Mehmed S. KAYA*
1930’lar Almanya’sında büyümüş olsa bile, asla bir Nazi olamayacağını kim düşünmemiştir ki? Oysa çevremiz bize başkalarına baskı yapmanın veya gücü kötüye kullanmanın tam olarak sorun olmadığını söylerse, birçok insan güç kullanımını tercih edecektir.
Amerikalı yazar William Gaddis, Lord Acton, “mutlak güç mutlaka yozlaştırıyor” (1) derken ne demek istedi? diye sorduktan sonra, Lord Acton’ı biraz tersine çevirdi: “Güç insanları yozlaştırmaz, insanlar gücü yozlaştırır” (2). Sonuç olarak otoriter güç kullanımı giderek daha acımasız hale geliyor. Güç, kişinin asıl özünü, kim olduğunu ortaya çıkarır. Kişi istediğini yapacak kadar güce sahip olduğunda ancak onun ne yapmak istediğini görebilirsin.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Batı’daki tartışmalarda sıklıkla iktidarın yozlaşmasının bir örneği olarak gösteriliyor. Yoksul aileden geldi, gücü kendi elinde topladı ve dünyanın en güçlü adamlarından biri haline geldi. Reform yanlısı bir politikacı olarak başladı, idam cezasını kaldırdı, ifade özgürlüğünü güçlendirdi ve Kürtlerle çatışmanın sona ermesi için müzakereleri başlattı. Ancak 2014’te cumhurbaşkanı seçildikten sonra giderek daha fazla güç kazandı ve tek adam rejimi kurdu, şeklinde özetleniyor.
Erdoğan, gücün insanları nasıl değiştirdiğinin göstergesidir. Bunun tarihte de sayısız örneği var ve bu gerçek, şu soruyu gündeme getiriyor: İnsanlar güç kazanmaya dayanamaz mı? Yeni araştırmalara göre seçenek sayısı arttıkça ve güçlendikçe başkalarının zararı pahasına, çıkarlar ekseninde seçim yapma eğilimi büyük ölçüde artar. Bu da ‘fırsat, hırsızı yaratır’ ifadesini destekler niteliktedir. Bu, insanların daha az ahlaki ama yine de seçim özgürlüğü arttığında genellikle iyi düşünülmüş ve bilinçli seçimler yaptığını gösteriyor olabilir.
Başka bir Amerikalı yorumcu, Andrew Sullivan, birkaç yıl önce Platon’un en önemli eseri Devlet’e vurgu yaparak, Platon’un iddialarının nasıl sürekli geri döndüğünü yorumlayarak; Gaddis’in yukarıda aktardığım o meşhur iddiasını şu sözlerle tamamlamaya çalıştı:
“Demokrasi kırılgan olduğunda zorba bu fırsatı yakalar. Kolaylıkla onu yok eder. O yozlaşmış ve bir ahlaksızdır, ancak diğerlerine yozlaşmış ahlaksız oldukları için saldırır. Hukuku, ahlakı ve eski ihtişamı/güçlü olmayı yeniden canlandırmanın öyküsü olarak sunar. Demokrasinin sonsuz belirsizliğinden bir özgürlük teklifi. Mesaj doğrudan herkese ulaşır ve ‘çeteleri’ toplar. Halk zorbayı kurtarıcı olarak coşkuyla kucakladığında demokrasi çözülür. Yakında tiranın günah keçileri, onu sevindirmek için çeteler, ellerinden geleni yapacaktır. Oyun bitti.”
Bütün bunlar Sullivan’ın Platon’un diyaloğu hakkında düşündüğü senaryolardır ve günümüzde yaşanan durum ile karşılaştırırsak tamamen dengesiz değildir, en azından biraz ihtiyatlı okursak anlaşılmaz değildir. Devlet eserinin neredeyse 2500 yıl önce yazıldığını elbette hesaba katmalıyız. Türkiye’deki koşullarla karşılaştırıldığında bu iddialar tamamen tanınmayacak durumda değil.
