Osman ÇAKLI
İSTANBUL – Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin akabinde, ilk tartışmalardan biri ‘ekonomik krize’ rağmen AKP’nin aldığı toplumsal destek oldu. Özellikle muhalefet blokunun geniş kesimleri içerisinde AKP’ye verilen destek kızgınlığa neden oldu. Bu süreçte en çok atıfta bulunulan ifade Süleyman Demirel’in “boş tencere iktidar götürür” cümlesi oldu. Boş tencere metaforuyla yapılan siyasal analizler sandığa değişimi getirecek ölçüde yansımadı.
Çelişkiye yapılan vurguyla birlikte, AKP’ye oy veren yoksul kesimlerin Erdoğan’dan desteğini çekmemesinin temelinde hangi gerekçeler var? İşçi sınıfının yoksullaşmaya rağmen oy tercihinde radikal değişim olmamasını ve ‘krizle’ kurduğu ilişkiyi Xavier Üniversitesi’nde Siyaset Bilimci olan Doç. Dr. Utku Balaban ile konuştuk.
‘BİR KRİZ VAR FAKAT BİRİKİM KRİZİNDEN BAHSETMEK GÜÇ’
28 Mayıs’ta bir sonuç ortaya çıktı, Erdoğan yeniden cumhurbaşkanı seçildi. 2018 itibariyle TL’nin döviz karşısında değer kaybetmesine müteakip bir ‘ekonomik kriz’ söylemi ortaya çıktı. Muhalefet bloku kırılmanın buradan gelişeceği ön kabulüne yaslandı. Ancak ortaya çıkan sonuca bakınca tercihini değiştirmemiş, hala AKP’de tutunmuş bir küme var. Bunun nedenleri neler?
Öncelikle ekonomik kriz kavramını iki farklı kategoride ele almak gerektiğini vurgulamak faydalı olabilir. Birincisi kar oranlarının düşmesi, arz talep dengesinin bozulması-aksaması ile bağlantılı sermaye birikiminin krizi. Bir diğer ise sermaye birikiminin devamı için sömürü oranındaki artış neticesinde işçi sınıfının krizi. Emek yoğunluğu, emek üretkenliği ve işgünü uzunluğundaki değişimlerin mevcut dönemdeki konfigürasyonuna bağlı olarak bu iki süreç paralel ya da ayrışık şekilde devam edebilir. Sömürü oranındaki özellikle son birkaç senedir devam eden hızlı büyüme bahsettiğiniz minvalde bir ‘ekonomik krizi’, yani bir sermaye birikimi krizini öteliyor. Dolayısıyla işçi sınıfı açısından ücretler ve sömürü oranı itibariyle bir kriz var fakat an itibariyle bir birikim krizinden bahsetmek güç.
SÜRDÜRÜLEBİLİR KÜÇÜLMENİN SANDIK FRENİ
Nasıl yani?
İstihdam verilerine çeşitli vesilelerle vurgu yaptım. Son üç sene içerisinde istihdamda genişleme söz konusu. Bu bağlamda baktığınızda süreç sömürücü sınıflar açısından olumlu seyrediyor. Bu süreç sürdürülebilir mi sorusu başka ve önemli bir tartışma konusuna işaret ediyor elbette: Mevcut durumda iktidar işçi sınıfını bu yoksullaşma sürecine alıştırmaya ve dolayısıyla, bahsettiğim birikim krizini ötelemeye çalışıyor. İktidarın bu stratejisini “sürdürülebilir küçülme” olarak adlandırıyorum. Muhalefetin meseleye ilişkin tutumu ve neticesindeki seçim sonuçları iktidarın bu stratejiyi sürdürmesini kolaylaştırdı.
Peki ekonomik anlamda yaşanılan neydi?
