YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Doğru ve yanlış davranış ilkeleri ve insan karakterinin iyiliği ve kötülüğüne ilişkin ölçüt ve standartlara ahlak veya etik diyoruz.
Son günlerde bana 17/25 Aralık 2013 dönemini anımsatan gelişmeler yaşanıyor. Aradan neredeyse 10 yıl geçti. Türkiye tarihinin belki de en önemli seçimlerine girmek üzere. Bu seçim, adeta bir referandum; bir tarafta bugüne kadar gırtlaklarına kadar yolsuzluğa ve suça battıkları konusunda toplumda artık genel kanaat oluşmuş bir suç rejimi, diğer tarafta ise Türkiye siyasetinde son 100 yılda meydana gelmiş en geniş ve siyasi ideolojiler/yönelimler bakımından kapsayıcı bir politik ittifak var. Bu kritik ortamda, cumhurbaşkanına son derece yakın olan ve onun içini-dışını bilen bir yakını tarafından son derece çarpıcı ve bir o kadar da ürkütücü, mide bulandıran itiraflar içeren videolar sosyal medyada paylaşılıyor. Bu videolarda, cumhurbaşkanının siyasi kariyeri boyunca yaptığı bilimum hırsızlıklar ifşa ediliyor. Evet, yanlış duymadınız. Cumhurbaşkanı sadece rüşvet yememiş ya da kirli ilişkilerden “komisyon” almamış. Aynı zamanda doğrudan doğruya mafyatik yöntemler kullanarak, organize suç örgütü kurup, onu bizzat yönetip, siyasi yetkilerini de kötüye kullanarak aleni şekilde para ve mal-mülk edinmiş. İtiraflar yer, zaman, bağlam, isim, tanık, meblağ gibi son derece kritik verileri açıklıyor. Mesela sadece bir voliden cumhurbaşkanının 1,000,000,000,000 (bir milyar) Amerikan Doları vurgun vurduğunu söylüyor.
Biz bu filmi daha önce görmemiş miydik? Esasında Reza Zarrab olayı 2013’te patlak verdiğinde, karşımızda İran’ın yaptırımlardan sıyrılmak ve şüpheli nükleer projesinde kullanmak üzere Türkiye devleti üzerinden akladığı kara parasından, Erdoğan ve yakınlarının bizzat komisyon aldığını öğrenmiştik. Ne diyordu Zarrab? Dedesinin, kendisine “memurlarla orospuların bahşişini önden verilir!” dediğini söylüyordu. O da işte öyle yapmıştı. İran devletinin paralarını aklarken, bunu yapabilmek için İran’ın verdiği “bahşişleri” dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a iletmiş, aradan kendine düşen payı almıştı. Yakalandılar. Yakalandıklarında ortalık birbirine girdi. Herkes birbirine bu işin nasıl olduğunu soruyordu. Şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmuştuk.
Yani şunu biliyorduk. Türkiye hiçbir zaman dört dörtlük bir ülke olmamıştı. Her zaman az buçuk otoriter, yolsuz, hukuksuz bir yerdi. Ama bu kadar kör gözüne parmak şeklinde bir yolsuzluk hiç olmamıştı. Rakamlar kadar deliller de korkunçtu. Bakanların evlerinden ayakkabı kutuları içine istiflenmiş rüşvet paraları, bu inanılmaz meblağları sayabilmek için ikişer üçer para sayma makineleri falan çıkmıştı. Biz bunları haberlerde izlemiş, gazetelerde boy boy okumuş, hatta sümenaltı etmesinler, zabıtlara girsin diyerek TBMM kürsüsünden internete düşen tapeleri okuyan ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun sesinden her şeyi dinlemiştik. Türkiye’de liderler hiçbir zaman tam demokrat olamadılar, ama hiçbiri Erdoğan gibi yabancı memleketlerden üç kuruş alabilmek için ülkesinin onurunu, prestijini, izzetini satmadı. Birçok konuda eleştirebileceğiniz liderler, ülkelerine ihanet etmediler, şahsi menfaatlerini ülkelerinin menfaatlerinin karşısına koyup, ihaneti seçmediler. İran’ın “bahşişe” bağladığı Erdoğan ve çetesi, bir ilkti. Tüm bunlar herkesin gözleri önünde ortalığa saçıldı, ifşa oldu. Ses kayıtlarını, video kayıtlarını, fotoğrafları, itirafnameleri, tutanakları, mahkeme kayıtlarını, hatta ABD mahkemelerinde Zarrab’ın itiraflarını gördünüz, duydunuz, dinlediniz ve okudunuz.
