DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU | YORUM
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle anlaşarak Osmanlı Devleti’ne karşı isyan eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in aksine “tarafsız bir politika” izleyen Suudiler, bir süre sonra Arabistan’a tamamen hâkim olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı kurdular.
Suudilerin Ortaya Çıkışı
Genellikle kabul edilen görüşe göre Suudiler, Adnanilerden Aneze’ye bağlı bir soy olarak kabul edilse de son yıllarda ailenin de benimsediği görüşe göre Beni Hanife kabilesinden geldikleri belirtilmektedir. Suud ismi de Suud b. Muhammed b. Mukrin b. Merhan’dan gelmekte olup o da bugün Arabistan’ın doğusundaki Duru’da yaşayan Beni Hanife kabilelerinden birine mensuptu.
Aile daha sonra çölde suyu bol, ziraata elverişli ve müstahkem bir yer olan Dir’iye bölgesine yerleşmiştir. Ailenin ilk defa 1720’de Dir’iye Emirliğini üstlendikleri ve 1727’den sonra bunun sürekli hale geldiği anlaşılmaktadır. Bu süreç, Suudi Arabistan’ın kuruluşuna kadar gidecektir.
Osmanlı Devleti Arap Yarımadası’na 1517’de hâkim olsa da bölgenin yönetimi Mekke şeriflerine bırakılmış, Arapların geleneksel toplum yapısına ve ilişkilerine müdahale edilmemişti. Bu durum, XVIII. Yüzyılda devlet otoritesinin azalmasına paralel bir şekilde birçok probleme yol açtı.
Bölgede yaşanan diğer önemli gelişme ise aynı dönemde Vehhabiliğin ortaya çıkışı oldu. Adını bu hareketin dini yönünün temellerini atan Muhammed b. Abdülvehhab’dan alan “Vehhabilik”, müntesiplerine göre “Ehl-i sünnet çizgisinde bir ıslah ve dinin bid’atlardan kurtarılmasını amaçlayan bir ihya” hareketidir.
Hurafelere tepki olarak çıkan Vehhabilikte Allah’a vasıtasız ibadet edilmesi, farzları terk edenin dinden çıkacağı, peygamber ve velilerden şefaatin şirk olduğu, “türbe yapmak, kandil yakmak, sadaka vermek ve adak adamanın caiz olmadığı” temel prensiplerdir.
1703’te dünyaya gelen Muhammed, ortaya attığı düşünceler tepki çektiği için Necid’e dönmüş ve sonrasında “şirk” olarak gördüğü uygulamalara karşı mücadeleye girişmişti. Tepkilerin daha da şiddetlenmesi üzerine gittiği Dir’iye’de de Muhammed b. Suud’un desteğini almayı başarmıştır.
Anlaşmaya göre, şeyhin Suudları desteklemesi karşılığında onlar da Vehhabiliğin yayılması için destek vereceklerdi. Böylece İbn Abdülvehhab inancını yayabilmek için siyasi güce, Suudlar da dini desteğe kavuştular. Suudlar bugünkü başkent Riyad, el-Harc ve Kasîm’i ele geçirdikten sonra Ahsa’yı da aldılar.
Suudilerin İdamı
Vehhabi Suudiler bundan sonra Hicaz’a genişleme siyaseti takip ederek 1806’da Mekke ve Medine’yi ele geçirdiler. III. Selim zamanında yaşanan bu gelişme sonrasında Osmanlı padişahı II. Mahmut, problemin çözüm için Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’yı görevlendirdi. Mısır kuvvetleri 1813’te Suudileri Hicaz’dan çıkararak Necid’e sürdükten sonra İbrahim Paşa komutasında 1818’de Dir’iye’ye kadar ilerleyip şehri tahrip ettiler.
Bu harekatta ele geçirilen Suudilerin lideri Abdullah b. Suud İstanbul’a getirilerek üç gün sorgulandı. Medine’yi işgal sırasında “hücre-i saadeti yağmalamak” suçundan idam edildi. Emecen DİA’daki makalesinde ayrıntı vermese de Danişment, sadece Abdullah değil dört oğlunun da idam edildiğini belirtmektedir (Kronoloji, C. IV, s. 102).
Buna rağmen 1824’te Türkî b. Abdullah, Riyad’daki Mısır birliğini mağlup ederek emirliği yeniden toparladı. Bu yapı yüzyılın sonuna kadar devam edecek ve “İkinci Vehhabi Devleti” olarak adlandırılacaktır.
Suudilerin egemen olduğu alanlar Babıali’nin kontrolüne girse de otorite bir türlü sağlanamadı. Dönemin emiri Faysal b. Türkî ise İstanbul’dan af dileyerek hakimiyetini sürdürdü. Buna karşılık İstanbul’a vergi verecek, hutbeyi padişah adına okutacak, resmi olarak da Necid kaymakamı olacaktı.