Yaşadığımız aslında, vurguladığım üzere, işçi sınıfının hâlihazırda kötü olan durumunun daha da kötüleşmesi ve iktidarın işçi sınıfını bu kötüleşmeyi kaderi olarak kabul etmeye zorlaması. İşçilerin ücretlerinde ciddi bir düşüş var. Örneğin asgari ücretin kişi başı gelire oranı 2000’lerin sonundaki orana kıyasla küçüldü.
Öte taraftan, bu düşüşe tekabül eden istihdamda bir genişleme de var. İktidar, işçileri ücret düşüşüne istidamdaki bu genişlemeyle alıştırmaya çalışıyor. Tekil bir işçiyi ele aldığımızda, evet, aldığı ücret düşüyor ve bu potansiyel olarak yoksullaşma demektir. Birçok işçi sınıfı hanesi de yoksullaşmıştır. Buna mukabil iktidarın oy oranında da bir düşüş yaşandı. Fakat istihdamdaki genişlemeye paralel biçimde hanedeki çalışan kişi sayısının arttığı (ya da artabileceği) işçi sınıfı haneleri de var anladığım kadarıyla. Sonuç olarak tekil olarak ücret düşüyor olsa da bahsettiğim kategoriye giren işçi sınıfı hanelerine giren ücrette büyük bir düşüş yaşanmıyor ya da bu haneler toplam hane gelirinde kısa vadede bir büyüme ümit ediyor. Hatta bazı işçi sınıfı hanelerinin toplam gelirinde belli oranda artış bile olabiliyor. Fakat ne pahasına? 2016’da iki işçiye ödenen toplam ücreti şu anda ancak üç işçinin kazanması pahasına. Yani sömürü oranında muazzam bir büyüme pahasına…
Sandığa neden yansımadı?
Muhalefetin işçilerin üretim ilişkilerinde karar alıcı bir rol üstleneceği vaadine yaslanan iktidarınkine alternatif bir anlatı ve bu anlatıdan çıkan uygulanabilir bir program önermediği bir siyasi mecrada işçi sınıfının önemli bir kısmı “eldeki bir kuş daldaki iki kuştan iyidir” cümlesiyle özetlenebilecek bir yaklaşımla sandığa gidiyor. Dolayısıyla yekûnu itibariyle işçi sınıfının siyasi tercihlerinde neticeye etki eden değişiklikler gerçekleşmiyor.
Öte taraftan, bahsettiğimiz bu “kriz” sadece işçileri etkilemedi. Küçük burjuva olarak tanımlanan, nispeten yüksek gelire ve kariyer açısından çeşitli güvencelere sahip kesimde de belli bir ücret düşüşü yaşandı. Bu sürecin neticesinde muhalif medya özü itibariyle işçi sınıfına tepeden bakan bir ekonomik kriz anlatısına sarıldı ve sosyalist olmayan muhalefet de bu anlatıyı seçim stratejisinin iki temel unsurundan biri olarak seçti.
Muhalefetin stratejisinin bu iki unsurunu açayım izninizle. Birincisi, yanlışlığı son yıllarda kanıtlanmış merkez-çevre yaklaşımının uzantısı olarak “iki mahalle var ve bu mahalleleri birleştiriyoruz” gibi küçük burjuva perspektifli bir okumayla bir büyük seçim ittifakı kurmak. İkinci ayağı ise bu söyleşide tartıştığımız anlatıdan çıkan, ekonomik krizin kendiliğinden işçi sınıfını Millet İttifakı’na yönlendireceği beklentisi. Bu ittifakın karar alıcıları yine ekonomik krize dair bu söyleşide bahsettiğim ve Marksist perspektiften süzüldüğüne inandığım türde bir okuma yapmak istemedi. Yani sosyalist olmayan muhalefet yoksulluğun herkesi hem iktisaden hem de siyaseten benzer biçimde etkilediği varsayımıyla hareket etti. Seçime krizin gerçek mahiyetini anlamamızı güçleştirecek bu ekonomik kriz anlatısıyla girdik ve nihayetinde muhalefetin geneli için olumsuz bir neticeyle karşılaştık.