Platon aynı zamanda günümüzü anımsatabilecek koşulları da tanımlıyor. Bireyselliğin hâkim olduğu demokratik devletler de, çok fazla özgürlük, hazzın ön planda olduğu, topluluk ve güveni kemiren sürü zihniyeti hakim değil mi? Radikal sesler ve çözümler birçok yerde anti-elitizmi ve yerleşik düzene duyulan güvensizliği etkili bir şekilde kullandı. Bir yandan geçmişle alay eden, diğer yandan onu yeniden canlandırmak isteyen hoşgörüsüzlerin homurdanmaları ve anırmaları da var tabi! Hiç bugünkü kadar özgürlük ve refah olmamıştı. Bununla birlikte ise otoriter fikirler zemin kazandı. Öldüğünü sandığımız dogmalar yeniden hayata döndü.
Toplumda rahatsız edici gelişmeler yaşanıyor. Pek çok insan muhtemelen bir dönüm noktasında olduğumuzu, belirsiz bir şeyin yaklaştığını düşünüyor ve bu da iyiyi işaret etmiyor. Başımızın üstünde demokrasi krizinin olması durumu kolaylaştırmıyor, şeffaflaştırmıyor. Örneğin Alman filozof ve psikolog Erich Fromm, öncelikle Almanların Nazizm’e “anlaşılmaz” bağlılığını konu alan 1945 tarihli “Özgürlükten Kaçış” makalesinde, özgürlüğü ne kadar özlediklerini bize hatırlatıyor.
Tıpkı Nazi Almanya’sı gibi Türkiye’de de yoksul sınıflar ve gruplar otoriter ve totaliter fikirleri destekliyor. Bu, bana hemen Türkiye’nin uzun süredir Aziz Nesin’in, toplumun %70’inin “cahil aptallar” olduğu yönündeki iddiasını hatırlatıyor. Pek çok insanın gözlemlerine yabancı gelmeyen bu iddianın bilimsel mantıklı gerekçesi nedir?
JASON BRENNAN, AZİZ NESİN’İ TAMAMLIYOR MU?
Yalnızca bilgelerin oy kullanma hakkına sahip olduğu bir toplum olan epistokrasi fikri, Platon’un zamanından beri bilinmektedir. Örneğin, son zamanlarda Amerikalı genç ve cesur filozof Jason Brennan (3), Against Democracy kitabında çoğu seçmenin yönetim ve sorumluluğu üstlenemeyecek kadar aptal veya ilgisiz olduğuna inanıyor. “Bu da kötü politikalar ve kötü liderler tarafından yönetilmemize yol açıyor.” Brennan’ın elbette haklı olduğu bir nokta var, bu inkâr edilemez ama bu aynı antidemokratiktir.
Brennan destekçileri daha da ileri giderek şunu iddia ediyorlar: “Siyasi açıdan cahil seçmenler kınanacak derecede sorumsuzdurlar ve yasal oy kullanma haklarını kullanarak başkaları üzerinde hüküm sürmeye yönelik hiçbir ahlaki hakka sahip değillerdir.” Onlara göre ideal hükümet demokrasi değil, “epistokrasi“idi; bilgililerin hükümeti.
Epistokrasi uzun zamandır Batı’da çok az kişinin ciddiye aldığı bir yönetim şekli olarak görülse de, bazı yorumculara göre Brüksel’deki AB bürokrasisi, Epistokrasi’nin ek örneğidir. Ama zaman değişiyor. Giderek daha fazla insan, demokrasilerimizin göç ve ırkçılık gibi büyük zorlukları çözmek için gerekli adımları atamadığından endişe ediyor. Bu nedenle tiranlık çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Macaristan’da, Venezuela’da, Türkiye’de, Rusya’da, Çin’de ve benzer ülkelerde gördüğümüz klasik otoriter liderlik gibi. Ama demokrasilerin yalnızca şeytani zorbalar yüzünden yıkılabileceğini düşünmek saflık olabilir mi? Peki ya dünyayı kurtarmak isteyenler?
Otoriter bir rejim, sert emirlere, siyasi polise ve ciddi bir ceza rejimine ihtiyaç duyar. Gerçek özgürlüğü deneyimlememiş birçok kişi için, temel maddi ihtiyaçlar karşılandığı sürece demokrasi önemsiz ve felce uğramış olsa da kabul edilebilir. Bu durumlarda hakikat ve bilim bir kenara atılıp saçmalıklar, yalan haberler ve komplo teorileri öne çıkıyor. Yukarıda adı geçen ülkelerde bu gibi çarpıklıklara her gün tanık oluyoruz. AKP lideri Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı adayı iken muhaliflerinin terörle iş birliği içinde olduklarını ileri sürüp, mitinglerinde kullandığı sahte montaj video, buna bir örnek sayılabilir.