Böylece Suudiler resmi bir statü elde etmiş oldular. Basra Körfezi’nde de faaliyette bulunan Suudiler, İngilizlerin de dikkatini çekti. Suudilerin bir tehdit olacağını öngören Bağdat Valisi Mithat Paşa, aldığı izinle harekât yapılmasını da sağladı. Bu arada aile içi çekişmeler de devam ediyordu.
Suudilerin büyük bir tehdide dönüşeceğini düşünen Babıali, bir tedbir olarak Reşidileri desteklemeye başladı. Şammar (Şemmer) aşireti mensubu olan Reşidilerin merkezi Hâil’di. Reşidiler Riyad’ı 1891-1902 arasında ellerinde tuttular. Bundan dolayı Reşidi emirleri Necid emiri olarak da adlandırıldılar.
Riyad’dan sürülen Suudiler ise Kuveyt’e giderek buraya hâkim olan Şeyh Mübarek es-Sabah’ın desteğini aldıkları gibi İngilizlerle de bağlantı kurdular. Bir süre sonra da İngilizlerin desteğiyle Riyad’ı Reşidilerden geri almayı başardılar (1902). Bu olay, Suudlar tarafından Suudi Arabistan’ın kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir.
Reşidiler’den sonra Osmanlı kuvvetleri de Suudiler karşısında başarılı olamadılar. Suud ailesinin İstanbul’la iyi geçinme siyaseti sonrasında II. Abdülhamit; baba Abdurrahman’ı “kaymakam”, oğlu Abdülaziz’i de “Necid emiri ve aşiretleri reisi” olarak tanıdı.
İkinci Meşrutiyetin ilanı sonrasında İttihatçılar da Suudilerin gücüne bir darbe vuramadılar. Abdülaziz 1912 seçimlerinde Osmanlı meclisine temsilci göndermek istediyse de kabul edilmedi. Diğer taraftan da kendisine bağlı bedevileri yerleşik hayata geçirmeye, tarıma alıştırmaya çalıştı. Ayrıca bu bedevilere Vehhabi akidesini öğretti.
Sonradan Suudi Arabistan’ın ilk askeri gücünü oluşturan ve “İhvan” denilen bu gruplar devlet sistemine alıştırılmaya çalışıldı. Abdülaziz’in diğer önemli adımı ise İngilizlerin onayı ile Osmanlı idareci ve askerlerini çıkararak Lahsa’yı ele geçirmek oldu.
Osmanlı yönetimi bir askerî harekâtı göze alamadığından anlaşma yolunu seçti ve 15 Mayıs 1914 tarihli antlaşmayla Abdülaziz b. Suud’a “Necid valisi ve kumandanı” unvanı verildi. Bu antlaşmada savaş durumunda Suudların Osmanlı yönetimine yardımcı olacaklarına dair bir madde de yer almaktaydı.
Şerif Hüseyin Yerine Suudiler
Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı yönetimi Suudilerden destek istese de Abdülaziz b. Suud, Reşidilerin saldırma ihtimalini bahane ederek tarafsız kaldı. Aslında bu tercihin anlamı, İngilizlerin işlerini kolaylaştırmaktı. Reşidiler ise savaş boyunca bazı Arap aşiret ve liderleri gibi Osmanlı Devleti’nin yanında yer alacaklardır.
Osmanlı Devleti’nin diğer adımı ise Teşkilat-ı Mahsusa marifetiyle M. Akif’i Arabistan’a göndermek oldu. Bu seyahate Almanya seyahatinde de beraber olduğu Şeyh Salih Tunusî ve Mümtaz Bey iştirak etmiş ve İbn-i Reşid ve Suudlarla da görüşülmüştür.
4 Ocak 1915 tarihli bir İngiliz raporuna göre “Necid ve çevresinin bağımsız hâkimi” olarak kabul edildiği anlaşılan Suudların politikasında bir değişiklik olmamıştır. 1916 yılında yapılan bir antlaşmayla da İngilizler bu durumu resmen tanımışlar, Suudilere silah vermiş ve aylık ödenek tahsis etmişlerdir. Suudiler de İngiliz himayesinde bulunmayı ve İngilizlerin himayesindeki diğer gruplara saldırmamayı kabul etmişlerdir.
Mekke Emiri Şerif Hüseyin ise daha savaş öncesinde İngilizlerle bağlantı kurmuş ve 1916 Haziran’ında İngilizlerin isteğiyle Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmişti. Mekke, Cidde ve Taif’i ele geçiren Hüseyin, aynı yılın Ekim ayında kendisini “Memalik-i Arabiye Kralı” ilan etti.
