YORUM | M. NEDİM HAZAR
Aman Sultan Reşad gel bizi kurtar.
Verdiğin idareyi vermiyor cüffar!
(Sultan Reşad Türküsü)
Dönemin Amerikan Kız Koleji Müdiresi Mary M. Patrick, Sultan Abdulaziz’i şöyle tanımlıyor:
“Sultan Abdülaziz ‘en güçlü safhalarında eski Türk tasavvurlarının milli gücünün her derecesini temsil eden son kişiydi. Kuruluş dönemindeki seçkin Osmanlı sultanlarına haleflerinden daha çok o benziyordu.’ Heybetli görünümüyle fiziki açıdan ırkının en güzeliydi. Kendisinde kesinlikle bir sultan tavrı vardı. Sultan Abdülaziz dönemi (1861-1876), eski gelenekler ile kamuoyunun gelişen kudreti arasındaki zorlu mücadeleyi tanımlamaktaydı. O ne Müslümanların dinî haklarını ne askeri idarenin gücünü ne de çok eşliliğin adaletini asla tartışma konusu yapmadı. Ordusu, Avrupa ordularının ekserisine denkti ve çok iyi teçhiz edilmişti. Donanmaya on beş adet devasa savaş gemisi ilave etmişti. Bu haliyle İngiltere ve Fransa’nın ordularından sonra dünyanın üçüncü büyük ordusuna sahipti.” (Bir Boğaziçi Macerası İstanbul Kız Koleji- s75-78)
Miss Patrick, kitabında sayfalarca övgü dizmesine rağmen, Abdulaziz’in tahttan indirilmesinde Mithat Paşa safında yer alıyor, ki bu çok ilginçtir.
Bayan Patrick nedense Abdulhamid’e (ikinci) edilmedik hakaret ve aşağılama bırakmıyor. Kaba, cahil, zorba vs… Ancak müdirenin hayatını okuduğumuzda bu görüşlerin altında Sultan 2. Abdulhamid’in başta Amerikan Kız Koleji olmak üzere, tüm yabancı okullarına karşı takındığı muhalif tavırdan kaynaklandığını anlamak mümkün.
Şu satırlar hem Abdulhamid hem de sonraki padişahlar için enteresandır:
“Sultan Abdülhamid’in Selanik’e gitmek üzere tren istasyonuna götürülüşünün ertesi günü kardeşi Mehmed Reşad padişah oldu. Şehzade Reşad, babasının öldüğü 1861 yılından sonra kırk sekiz yıl boyunca kafeste yaşamıştı. Bu sürenin son kısmı gözaltında geçmiş, her daim etrafını casuslar sarmıştı. Casuslar o kadar gizli çalışırlardı ki, Reşad Efendi onların mevcudiyetlerinden haberdardı, ama nerede olduklarını bilmezdi. Sultan Abdülhamid’in saraydan götürüldüğü gün bir heyet, Şehzade Reşad’a “V. Mehmed” unvanıyla Osmanlı padişahı olduğunu bildirmek için bir ziyarette bulundu. O ise buna inanamadı. Lakin ertesi sabah hükümdar olmuştu. Sultan Abdülhamid’in Yıldız’daki o koskocaman parkın içindeki sarayında yaşayan ahali, harem, saray erkânı, hizmetkârlar ve köleler bir gece içinde gözden kaybolmuşlardı. Onların taşınması olağanüstü bir gizlilik ve mükemmellikle tamamlanmıştı. Şayet biri, sokaktaki bir adama onların nereye götürüldüklerini sorsaydı, o da her zamanki Türk usulünce omuz silkerek şöyle diyecekti: “Bilmiyor musun?” (s222)
Misal bunun en önemli örneklerinden biri Abdulhamid’in tahta çıkar çıkmaz, 1869 Maarif Nizamnamesi’nin 129. Maddesine “bu mekteplerde tebaa-i Osmaniye’den henüz kendi mekteplerinde ulûm-ı diniyyelerini görüp akâidini öğrenmemiş olanların kabulü memnu’ olduğu gibi icra-yı ayin esnasında mektebin mabedinde talebeden Müslüman olanlar bulundurulmayacak ve Müslüman olan talebenin ifâ-yı ferâiz-i diniyyelerine mümânaat olunmayacaktır” cümlesini eklemesiydi.
Padişah olduğunda altmış beş yaşında, asil karakterli, akıllı bir idareci olmayı samimiyetle arzulayan bir kişi olan Sultan Reşad’ın aile yaşantısı çok sadeydi. Cuma namazı için camiye giderdi; fakat bunu eski padişahların talep ettiği “maiyetindekileri teşhir etme” hadisesi olmaksızın yapardı.