ÖZGÜRLÜK İLE SORUMLULUK ARASINDA BİR BAĞ OLABİLİR Mİ?
Demokrasilerin, sorumlu (yeterince) yurttaşlara bağlı olduğu varsayılamaz. Bazıları özgürlük ile sorumluluk arasında bir bağlantı olması gerektiği iddiasında ısrarcı olacaktır. Bu düşünce otoriter ve modası geçmiş olarak algılanıyor. Ve anti-demokratik fikirlere akın eden seçmenler için bunun günah olduğuna dair beyanları da sıklıkla okuyabiliyoruz. Sullivan’ın Platon konusunda haklı olup olmadığı filozoflar için besindir. Ancak bir noktada Sullivan kesinlikle haklı. Eğer demokrasilerimiz sona ererse, bu büyük ölçüde bizim hatamız olacak. O anlamda baktığımızda demokrasiler tarihsel istisnalardır.
Cahil ve sorumsuz seçmenlerin, oy kullanma haklarını kullanarak başkaları üzerinde hüküm sürmeye ne ölçüde ahlaki hakları vardır? “Siyasi açıdan cahil seçmenler”, demokratik seçimlerde diğer seçmenlerle birlikte aldıkları siyasi kararların sonuçları hakkında bilgisi olmayan veya yok denecek kadar az bilgi sahibi olan yetişkin vatandaşlardır.
BİLGİSİZLİK BİR SORUN. HALKI YANLIŞ BİLGİLENDİRMEK SORUN DEĞİL Mİ?
Pek çok seçmenin sorunu, yalnızca siyaset konusunda yetersiz bilgi sahibi olmaları veya bilgi eksikliği değil, aynı zamanda yanlış bilgilendirilmiş olmalarıdır. Pek çok politikacı, insanları doğru bilgilerden haberdar etmek yerine yanlış bilgileri kabul ettirmeyi tercih ediyor. Kısmen bilgi kaynaklarının şüpheli, güvenilmez veya taraflı olması nedeniyle yanlış olan bilgileri sunuyorlar.
Bir diğer ve bağlantılı sorun ise siyasi mantıksızlıktır. Siyasi cehalet ile siyasi mantıksızlık arasındaki bağlantı çeşitli şekillerde kendini gösterir. İlk olarak, rasyonel bir karar için asgari şart, kararın iyi bilgilendirilmiş ve iyi düşünülmüş olmasıdır. (yani ilgili ve önemli mevcut bilginin elde edilmesi ve güvenilirliğinin değerlendirilmesi) İkinci olarak, siyasi cehalet, siyasi mantıksızlığın önemli bir kaynağı olabilir; diğer şeylerin yanı sıra, bir kişi ne kadar cahilse, yanlış bilgilerden etkilenmesi ve mantıksız bilgilerle baştan çıkarılması veya manipüle edilmesi o kadar kolay olur.
SEÇMENLERİN SİYASİ MANTIKSIZLIĞI VE CEHALETİN ARTMASI
Siyasi irrasyonellik konusunda iki önemli noktaya değinmek önemlidir. Bunlardan ilki, seçmenlerin bilgiyi çoğunlukla ön yargılı bir şekilde toplaması, işlemesi ve kullanmasıdır. Demokrasilerde vatandaşların çoğu, mevcut siyasi görüş ve tutumlarını destekleyen bilgileri kabul etme eğilimindeyken, mevcut görüş ve tutumlarıyla çelişen veya bunları çürüten bilgileri reddetme eğilimindedir. Aynı zamanda seçmenler, halihazırda sahip oldukları siyasi görüşleri destekleyen ve güçlendiren bilgileri arayıp eleştirmeden kabul ederken, kendi görüşlerini zayıflatan bilgileri görmezden gelme, reddetme veya bunlara şüpheyle yaklaşmak gibi bir tutum içerisindedirler. Bu tür bir doğrulama yanlılığı, önemli bilgilerin göz ardı edilmesine yol açabilir. Bu sadece mantıksız olmakla kalmaz, aynı zamanda cehaletin artmasına da yol açar.