1919 Ocak ayında Medine’nin teslim olmasıyla büyük bir itibara kavuşan Şerif Hüseyin, İmam Yahya ve İbn-i Reşid’le anlaşıp Suudilere saldırdıysa da 1919 yazında Suudilere mağlup oldu. Suudileri durduran ise şimdilik statükonun bozulmasını istemeyen İngilizler oldu.
Hüseyin’in oğlu Abdullah 1920’de Ürdün emiri, Suriye’den çıkarılan oğlu Faysal da 1921’de Irak Kralı olmuştu. İngilizler bundan sonra Hüseyin’le Suudilerin arasını bulmak amacıyla Kuveyt’te bir konferans topladılarsa da sonuç alamadılar. İşte bu gelişmeler İngilizlerin Filistin meselesinde de taviz vermeyen Şerif Hüseyin yerine Suudların yanında yer almasına yol açtı.
Faysal bin Abdülaziz
Arap Yarımadası’nı tam olarak ele geçirmek isteyen Suudiler, 1921’de Reşidileri ortadan kaldırdılar. Ardından 1926’da Hüseyin’in elinde bulunan Mekke, Medine ve Cidde dahil olmak üzere Hicaz’ı ele geçirerek Şerif ailesini sürgün ettiler. Elbette Suudların bu başarısında İngilizlerin artık Hüseyin’i desteklememeleri önemli bir faktördü.
Arap Yarımadası’nda bunlar yaşanırken Türkiye’de Millî Mücadele sonrasında saltanat kaldırılarak cumhuriyet rejimine geçilmişti. Hüseyin de yurt dışına sürgüne giden Vahdeddin’i davet etmiş ve hilafet makamını ele geçirmeye çalışmıştı. 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılması sonrasında da 7 Mart 1924’te kendini “halife” ilan etmişti.
Bunu kabullenmesi mümkün olmayan İbn-i Suud’un işgale girişmesi üzerine Hüseyin, Hicaz’ı terk ederek 1925 yılında Kıbrıs’a sürgüne gitti. Bu aşamada İngilizlerin aracılığı ile iki taraf anlaşma yaptılar. 1926’da Abdülaziz b. Suud kendisini “Hicaz, Necid ve Mülhakatı Sultanı” ilan etti. Bu isimle Suudileri ilk tanıyan devletin Türkiye Cumhuriyeti olduğu belirtilmektedir.
Suudiler 1927’de ise “Sultan” yerine “Hicaz, Necid ve Mülhakatı Meliki” unvanını tercih ettiler. Bu isimle Suud devletini ilk önce Sovyetler Birliği, ardından İngiltere, Fransa ve diğer batılı ülkeler tanıdılar.
Türkiye, Suudileri tanıdıktan sonra Cidde’de maslahatgüzarlık açtı. Muhtemelen bu yakınlaşmada Hüseyin’in hilafet talebi de etkili olmuştu. Bu dostluk politikası, Şerif Hüseyin’in el koyduğu Türklere ait malların geri verilmesini de sağlamıştır (Cumhuriyet Arşivi (CA), 260.748.5, 6.10.1926).
Atatürk ve Suudi Krallığı
Türkiye’nin yakından takip ettiği diğer gelişme beynelmilel bir “İslam Kongresi” toplama girişimiydi. İbn-i Suud bunun için Türkiye’ye de davetiye göndermişti (CA, 260.748.3, 22.12.1925). Türkiye’yi 1926 yılında Mekke’de toplanan kongrede eski bir İttihatçı olan Edip Servet (Tör) Bey temsil etmiştir.
Kongre bazı kararlar alsa da Mısır ve Hindistan temsilcilerinin tepkileri ve “Vehhabilik” tartışmaları nedeniyle bir sonuç alamadan dağılmıştır. Nitekim Cidde İngiliz Konsolosu yaşananları “Kongre, İslam’ın (Müslümanların) ne derece umutsuz bir bölünmüşlük içinde olduğu ve bir Panislam kongresinin ne derece az üretebildiğini gösterdiği” şeklinde belirtecektir.
Edip Servet Tör
Kongreye geç katılan Edip Servet Bey de alınan kararları onaylamamıştır. Bu durum, M. Kemal Paşa’nın her ne kadar Suudilerle yakınlaşma politikası izlese de laikliğe aykırı durumlarda hemen tepki verdiğinin de göstergesidir.
Cumhuriyet Arşivlerindeki yazışmalardan Ankara’ya, Suudilerin “mukaddes beldeleri tahrip ettiği, mukaddesata hürmet etmediği” şeklinde bilgilerin geldiği de görülmektedir (CA, 219.480.5, 24.7.1926).
İngiltere 1927’de imzalanan Cidde Antlaşması ile Suud ailesinin “krallık” statüsünü onayladı. 1930 yılında da Türkiye ile Suudiler arasında bir dostluk antlaşması yapıldı. Bu anlaşmayla Türkiye, Suudlar tarafından kurulan Necid ve Hicaz Krallığı’nın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü kabul etmiştir.