Reşad’ın ulema ile ilişkileri de sair padişahlarınkinden epey farklıydı.
Burada enteresan bir açığını ortaya koyarak devam edeceğim. Miss Patrick, dediğim gibi Sultan Abdulaziz’i yere göğe sığdıramazken, onun ölümünü intihar olarak niteliyor. Fakat kitabın ilerleyen sayfalarında şöyle bir ifade kullanıyor: “Türkiye’deyken ölümüne şahit olduğum 5 padişahtan bir tek Reşad’ın ölümü doğal yollarla oldu!”
Bayan Patrick’in hayatı film olur emin olun. Geçiyoruz…
Bu upuzun arka planı size aktarmamın sebebi, dönemin bağlamını zihninizde oluşturabilmektir.
Hemen kısa bir özet geçeyim:
1. Meşrutiyet 29 yıl askıda kaldıktan sonra 2. Meşrutiyet 24 Temmuz 1908’de yeniden ilân edilir. Sultan Reşat Meşrutiyetin ilânının ikinci yıl dönümü münasebetiyle anayasanın dine aykırı olmadığını kamuoyuna mal etmek için sarayda resmî bir merasim tertip eder. Bu merasime devrin âlimleriyle birlikte Bediüzzaman da dâvet edilir. Saraydaki merasimi düzenleyen paşalar bu merasimde Bediüzzaman’ın da diğer âlimler gibi cübbe giymesini rica ederler. Bediüzzaman ise dâvete yöresinin kıyafeti olan ayağındaki çizmesi, belindeki kuşağı, hançeri ve başından omuzlarına kadar sarkan sarığı ile gelmiştir. Paşalar Bediüzzaman’a: “Hocam, hiç olmazsa bu törene diğer âlimler gibi cübbe ile katılmanızı rica ediyoruz. Yoksa Sultan’a karşı zor durumda kalacağız” derler. Bediüzzaman paşaların bu samimî ısrarlarını kırmaz ve cübbe giyerek saraydaki dâvete icabet eder.
Giysisi ile dikkat çeken Bediüzzaman davranışı ile daha da çok dikkat çeker. Şöyle ki;
Padişahın oturduğu tahtın münasip yerinde özel duran bir sırma saçak sarkıtılmıştır. Merasime katılanlar gelip bu saçağı öptükten sonra yerlerine geçer. Dâvetlilerden bazısı saçağı, bazısı da sultanın eteğini öpüyordur. Makam sırasına göre saçak töreni devam ederken sıra Bediüzzaman’a gelir. Bediüzzaman yerinden kalkar, dik ve vakur adımlarla yürüyerek Padişahın önüne kadar gelir. Herkes normal bir saçak öpme beklerken elini göğsüne koyup “Esselâmü aleyküm” diyerek sultanı selâmlar ve oturduğu yere geri döner. Padişah olup biten karşısında şaşırır. Sarayda şimdiye kadar böyle bir olay ne duyulmuş ne de yaşanmıştır. Merasim alanındaki davetliler donup kalmış ve korku içinde Sultan’ın ne yapacağını nefes almadan merakla bekler.
Sultan’ın yüzü sinirden kararır, bir an otoritesinin ve gücünün sarsıldığını düşünür. Yanlış bir şey yapmamak için paşayı yanına çağırır ve ona: “Kim bu adam paşa? Beni mahalle muhtarı mı sanıyor? Niçin böyle selâm verir?” der. Paşa durumu nasıl ifade edeceğini şaşır, kelimeler diline dolanır “Efendim” der ve yutkunur. Padişah sesini yükseltir: “Söylesene! Kim bu cüretkâr adam?” diye bağırır. Paşa eli önünde bağlı: “Efendim, bu zatın lakabı Bediüzzaman, ismi de Said’dir. Çok yüksek bir ilmi vardır. Çok da izzetlidir. Feleğe baş eğmeyen biridir. Onu yanlış anlamayın efendim” der.
Sultan Reşat, herkesin duyabileceği bir şekilde:
“Ben şimdiye kadar ilmin izzetini bu kadar cesaretle koruyan pek az insan gördüm ve tanıdım. Gerçek âlim, işte böyle Bediüzzaman gibi olmalıdır” der.
Sultan Reşat aklının bir köşesine yazar bu ismi…
Tahta geçtiğinde 65 yaşında olan Reşad, ağabeyi Sultan Hamid döneminde otuz yıl boyunca gözaltında kalmış ve her an asılacak bir mahkûm gibi korku içinde yaşamıştır.