Özetle işçi sınıfı 1980 yılından itibaren sürekli bir kriz içerisindedir. Ülkemizde işçi sınıfı bugün geçmişten de çok daha ağır koşullar altında sömürülüyorlar. Fakat bu yakın yıllara kadar görünmedi, medyada yer bulmadı, siyasetin belirleyici teması olarak tartışılmadı. Bu süreç küçük burjuvaziyi kısmen etkilediğinde ise yanlış bir okuma yapıldı. Ücretlerdeki küçülmenin seçim sonuçları üzerindeki kimilerini şaşırtan etkisini bu tür bir yaklaşımla anlamlandırabileceğimize inanıyorum.
Muhalefet söylem ve stratejileriyle bir seçenek olamadı mı?
Tipik bir işçiyi gözünüzün önüne getirin. Bu işçi İstanbul’un bir işçi mahallesinde yaşasın ve bu mahallede faaliyet gösteren merdiven altı bir işletmede çalışsın. Bu işçinin acil meselesi an itibariyle eve en azından bir maaşın girip girmediği sorusu. Belki genç bir çocuğu var, yıllardır iş bulamıyor ve evlerinin oturma odasında gün boyunca telefonuna bakıyor. Bu bir annenin bir babanın görmek istemeyeceği bir tablodur. O anne baba ne kadar düşük ücretli olsa da ne kadar ağır koşullar içerse de çocuğunun bir iş bulabilmesini ister.
Şimdi bu tipik işçinin kendi yaşam koşulları ile siyaset arasında nasıl bir ilişki kurduğu sorusuna yoğunlaşalım: Bu işçilerin önemli bir kesimi yaşam standardı düşüyor olsa da bu yaşamdan alabileceğinin azamisini aldığına inanıyor. Sosyalist olmayan muhalefet işçi sınıfına yapısal bir değişiklik vaadi ile gitmiyor. İktidardaki İslamcıların genel siyasi çerçevesini kabul ediyor ve sadece bu çerçevenin gereklerini daha iyi gerçekleştirmeyi vaat ediyor. Bu durumda işçilerin önemli bir kısmı mevcut olanla yola devam etmelerinin daha risksiz olduğuna kanaat getirdi. En azından seçim sonuçları bu kanıyı destekliyor sanırım.
İşçilerin oy tercihindeki motivasyonu anlattığınız gibi mi?
Motivasyonlardan ‘iktisadi’ olanı budur.
‘ERDOĞAN’I DESTEKLEYEN İŞÇİLERİN ÇELİŞKİYİ GÖRMESİ İÇİN NE YAPTIK’
Millet İttifakı başarısız olduysa, önceki seçimlerde de Erdoğan’ın “bu kardeşinize yetkiyi verin enflasyonla, faizle nasıl uğraşılıyor görün” demişti. Yani ortada başarısız bir tablo var, bu görülmedi mi?
Tayyip Erdoğan’ın tutarlılık gibi bir kaygısı olmadığını biliyoruz. Şunu soruyorsunuz: Nasıl oldu da seçmen bahsettiğiniz çelişkiyi görmedi? O zaman ben de şu soruyu sorayım: Benzer tutarsızlıklar Millet İttifakı’nda yok mu? Örneğin yoksulluktan bahsediyor bu ittifak fakat çözümü Erdoğan kliğiyle benzer bir stratejide görüyor. Peki biz bu tutarsızlıklara nasıl tepki veriyoruz? Görmeyerek. Neden sadece Erdoğan’a oy verenlerin Erdoğan’ın söylem ve eylemlerindeki çelişkiyi görmesini bekliyoruz? Ötesi, bahsettiğiniz (bariz) çelişkiyi Erdoğan’ı destekleyen işçilerin görmesini kolaylaştırmak için ne yaptık? Mesela muhalefeti destekleyen sol eğilimli insanlar bu amaç için hayatlarından ne tür tavizler verdiler? Her iki senede bir Türkiye’de seçim oluyor ve bir seçimden diğer seçimi beklemek alışkanlığa dönüştü. Seçim geldiğinde propaganda faaliyeti için çalışılır, sandıkta görev alınır. Bu yeterli mi? Oysa siyaset gündelik hayatın içine zaten gömülü. İşçi sınıfı 7-24 siyasete ve bu bağlamda sürekli “siyaset yaşam koşullarını düzeltebilecek bir mecra değildir” mesajına maruz kalıyor.