Bu, asrın yolsuzluk dosyasıydı. Karşımızda olan inanılmaz bir şeydi. Cumhuriyet, içeriden ihanete uğramıştı. Bu olayın tüm Türkiye’yi birleştirmesi gerekirdi. Fakat ne oldu? En az o yolsuzluk skandalı kadar beklenmedik bir şey: Erdoğan ve ekibi, Avrasyacı derin devletle anlaşarak yargısal ve kriminal sürece müdahale ettiler, süreci önce akamete uğrattılar, sonrasında da dosyayı kapatıp sümenaltı ettiler. Bu yolsuzluk skandalının bir “sivil darbe kalkışması” olduğunu öne sürdüler. Soruşturmada rol almış emniyet personelini ve savcıları önce görevden aldılar, sonra sürgüne gönderdiler. Ardından memuriyetlerini yaktılar, derken hapse tıktılar. O güne kadar hesap sorma modunda olan CHP ve MHP bir anda bu işle uğraşmayı bıraktı. Erdoğan’ın ve çetesinin “sivil darbe” tezini kabullendi. Hatta MHP daha da ileri giderek Erdoğan ve AKP ile ittifak kurdu, onlara altın tepside Türkiye’de rejim değişikliğini sundu.
Ben MHP’nin siyasi rant hevesini de, CHP’nin derin devletten dolayı başını öteki tarafa çevirmesini de anlayabilirim. İç siyasi hesaplar gözetilerek yapılan bu düşük etik davranışlar, siyasi strateji argümanı perspektifinden rasyonelce anlaşılabilir. Mide bulandırıcıdır ve ilkesizcedir, ama eşine benzerine rastlanmamış türden bir manevra değildir. Onu demek istiyorum. Yoksa elbette bu tutumun da ahlaken eleştirilecek çok yönü var.
Bu makaledeki mesele başka ama!
Ben, bu yolsuzluğun, kendisini Müslüman-muhafazakâr olarak tanımlayan AKP (ve kısmen de MHP) tabanı tarafından nasıl “satın alındığını” veya kabullendiğini merak ediyorum. Suçüstü yapılmış, zimmetine para geçirmiş, üçüncü bir ülkenin ajanlarından “bahşiş” veya “rüşvet” almış, baştan aşağı suça batmış bir parti ve lideri, nasıl oldu da bu kitle tarafından kabul edilebildi? Bir yolsuzun ve çetesinin etrafında kenetli kalmaya devam etme tutumunu nasıl izah edeceğiz? Bu tutum ahlakla nasıl bağdaşır? Bu kitlenin kendilerine “haram yemez” diyerek lider bellediği bir siyasetçi ve “Müslüman parti” diye baktığı AKP, bahsedilen duruma düşünce, bu “Müslüman ve muhafazakâr” taban, bu durumu nasıl oldu da kabullenebildi? Bu işin meşruiyet mekanizması nasıl çalışıyor?
Kolayına kaçıp “yukarıdan aşağıya paylaşım ve çıkar birlikteliği” modeli, bence bu olayı tümüyle açıklamaya yeterli değil. Çünkü her ne kadar AKP’nin kaymak tabakası olarak görülebilecek bir yüzde onluk ya da on beşlik kesim, belki bu gruba tasnif edilebilir. Ama geniş kitleler oldukça yoksullar ve doğrudan bu bahşiş hiyerarşisiyle ya da başka akçalı konularla maddi bir bağlantıları yok.