Hz. Bediüzzaman, Sultan Reşad’ın Rumeli’ye düzenlediği geziye onun özel misafiri ve Kürdistan âlimi sıfatıyla 6 Haziran 1911 tarihinde davet edilir. Kalabalık bir heyet Barbaros Zırhlısı ile yola çıkar.
Bir günlük yolculuk sonrasında Selanik Limanına varırlar.
Sultan Selanik’te 3 gün kalır.
Bu arada önceki yazıda da belirttiğimiz gibi, Bediüzzaman’ın son birkaç yılı sürekli hareket halinde geçmiştir. Ancak bu hareketlilik onun eser vermesine engel değildir.
İstanbul’dan Karadeniz yoluyla, İnebolu ve Tiflis’e de uğrayarak, oradan Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki aşiretlerin meskûn mahallerine gitmiş, bedevi ve göçebe dahil, hemen her kademedeki insanlarla görüşmüş ve Münâzarât isimli eserini kaleme almıştır.
Hiç durmadan yoluna devam eden Nursi, hemen ardından gittiği Şam’daki Emeviye Camii’nde Arapça meşhur hutbesini verir. Bir hafta içinde iki kez basılan bu eser, âlem-İslâmın hâl-i perişaniyeti için bir reçete mahiyetindedir. Etti mi ikinci eser!
Şam’dan hareket ettikten sonra, bu kez Akdeniz üzerinden İstanbul’a gelen Üstad Bediüzzaman, bir sene zarfında üçüncü eserine imza atmıştır: Muhakemât.
Halkın içinden gelen Şarklı bir alimin, Garp halkını bu kadar yakından inceleme imkanı Said Nursi’ye hayatının sonrası için oldukça ufuk açıcı olacaktır.
Aslında gezinin İttihatçıların Rumeli teb’ası üzerinde gösteriş yapma niyetinin olduğunun farkındadır.
Selanik’ten Üsküp’e şimendifer ile geçilir.
İttihatçılar ve sair alimler, bir arada memleketin güncel meselelerini tartışırken, o kompartımanında hem eserini kaleme almakta hem de yakın dönemde ne yapacağına dair kişisel ajandasını oluşturmaktadır.
Bediüzzaman’ı bu seyahate katılmaya iten en önemli sebep ise Sultan Reşad’ın Üsküp’te bir İslam Üniversitesi kurma hayalini söylemesidir.
Bediüzzaman en çok bu projeyle ilgilenmiştir.
Hatta Üsküp’te bu üniversitenin temeli bile atılır, ancak birbiri peşi sıra patlayan savaşlar, bu projeyi akim bırakacaktır.
İsmail Hami Danişmend’e göre bu seyahat tam 22 gün sürmüştür. Bediüzzaman muhtelif mektuplarında zaman zaman bu seyahatten hatıralar naklederken, hemen hepsi eğitim ve Müslümanların ahvaliyle ilgilidir:
“İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî Dârülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılar’a hem Sultan Reşad’a dedim ki: ‘Şark (Doğu Vilayetlerimiz), böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.’ O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı. O medrese yeri (Kosova) istilâ edildi.” (Emirdağ Lâhikası, s. 402)
Yine trende yaşanan enteresan bir muhabbeti bizzat kendisi şöyle anlatıyor:
“Hürriyet’in başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilayat-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu.
Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”
O zaman dedim: Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman hamiyet-i diniye, avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani menafi-i şahsiyesini millete feda edene has kalır. Öyle ise hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kalesi olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret ediyor ki yalnız hiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı saadet ve tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’îsidir.
Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:
“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranidir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kaledir.” dediğim vakit o iki münevver mektep muallimleri bana dediler: “Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”
Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:
İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikati der:
Bakınız bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline!” dediği halde o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.”
Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”
Analizin köklü ve rasyonel oluşu kadar, başka bir şey dikkatinizi çekti mi?
Hz. Bediüzzaman, yaşadığı her deneyimi anında derslerine ve kitaplarına malzeme yapabilmekte, örneklerinde kullanarak belagatini ve muhatabın algısını kolaylaştırıcı olarak güçlendirmektedir.
Bu seyahat Sultan daha doğrusu saray ile Bediüzzaman arasındaki mesafeleri epey azalttığı gibi, ondan etkilenen Reşad, Zehra Üniversitesi için ihtiyacı olan maddi yardımı yapacağına dair söz verir.
Bunun için bu kez, sus payı olarak birkaç bin kuruş değil, 19 bin altın tahsis edilir!
Geri döner dönmez, Bediüzzaman soluğu Van’da alacaktır. Yapacak çok iş vardır zira!
Ancak 20. Yüzyılın bir ismi de “yarım kalan hayaller asrı” olacağını kim bilebilir ki?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***