Diğer tarafta ise sadece seçimden seçime çaba içerisinde olan bir kesim var ki bu kesim iki seçim arasında işçilere ulaşmak yerine köşesine çekilmeyi tercih ediyor. Konuya biraz da buradan bakmakta fayda var. İktidarın sandık performansı sadece kendi icraatı ile ilgili değildir. Muhalefetin ne yaptığı ve yapmadığı ile de bağlantılıdır.
‘SONUCU ŞAŞIRTICI BULMUYORUM’
Muharrem İnce’nin aday olduğu dönemde de benzer bir tablo vardı. Değişim talebi sandığa bağlandı, sandık beklendi ve sonuç yine istenilen gibi olmadı. Sanırım siz çizdiğiniz çerçeve doğrultusunda sonucu şaşırtıcı bulmuyorsunuz.
İnce’nin ve Sayın Kılıçdaroğlu’nun iletişim stratejisinin benzeştiğini düşünüyorum. İnce, bir “fizik öğretmeni” olarak seçmene seslendi. Yani dersinden zar zor geçtiğiniz, size kendinizi başarısız hissettiren, birlikte öğrenmediğiniz, aksine karşısında “terbiye” edildiğiniz, size sadece o dersten geçerseniz başarı vaat eden bir kişinin anlatısıydı onunki. Sayın Kılıçdaroğlu da bir tahtanın başına geçerek, yani yine bir öğretmen edasıyla mesajlarını paylaştığı videolarla seçmene ulaşmaya çalıştı.
Söylemler de benzeşiyordu: Bilime önem verilecek, “yüksek katma değerli” üretim başlayacak ve herkes zenginleşecek. Bu iletişim stratejisi ve söylemin işçi sınıfının önemli bir kesimine hitap etmediğini ve hatta itici geldiğine inanıyorum. Yaşamını düşük teknolojili ve emek-yoğun bir sektörde çalışarak kazanan bir işçi için bu anlatılan öykü korkutucuydu. Bahsedilen “yüksek katma değerli” üretim sürecinde kendilerine ne tür bir rol biçildiğini anlayamadılar ki bu onların hatası değil, bu soruyu ne İnce ne de Sayın Kılıçdaroğlu cevapladı.
Ne olsaydı farklı bir tablo görebilirdik?
İşçilere “vaat ettiğimiz dönüşüm sizin üzerinde söz söyleyebileceğiniz üretim organizasyonları vasıtasıyla ve sizin kabiliyetlerinizin gelişmesine paralel bir hızda gerçekleşecek” denseydi işçi sınıfının en azından bir kısmı bu soruyu kendince Millet İttifakı lehine cevaplandırabilir ve sandığa muhalefet lehine bir özgüvenle giderdi. Dolayısıyla bir önceki sorunuza geri dönersem, evet, sonucu şaşırtıcı bulmuyorum.
Öte taraftan, şu veya bu şekilde 40 yıllık bir yoksullaşma süreci var. Biraz önce muhalefetin stratejisinin iki unsurundan biri olan ittifak siyasetinden bahsettim. Millet İttifakı’nın amacı ihracata dönük imalatçı KOBİ’lerin çekirdeğini oluşturduğu ve faburjuvazi adını verdiğim sınıfla işçi sınıfından daha yüksek maaşlar alan ve önünde çeşitli kariyer fırsatları olan küçük burjuvazinin desteğini alabilen bir seçim bloku kurabilmekti.
Her iki ittifak esasta ekonomik vaatler açısından birbiriyle kesişiyor mu?
