YORUM | AHMET KURUCAN
(Gelecek Projeksiyonu Yazıları 61)
En son din, hayat ve özgürlük konusuna gelmiş, bununla ilgili olarak bu kavramları izah eden 3 yazı kaleme almış ve orada kalmıştık.
Pekala nereye varacaktım? Varacağım yer deizm, ateizm, agnostisizm olarak ifade edilen Tanrı inancının keyfiyeti, Tanrı’nın varlığının bilinemeyeceği dolayısıyla varlığının da yokluğunun da eşit olduğu ve Tanrı tanımazlık şeklinde kısaca izahı yapılabilecek ve günümüz dünyasında birçoklarının inanç dünyasını şekillendiren konular olacaktı. İşte o noktaya geldik.
Çok boyutlu bu meseleye hangi açıdan yaklaşacağım? Bu sorunun cevabı yazının çerçevesini çizme adına da önemli. Şöyle ki benim şahitliğim bana şunu gösteriyor; işin felsefi ve kelami boyutu bir yana ne felsefenin ne de kelamın A, B, C’sinden bile haberi olmayan, bu iki ilmi disiplinle alakalı 10 sayfalık kitap okumamış birçok insan kendi inanç kimliğini ifade ederken “Ben deistim, agnostiğim, ateistim” diyebilmekte ve bu tercihinin altında da çok büyük oranda inancın onun hayatının her alanına müdahil olduğunu, bunun ise istediği gibi yaşama, hayat düzenini belirleme özgürlüğünü elinden aldığını düşünmektedir. Bir başka tabirle bir inanca sahip olma, o inancın ibadetler başta olmak üzere gereklerini yerine getirme bu zihniyete sahip kişileri özgürce yaşamaktan alıkoymakta, onlar da istedikleri gibi yaşamak için “Tanrı var ama…, Tanrının varlığı bilinemez… ya da Tanrı tanımaz” bir noktaya evrilebilmektedirler. Dolayısıyla gençlerimizin dine mesafe koymasının nedenlerini irdelediğimiz bu çok uzun yazı serisinde konuyu sadece bu açıdan ele almaya çalışacağım.
Yukarıda bir cümle ile ifade ettim ama önemine binaen tekrar edeyim, söz konusu üç kavram hatta bunlara “Tanrı umursamazlık” diye tercüme edebileceğimiz Apateizm’i de ilave edecek olursak bu dört kavram ve bunların ifade ettiği düşünceler insanlık tarihi boyunca konuşulan konular arasındadır. Uzağa gitmeye gerek yok. Google’dan yapacağınız kısa bir literatür taraması ile sadece ateizm hakkında yazılan kütüphaneler dolusu kitaplar olduğunu görürsünüz. Kaldı ki bu konularda felsefi ve kelami düzlemdeki tartışmalara katkı sunmak, eleştiriler getirmek, yeni şeyler ortaya koymak zaten bu satırların yazarını aşar. Bunun idraki içindeyim.
Bazılarına şaşırtıcı gelebilir. Nitekim bu serinin ilk yazısında yapmış olduğum 2050 yılına ait bir gelecek tasavvuru bu eksende yüzlerce, hiç mübalağa etmiyorum, e-mail yoluyla geri bildirimler almama neden oldu. Zaten hemen peşinden yazdığım yazıda da bu e-maillerdeki cevabi geri bildirimleri 3 ayrı kategoride tasnif ederek anlattım. Bir şey daha ilave edeyim, bu seri yazılara başlama nedenim de söz konusu e-maillerde dile getirilen ve özellikle dini duyarlılığı yüksek olan anne babaların bir manada feryatları oldu.
Başlayayım; benim yakın ve uzak çevremde gördüğüm, kendisini deist, agnostik veya ateist olarak tanımlayan gençlerle yaptığım müzakerelerde din denildiği an itiraz ettikleri nokta “kurumsallaşmış din” anlayış ve uygulamaları. Bunu bu yazı dizisinde daha önceden ele almıştım, dinin sosyal hayata bakan değer, prensip, emir ve yasaklarından oluşan hükümler üzerinden misaller de vermiştim.
Herkesin bildiği gibi dinler tarihinden bildiğimiz kadarıyla bütün dinler Yüce Yaratıcı ile kul arasında kalan ve ferdi düzlemde yerini alan itikadi boyutunun ötesinde sosyal boyutu da olan manzumelerdir. Zira dinlerin hepsi de bir toplum içinde neş’et etmiş ve o toplumda yer alan hadiselerle içli dışlı bir şekilde oluşumunu sürdürmüştür. İlahi vahye mazhar olan dinler de böyledir, vahiy mahsulü olmayan inançlar ve dinler için de aynı şey geçerlidir.
Bu neyi gösterir? O dinin öğretileri ile emir ve yasaklarının neşet ettiği toplumla olan diyalektik ilişkisini. Evet, öyledir, din ile toplum arasından diyalektik bir ilişki vardır. İsterseniz Kur’an’a bu gözle bakın. Normatif alandaki hükümlerinin hepsi de 610-632 yılları arasında Mekke ve Medine toplumunda cereyan eden hadiselerle sınırlıdır. Siyasetten ticarete, evlenmeden boşanmaya ne kadar hüküm varsa ya spesifik olarak bir hadise ya da hadiseler zincirinin oluşturduğu zemin üzerinde nazil olmuştur. Muhtevasına baktığımızda da gördüğümüz ya muhataplarına birebir emir ve yasaklar sunmuştur ki biz buna reel politik diyoruz ya da ideal politik dediğimiz hedefler ortaya koymuştur. Aynı şey hadisi şerifler ve bir adım daha ileriye gidersek fıkhi hükümler için geçerlidir. O zaman şunu diyebilir miyiz; toplum dini hükümlerle kendine şekil vermiştir ama dinler de neşet ettiği toplumdan ve o toplumdaki hadiselerden etkilenmiştir. Bunda hiç şüphe yok.
Yalnız hemen muhtemel itirazlara cevap olarak şunu ifade edeyim; bu durum İslam’ın en son din olması, vermiş olduğu mesajların evrensel ve tarih üstü keyfiyete sahip olmasına mani teşkil etmez. Olan şey olması gerekendir. Muhataplarını, onların gündelik hayatlarını, spesifik sorunlarını ve idrak seviyelerini merkeze koymuş, söz konusu evrensel ve tarih üstü mesajlarını ise onlar üzerinden vermiştir.
Devam edecek.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***