Ayını soruları bu olaydan on yıl sonra, hâlihazırda seçimlere üç beş gün kala da sormak gerekmez mi? Yahu, karşımızda alenen milyar dolarlık vurgun yapan bir şahıs var. Bu para bildiğiniz ihaleden devletin hazinesine gitmesi gereken paradır. Çaldığı para sizin-benim paramız yani. Haydi, 2013’te para İran’ın parasıydı, hazineden çıkan bir para yoktu, teknik olarak bunun adı hırsızlık değildi falan gibi (alçakça ve adice) meşruiyet açıklamaları ve fetvaları duyduk. Ama insaf, bugün ifşa edilmiş olan durum açık hırsızlık! Hırsızlığı görmezden gelmek! Bu nasıl oluyor? AKP’ye ve Erdoğan’a oy veren Müslüman-muhafazakâr insanların elleri nasıl varacak da bu adama ve partisine oy verecekler? Gördüğümüz kadarıyla aynı 17/25 Aralık 2013’te olduğu gibi, tabanları bu durumu olağan kabul ediyor ve hiç yokmuş gibi günlük hayatlarına devam ediyorlar. Hani hırsızlık dininize göre suçtu? Hani haramdı? Hani nerede o her daim sizin için çok önemli olduğunu iddia ettiğiniz ahlaki standartlarınız?
Buna mukabil, yine kendisini Müslüman-muhafazakâr olarak tanımlayan bir kitle de, seküler bir Alevi olan Kemal Kılıçdaroğlu’na güveniyor. Tabi, ben bu insanları gayet iyi anlıyor ve tutumlarını da oldukça rasyonel buluyorum. Bana ne, adayın dininden veya inancından? Bana ne ibadetinden, namazından, orucundan? Beni ilgilendiren adamın dürüst olup olmadığı! İş ahlakta düğümleniyor. Ahlaki ölçütler çerçevesinde hareket eden insanlar, siyasette olmazsa olmazdır. Kümese tilkiyi bekçi yaparsanız, sonra tavukların başına gelene şaşmayacaksınız. Fıkrası da var: Kümese bekçi aranıyormuş. Tilki başvurmuş, mülakata çağırmışlar. Mülakatta sormuşlar: “Ne kadar maaş istiyorsun?” Tilki: “Gülmekten konuşamıyorum, ne kadar verirseniz verin, fark etmez!”
İslami kesim ahlakla bağlarını mı yitirdi? Yoksa ahlak anlayışları mı farklı? Bu ikinci soru retorik. Elbette ahlak anlayışları farklı değildir. Ama o halde şunu sormalı: Bu hırsızı ve hırsızlığını nasıl sineye çekiyorlar? Nasıl görmezden geliyorlar? Nasıl meşrulaştırıyorlar? Nasıl hiç yokmuş gibi yapabiliyorlar?
Bu sorulara yanıt aramamız, bu soruları sormamız, varsa çevremizdeki Müslüman-muhafazakâr kimlikli insanları bu sorularla muhatap etmemiz gayet önemli diye düşünüyorum. Ahlaki boşluğuna karşın Erdoğan’da ısrarcı olmaları neyle ve nasıl açıklanabilir? Erdoğan’ın tüm bu handikaplarına karşın hala %40-45 bandında oy alıyor oluşu ve hala AKP’nin CHP’den önde olması nasıl izah edilebilir?
Ahlaksızlığın meşrulaştırılma dinamikleriyle siyasi tercihler – ve dolayısıyla seçimin kaderi – arasında çok önemli bir bağ var. Karşımızdaki hırsızlar çetesini bir anomali olarak görüp geçmek olasıdır. Ama bu çeteye hala oy veren geniş kitleleri ve oy verme davranışlarındaki anomaliyi görmezden gelmek zordur.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***