Bu her iki sınıf da özü itibariyle işçi sınıfının sömürülmesinden nemalandıkları için bu ittifak seçime özünde AKP’den farklı bir anlatıyla hazırlanmadı. Öte taraftan, detaya inersek, biraz önce bahsettiğim “yüksek teknoloji” vurgusu, aslında o imalatçı KOBİ’lerin sahiplerinde de, yani faburjuvazide de, endişe yarattı ki bu endişenin İYİ Parti oyları üzerinde olumsuz bir etkide bulunduğuna inanıyorum. Neticede, sosyalistlerin erişemediği işçi açısından ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki yok gibi görünüyor. Ne Cumhur ne de Millet İttifakı işçi sınıfına üretime kaderini değiştirecek şekilde bir katılım vaadinde bulunmadı. Millet ittifakı açısından bir başarısızlık varsa, bana kalırsa, nedenlerini buralarda aramak lazım.
Öte taraftan, muhalefetin temsilcileri seçim usulsüzlükleri ve milliyetçi söylemin sonuç üzerindeki etkisini öne çıkararak kendilerini aklamaya çalışıyorlar. Her iki unsur da önemlidir fakat seçim sonrasında yapılması gerekenleri bu iki unsur üzerinden devam eden bir tartışmaya sıkıştırırsak her türden muhalif oluşumun içindeki elitlerin konumunu tahkim eder ve bir sonraki seçimde yeni bir hüsran yaşama riskini güçlendiririz.
Usulsüzlüğe inanmış geniş bir muhalif kamuoyu da var keza sandık güvenliği seçimin en çok koşulan başlıklarından biriydi.
Seçim günü gerçekleşen usulsüzlükleri geçelim, kampanya sürecinin adil olmadığı her seçimin meşruiyeti zaten tartışmalıdır. Birçok Kürt siyasetçi seçim öncesinde hapse atıldı örneğin. Milliyetçi söylem en azından 2015’den beri iktidarın dilinde. Yani iktidarın bu hamleleri önemsiz değil. Fakat şunu da görebiliyoruz: Seçim sürecindeki sorunlar sadece sandığa sahip çıkarak çözülmüyor. O sandığı korumanız için işçi sınıfının sizin yanınızda olması lazım.
Milliyetçi söylemin sandığa etkisi de Millet İttifakı’nın yaptığı gibi o söyleme destek vererek bertaraf edilemiyor. Ya da o söylemin dokunduğu mülteci meselesi ve Kürt Hareketi’nin istemlerinin siyaset üzerindeki etkisini görmezden gelerek. Yerli işçi sınıfına mülteci işçilerle dayanışma ağlarını geliştirebilecekleri bir model önermeniz gerekir. Eğer “mülteci işçileri kovacağız” derseniz, yerli işçinin önemli bir kesimi “kovacaksa Erdoğan kovar” yaklaşımıyla hareket eder. Benzer şekilde Kürt Hareketi’nin istemlerinin karşılanmasının önereceğiniz modeli uygulanabilir kılacağını, tahkim edeceğini anlatmanız gerekir. En nihayetinde, içinden bir model çıkan bir stratejinizin ve bu stratejinizin üzerine yaslandığı bir kuramsal çerçeveyi tartışmanız gerekir.
Bu tür bir tartışmayı CHP merkezinde ele alabileceğimiz küçük burjuvazi yapmadı. Bu amaca hizmet edecek şekilde kendi adıma geçen sene uyarı görevinde bulunduğuma inanıyorum. Fakat, işin acı tarafı, bana kalırsa bu tür bir tartışmayı sosyalist hareket de Kürt hareketi de yapmadı ve şu anda da yapmaya ne kadar istekliler emin değilim. Şahsi çabam bu tür bir tartışmayı başlatabilmek çünkü ortada bir seçimlik değil 40 senelik bir başarısızlık söz konusu.
