasıyla birlikte düşününce faillerin ortaklaşan bir motivasyonu, eğilimi olduğundan söz edebilir miyiz? Bu sorunun münferit değil de toplumsal olduğunu vurgulayan biri olarak failin konumunu nasıl çözümlersiniz?
Bu soruyu kadınlarla yaptığım görüşmelerden biri üzerinden örnek vereyim. Röportajımda annesi öldürülen bir kadın, “Evin içinde biz bir cehennem yaşıyorduk ama dışarıya sorsanız babam kibar gayet uyumlu bir insan olarak gözüküyordu” diyordu. Ya da bir başka röportajda konuşan kadın, “Bana şiddet uyguluyor, defalarca vuruyor sonra bir anda telefon çalıyor, çok normal bir şekilde konuşuyor ya da birisi geliyor kapıya ve onunla sohbet ediyor. Sonra molası bitiyor ve bana şiddet uygulamaya devam ediyor” diyor. Dolayısıyla röportajlarda da şunu fark ettim: Failler ne kadar ileri giderlerse gitsinler, ne kadar sinyal verirlerse versinler, cinayeti ya da şiddeti önceden tasarlamış olsunlar ya da olmasınlar, en ağır -ya da hak ettikleri cezayı diyelim- almayacaklarının farkındalar. “Ben bir süre sonra kurtulabileceğim, rutin hayatıma geri dönebileceğim bir ceza alacağım zaten” diye düşünüyorlar.
Bir röportajında da şöyle bir cümle söylemişti yine annesi öldürülen bir kadın, “Babam haberleri izliyordu ve haberde de yine haksız tahrik ve iyi hal indirimi verilmişti ve şunu demişti: Bir gün bizim de sonumuzu böyle olacak.” Sessizce söylemiş yanında. Duymuş yani, o zaman çocukmuş ve duymuş. Birbirinden cesaret almaları ayrı, sonrasında yaşayacaklarını tahmin etme cesareti de çok ayrı mesele. Bir başka kadın da şunu söylüyor: Önceden telefonda araştırmış adam, haksız tahrik indirimi nasıl alırım diye. Eşim beni aldatmışsa cinayet işlemişsem oran düşer mi? İyi hal indiriminin gerekçeleri nelerdir? Artık öyle bir aşamaya gelmişiz ki, zaten cinayeti işlemek veya şiddet uygulamak gözden çıkarılmış, sonrasının planlaması yapılıyor.
‘O EVDEN KEFENİN ÇIKAR DİYEN AİLE KÜLTÜRÜNÜ DE FARK ETMELİYİZ’
Bu gözden çıkarılma halinin de ben öyle 5- 10 yılda oluştuğunu hiçbir şekilde düşünmüyorum, elbette ki AKP iktidarının kadın düşmanı politikalarına sonuna kadar karşı çıkacağız ama bu toplumda da şiddet gördüğü eve geri dönmek istemeyen kadını geri döndüren aile bireylerini fark etmeliyiz. Kızı, “Baba ben gerçekten öldürüleceğim burada” deyince “Hayır, o evden kefenin çıkar” diyen aile kültürünü de fark etmeliyiz ya da kendi içimizde bile eleştireceğimiz konular var. Bir kadın evli değil de partneri varken katledilmişse ona gösterilen kötü niyetli tepkileri de fark etmeliyiz. Öldürülen kadınların pozisyonuna göre toplumsal hassasiyet geliştirilen bir durumdayız biz artık. Dolayısıyla failler de bunun farkında. Sosyal medyada yapılan yorumların da farkındalar. “Kıskançlık”, “yasak aşk cinayeti” manşetlerinin de farkındalar. İnternetten taksitle ruhsatsız tabanca alabileceklerinin de farkındalar. İyi bir avukat tuttuklarında, yeterli bir savunma yaptıklarında daha az ceza alacaklarının da farkındalar. Dolayısıyla sadece o adaletteki eksikliğe değil, toplumun tepkisizliğine de güvendiklerini düşünüyorum. Bunların hepsini toparlayınca da ben bunun uzun yıllardır Türkiye’de olduğunu son zamanlarda elbette arttığını ama doğrudan olayı faillerden ibaret gören, münferit gören bakış düzelmedikçe de gelişemeyeceğimizi düşünüyorum.
Toplum da fail diyebilir miyiz öyleyse?
Bu kitabın adının ‘Katilimi Tanıyorum’ olmasının sebebi doğrudan bu coğrafyadaki bireylere seslenme niteliği taşıması aslında. Biz katilimizi tanıyoruz, gördük. Biz Covid-19 pandemisinde güvenli dedikleri evlerde öldürüldük. Katilimi tanıyorum cümlesi de o katillerin bir günde yetişmediğini, bu katillerin sadece kendi başına o cesareti toplamadığını, doğrudan toplumun dinamiklerinden cesaret aldıklarını belirten bir isim. Bu nedenle tetiği çeken bir kişi olabilir ama o tetiği çekmeye giden süreçte herkesin bir katkısı olduğunu düşünüyorum.
Şu an üzerinde çalıştığınız bir proje ya da hazırlığı süren yeni bir kitap var mı?
Evet. Bir sonraki kitabımın konusu dünyada illegal yollarla yapılan kadın ve çocuk ticareti. Suikastlar, toplu katliamlar, kaçırılan kadınlar, savaşlarda ortaya çıkan sonuçlar vs. Biraz daha uluslararası bir proje olmasını istiyorum. Dünya ne durumda? Biz 21 yy. da köleliğin bittiğine gerçekten inanıyor muyuz?. Bu sorulara yanıt aramak ve buna internetin katkısını işlemek istiyorum.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***