Bu olumlu gelişmelere rağmen devrimler nedeniyle İslam Dünyasında Türkiye’ye “dinsizlik” eleştirileri yapılmaya başlayınca hükümet, 1931’de Kudüs’te toplanan İslam Kongresi’ne temsilci göndermemiştir.
1932 yılında ise Hicaz, Necid, Asir ve El-Ahsa bölgelerine hâkim olan ve tek bir isme dönüşen “Suudi Arabistan Krallığı” ilan edildi. Böylece Suudilerin XVIII. Yüzyılda başlayan devletleşme ve bütün Arap yarımadasına hâkim olma hedefi İngilizler sayesinde gerçekleşmişti.
Suudlarla dostluğun belki de en önemli göstergesi ise Melik Abdülaziz’in, “Hicaz Umum Valisi ve Dışişleri Bakanı”, oğlu Emir Faysal başkanlığındaki Suudi heyetinin Avrupa seyahati sonrasında 8-23 Haziran 1932 tarihlerinde gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretidir. Ziyaretin amacının bir yıl önce Türkiye’yi ziyaret eden Irak Kralı Faysal’ın gezisini dengelemek olduğu anlaşılmaktadır.
Emir Faysal bu gezide Mustafa Kemal Paşa ile de görüşmüş ve kendisine Ankara’da “devlet başkanı” muamelesi yapılmıştır. Paşa’nın verdiği yemekte bütün milletvekilleri ve bakanlar yer almış, dönemin tek partisine yakın Cumhuriyet gazetesinin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi de Suudiler için övgü dolu bir yazı yazmıştır. Faysal yaptığı açıklamalarda; “yüzyılların birlikteliği, iki kardeş millet ve dostluk” vurgularında bulunmuş hatta “Türkiye’de hiç yabancılık çekmediğini” söylemiştir.
Abdülaziz bin Suud
Aynı dönemde Cumhuriyet ve Akşam gazetelerinde Suudların Harbiye Nazırı Gazzeli Cemal Paşa’nın hilafetle ilgili bir beyanatı yayınlanmıştır. Cemal Paşa’nın bu açıklaması, iki devletin yakınlaşma gerekçelerinin bir özeti gibidir.
Paşa açıklamasında; hilafet konusunda kendi kanaatinin Abdülaziz b. Suud gibi olduğunu, bugün hilafet meselesinin “mevzubahis olmayacağı”, kendisini halife ilan eden Şerif Hüseyin’in akıbetinin herkese ders olması gerektiğini belirtiyordu.
Cemal Paşa’nın anlatımına göre; Abdülaziz b. Suud, M. Kemal’in halifeliği kaldırdığını öğrendiğinde yüzünü Ankara’ya çevirmiş ve “Uzat elini öpeyim Mustafa Kemal” diye bağırmıştı. Halifeliğin kaldırılması yanında “hurafat ocakları olan” tekke, zaviye ve dergahların kapatılmasıyla da “Gazi Hazretleri Vehhabiler nazarında mukaddes bir şahsiyet” olarak kabul edilmiştir.
Görüldüğü gibi Türkiye’nin laik yapısına rağmen Atatürk döneminde Şerif Hüseyin’i devirerek Arap Yarımadası’na hâkim olan Suudlarla yakın ilişkiler kurulmuştur. Atatürk bununla da yetinmemiş, Türkiye, Suudileri tanıyan ilk devletlerden birisi olmuş ve diplomatik temsilci gönderilmiştir. Ayrıca Mekke’de toplanan İslam Kongresi’ne delege gönderilmiş, Abdülaziz’in oğlu Faysal da Türkiye’de çok iyi ağırlanmıştır.
Bu dostane ilişkiler Suudların mühendislik, tıp ve harp okullarında okumak üzere öğrenci göndermeleriyle devam etmiş, Suudi yönetimi 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılması sürecinde de sessiz kalmayı tercih etmiştir.
Kaynaklar: Bostancı, M. (2013), Suudi Arabistan Devleti’nin Kuruluşu ve Türkiye-Suudi Arabistan İlişkileri (1926-1990), Gazi Üniversitesi SBE Doktora Tezi, Ankara; Büyükkara, M. A. (2012), “Vehhabilik”, DİA, C. 42, s. 511-515; Kurşun, Z. (2009), “Suudi Arabistan”, DİA, C. 37, s. 581-584, “Suudiler”, C. 37, s. 584-587; Işık Bostancı, I. (2003), “Suudi Arabistan Krallığının İlanından Önce Arabistan ve Suudiler”, Ortadoğu Araştırmaları, C. 1, S. 2, s. 25-39.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***