İSLAMCI PARTİNİN İŞÇİLERE DÖNÜK SÖYLEMİNİN ANA ÇERÇEVESİ
Şu ana kadar anlattıklarınıza işçilerden doğru gelişen rızanın araçları var biliyorsunuz. Bunun en önemli parçalarından biri de cemaatler. Devlet, cemaat ve işçiler arasındaki ilişki nasıl ve etkisi ne boyutta?
Cemaat meselesi önemlidir. Fakat ne açıdan önemlidir? İşçi sınıfı içindeki doğrudan etkinlikleri açısından mı? Ekonomik güçleri açısından mı? İslamcı parti ve devlet bürokrasisi üzerindeki etkileri açısından mı? Bu unsurlardan hiçbirini göz ardı edemeyiz fakat konunun şu tarafını da vurgulamalı: İslamcılar belki de işçi sınıfına partilerinin ve işçi sınıfı mahallelerinde faburjuvazinin faaliyetleri vasıtasıyla ulaşabildiği için İslami cemaatler, örneğin, Endonezya’da gördüğümüzün aksine mürit tabanını işçi sınıfının bütününü kapsayacak şekilde genişletme eğiliminde olmadı. Örneği açmak gerekirse Endonezya’da Nahdlatul Ulama ve Muhammediye adlı, iddialarına göre ve sırasıyla, 90 ve 30 milyon müridi olan iki büyük cemaat var. Türkiye’deki cemaatler bu tür bir strateji benimsemedi ve her ne kadar işçi sınıfından çokça müritleri varsa da geneli itibariyle ve şu ana kadar müritlik ilişkisi açısından geniş kitlelerle seçici bir tutumla ilişki kurdu.
Diğer bir deyişle bu oluşumların doğrudan işçi sınıfı içerisindeki mensubiyet oranının çok yüksek olmadığına inanıyorum. Kaçırmadıysam, aksi istikamette iddialar ilgili literatürde hakim kanaati oluşturmuyor. Benzer şekilde, kendi saha çalışmalarım da bu kanımı kuvvetlendirdi.
Bu durumda, cemaatlerin oynadığı role tekrar bakmak gerekir. Bana kalırsa, Türkiye’de cemaatler yekûn olarak İslamcılık dediğimiz akımın entelektüel üretim merkezleridir. Özü itibariyle işlevleri İslamcı partinin işçi sınıfına dönük söyleminin ana çerçevesini oluşturmaktır. Özellikle gündelik yaşama dair prensiplerin saptanması açısından… Bu prensipler de doğrudan İslamcıların ve dolaylı olarak faburjuvazinin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde güncellenir. Bu nedenle her Ramazan’da “sakız çiğnersem yersem orucum bozulur mu” ya da “uzaydayken Kıble’yi nasıl tayin ederim” gibi soruların sürekli gündeme geldiğini görürüz. Cemaatlar bu ve gündelik yaşama ilişkin birçok başka soruyu hiçbir suretle kati şekilde yanıtlamaz ve cevapların ucunu hep açık bırakırlar ki bilgi üretimindeki tekellerini koruyabilsinler.
Diğer bir deyişle cemaatlerin kozmosunda hiçbir dini prensip, iddia ettiklerinin aksine, sabit değildir. Cemaatler dini prensipleri tanımlama ve yeniden tanımlama iddiasını taşır çünkü, tekrar etmek gerekirse, cemaatlerin bu konu bağlamında temel işlevi işçi sınıfının gündelik yaşamını sermaye birikiminin değişen koşullarına göre ve faburjuvazi lehine yeniden tanzim etmektir.
‘SOSYALİSTLER VAR’
Muhalefet bu alanda yok mu?