Bryan Caplan’ın (4) siyasi mantıksızlık teorisindeki temel fikir, birçok vatandaşın siyasi düşüncesinin ve bilgi işleme sürecinin dindar insanlarda bulunanlara benzer olmasıdır. Her iki durumda da insanların gerçek olmasını istedikleri bir dünya görüşü veya ideolojisi vardır. Genellikle bunu o kadar güçlü bir şekilde isterler ki, kendi inançlarına veya gerçeklik algılarına aykırı olan bilgilerden aktif olarak kaçınırlar ve istedikleri veya inanmayı tercih ettikleri dini veya politik dünya görüşüyle çelişen bilgiler hakkında düşünmemeyi veya bunlar üzerinde düşünmemeyi seçerler.
Seçmenlerin siyasi mantıksızlığının bir başka ilginç yönü de, çoğunlukla az-çok düşünmeden ve eleştirmeden kendi siyasi partilerinin görüş ve pozisyonlarını benimsemeleridir. Seçmenler, siyasi partilerinin onlara düşünmelerini ve inanmalarını söylediği şeyleri düşünür ve inanırlar. Partiye bağlılık, seçmenlerin yalnızca konulara ve adaylara ilişkin algılarını değil, aynı zamanda nesnel gerçeklere ilişkin algılarını da şekillendirir.
Türkiye’de oy veren vatandaşların kaçının, siyasi açıdan cahil ve mantıksız olduğu tartışılabilir. Bir demokrasinin birçok vatandaşının siyasi açıdan cahil veya mantıksız olduğunu söylemek, onların aptal olduğunu iddia etmekle aynı şey değildir. Tipik vatandaşları siyasi aktörler olarak nitelendiren şeyin, onların yanlış bilgilendirilmiş, mantıksız, sorumsuz, gerçeklikten kopuk ve kolayca yönlendirilebilen kişiler olmaları olduğunu varsayıyorum.
SİYASİ CEHALET NEDEN RASYONELDİR?
Neden birçok yurttaş, siyasi cehaletin yanlış bilgilendirilmiş, sorumsuz siyasi aktörlerdir? Bir seçmenin amacı seçimin sonucunu etkilemekse, siyasi bilgisizlik iki nedenden dolayı mantıklı olacaktır. Birincisi, milyonlarca seçmenin bulunduğu modern demokrasilerde her bireyin oyu, seçim sonucunu etkileme açısından yok denecek kadar az öneme sahiptir.
İkincisi, modern karmaşık toplumlarda iyi bilgilendirilmiş bir şekilde oy vermenin maliyetli olmasıdır; bireysel olarak vatandaşın çok fazla zaman ve enerji harcamasını gerektirecektir ve bu süre, ilgili vatandaş için daha büyük değere sahip olan başka bir şeyle alternatif bir şekilde kullanılabilir. Oy vermenin maliyeti düşük, siyaset hakkında iyi bilgilenmenin maliyeti ise çok yüksek. Tek bir oy önemsiz olduğundan, iyi bilgilenmenin getireceği maliyetler, kazanımlardan çok daha ağır basıyor.
“Rasyonel seçmen bilgisizliği yaklaşımı suçlanabilir veya bir şekilde ahlak dışı veya sorumsuz davranış sayılabilir. Fakat hayatı bizim için daha zengin kılan iş bölümünün doğal bir sonucudur” diyenler de az değil. Siyasi cehalet, ahlaki açıdan kınanmayacak veya sorumlu tutulmayacak nitelikte değil diyemeyiz. Vatandaşların siyaset hakkında bilgi edinmekten çok daha değerli(!) ve sosyal olarak zamanlarını harcayabileceği, harcaması gereken şeyler vardır ve bu, ilgili tüm taraflar için çok daha tercih edilir ki, kendi istedikleri biçim de ve çıkarlara hizmet edecek sonuçlara yol açacaktır.
(1) lord John Dalberg Acton: «Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely».
(2) William Gaddis: «Power doesn’t corrupt people, people corrupt power».
(3) Jason Brennan: Against Democracy. Princeton University Press.
(4) Bryan Caplan: The Myth of the Rational Voter: Why Democracies Choose Bad Policies? Print (Hardback).
*Mehmed S. Kaya: Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde profesör.
‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabı yazarı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***