İşçi sınıfı mahallelerinde muhalefet var. Sosyalistler var. Sosyalistler çok büyük riskler alıp büyük bedeller ödeyerek varlıklarını sürdürüyorlar. Sosyalistleri asla küçümsememek gerekir, desteklemek gerekir. Birçoklarında hayal kırıklığı yaratan geçmiş 20 senelik deneyim bize “ittifak siyaseti”, “mahalleler arasında kaynaşma”, “mütedeyyin kesimin önceliklerini dikkate alma” gibi saik ve söylemlerin pek işe yaramadığını gösterdi herhalde. Bu saik ve söylemler her ne kadar “kapsayıcı” olarak gözükse de aslında şu veya bu şekilde işçi sınıfına tepeden bakan bir yaklaşımın ürünü. Sosyalist olmayan muhalefet işçi sınıfına sadece “mütedeyyin karşı mahallenin parçası” yani ancak faburjuvazinin tasallutu altında failleşebilen bir kesim olarak seslenmektedir. İşçilerin işçi olmaktan kaynaklanan faillikleri yadsınmaktadır. Bu yaklaşım defalarca yanlışlandığına göre, o zaman artık herhalde şunu rahatlıkla iddia edebiliriz: Değişim olacaksa sosyalistlerin mücadelesi sayesinde olacak.
Ancak sosyalistlerin karşısındaki güce bakınca, çabaları oldukça mütevazi kalmıyor mu?
Sosyalistlerin an itibariyle zayıf olmasının üç nedeni var ki bu nedenlere baktığımızda mevcut durumun bir kader olmadığın görebiliriz. Birincisi, 1980 darbesinden sonra işçi sınıfı mahalleleri “açık cezaevine” dönüşmüştür. Örneğin, bu mahallelerdeki karakolların temel işlevi suçla mücadele değil (Kürt hareketini de katarak) sol siyaseti kontrol altında tutmaktır. Dolayısıyla sosyalistler işçi sınıfı mahallelerinde serbestçe siyaset yapamıyorlar. Devasa bir devlet yapısı var. Bunun içinde cemaati var, faburjuvazi var. İkincisi, bu olumsuz koşullar altında işçi sınıfının çıkarlarını korumaya çalışan kesimlerin sol eğilimli küçük burjuvaziden çok ciddi destek alması gerekir: para, emek, ekspertiz… Böyle bir destek an itibariyle yok. Beri taraftan, bu desteği vermeyen sol eğilimli küçük burjuva seçmenin işçi sınıfının siyasi tutumundan ve seçim sonucundan şikayet etmeye de hakkı yok. Üçüncü etmen ise sosyalistlerin de temel konulara ilişkin kuramsal polemiği 40 yıldır ertelemiş olmaları. Umarım seçim sonuçları ve bu söyleşi bu tür bir polemiğin önünü açar.
Yoksulluğu kabul eden ama tercihini değiştirmeyen bir kesim mi var?
Popüler deyimle “rızayı üreten” unsur ulusal bekaya ilişkin endişe değil, işçi sınıfı hanesinin tam üstünde zar zor durduğu yoksulluğuyla ölüm, haysiyetiyle utanç arasındaki o ince çizgi. Yani ulusun “siyasi bekası” değil, işçi sınıfı hanesinin “fizyolojik bekası”. Ve, tekrar edeyim, elbette işçi sınıfı hanesinin haysiyeti… Erdoğan “yoksul kalmaya devam edeceksiniz ama ölmeyeceksiniz” vaadiyle seçime gitti. Sosyalist olmayan muhalefetin vaadi ise “yoksul kalmaya devam edeceksiniz ama yaşam koşullarınızda belki kısmi bir düzelme gerçekleşecek” cümlesiyle özetlenebilir. İşçiler yoksulluğu elbette istemiyor. Ancak muhalefetin kendisini yoksulluktan kurtaracağına da inanmıyor. Sosyalist olmayan muhalefetin sunduğu ütopyada kendine bir yer bulamıyor. Bu söyleşide özetlediğim koşullar altında işçi sınıfının önemli bir kesimi yoksulluğu ölüme tercih etti. Ve bu koşulları göz önüne aldığımızda bu tutumu takınan işçileri suçlamanın ahlaki olmadığına inanıyorum.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***