Uluslar kapitalizmin şafağında doğarlar.
Marx
Tarihte ve toplumda, doğa yasalarına benzer genel geçerliliğe sahip bir yasalılıktan söz edilebilir mi?
1. G. Herder[1] ve Alman tarih okuluyla başlayan ve günümüze dek süregelen bir tartışmayı yukardaki soruyla özetlemek mümkün. Bir yasalılığın gereği midir, tam kestiremesek bile, tarihte bazı dönemlerde birbirini izleyen benzer olay ve olgularla karşılaştığımız söylenebilir çünkü.
Avrupa’da din savaşları ya da Otuz Yıl Savaşları sonucu Münster, Osnabrück gibi sözleşmelerle ete kemiğe bürünen 1648 Westphalia Barış Süreci, ulus devletlerin temellerinin atıldığı bir dönem olarak anılır. Siyasi diplomatik ifadesini anılan anlaşmayla bulan ve feodalizmin tasfiyesinin başlangıcını ifade eden bu süreç, devamıyla ulusal sınırlar içinde burjuva hukuku temelinde yeni devlet biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açıyordu.
Yine Avrupa’da 1688 İngiliz devrimiyle başlayan sürecin 1789 Fransa ve 1807 Prusya devrimleri üzerinden nihayet 1848’de tüm Avrupa’yı dalgalar halinde sarması, aynı zamanda ulus devletlerin ve meşruti parlamentoların kurulmasıyla sonuçlanıyordu.
Ülke sınırlarını para, meta ve emek dolaşımı tarafından belirlendiği bu aşamada siyasi egemenliğini pekiştiren burjuvazi, çoğul kültürlü (multi-kulturell) ve çok etnisiteli feodal monarşileri yıkarak, ulusal pazar olarak anılan her bir coğrafyada, ulus devletleri hayata geçiriyordu.
Ulusal pazarın sunduğu maddi altyapı üzerinde eğitimin, bürokrasinin ve kültür birliğinin, dolayısıyla toplumsal birliğin ifadesini bulacağı merkezi bir dil, bir daha din savaşlarına yol açmayacak seviyeye kadar indirgenmiş “mono-seküler” bir ortam ve gelecek ufkunu içeren eşit yurttaşlık ülküsü etrafında toplumların yeniden düzenlenmesi, dönemin ruhunu ifade ediyordu.
Burada kısaca çözümlenmeye çalışılan ve ulus formatında birliğin pekiştirilmesi için gerekli olan tinsel veri, milliyetçilik olarak adlandırılan bir idebilim (ideoloji) tarafından temsil ediliyordu.
Milliyetçilik; Avrupa’da çok etnisiteli monarşilerin ertesinde, burjuvazi önderliğinde gelişen kapitalist ekonomik yaşantı birlikteliğinin oluşturduğu pazarlarla sınırlı, yerel coğrafyalar üzerinde kurulan, yeni toplumsal yapıların siyasi ve ideolojik programı olarak anlaşılabilir.
Emperyalizm – kapitalizmin üst aşaması
Yeni bir toplumsal düzeni, tarihte ileri bir aşama olarak değerlendirmek ya da bir toplum yapısından bir başka toplum yapısına geçişi tarihte ilerleme fikrinin kanıtı olarak ele almak ayrı bir tartışma konusunu oluşturuyor. Burada tarihte gerçekleşmiş bir dönemin olguları üzerinden, günümüzde karşımıza çıkan kimi olgu ve iddiaları anlamaya çalışıyoruz.
Dilimize kentsoylu şeklinde çevrilen burjuva (Bourgeoisie / Bürger) kelimesi sur (Burg) içinde yaşayan şehirli kimliği ifade ediyordu. Şehirli olmak ise artık toprağa bağlı kölelik sisteminin dışına çıkmış, dini ve feodal otoriteden bağımsız, yasa önünde eşit hak ve yükümlülüklere sahip birey yani yurttaş anlamına geliyor. Dolayısıyla burjuva dünya görüşünün verisi olarak ulus tipi toplum, yurttaş denilen bağımsız bireylerden oluşan ve yurttaşların bir sözleşme ve hukukun üstünlüğü uyarınca tesis ettikleri çatı altında, özgür iradeleriyle yer almalarını öngörüyordu.
1871-1900 yıllarına dek süren kapitalizmin serbest rekabetçi / liberal dönem, Avrupa’da özgür yurttaşların oluşturduğu görece özgür toplumlar dönemi şeklinde tanımlanabilir. Ancak sermaye ve emtia dolanımının ulusal pazarların sınırlarına dayanması, yanı sıra sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimiyle birlikte kapitalizm, liberal / özgürlükçü döneminin de sonuna geliyor ve 1900’lerden itibaren tekelci aşamaya sıçrıyordu. Bu aşamadan yaklaşık otuz sene sonra burjuvazi, yeni bir ideoloji olarak faşizmi geliştirecek ve onun dayanaklarından birisini oluşturan ırkçılık gibi uygulamalarla orta Avrupa’da boy göstermeye başlayacaktı. Kapitalizmin tekelci aşamaya sıçraması, aynı zamanda sermaye ihracına dayalı yeni tip sömürgeciliğin ya da bir başka deyişle kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalizmin ortaya çıkışını ifade ediyordu.
Milliyetçilik ve diğerleri
Buraya değin, orta Avrupa tarihi özelinde yukarıda özetlenen olgu ve olaylar kapsamında milliyetçilik fikrini anlamaya çalışıyoruz. Ancak özetlenen süreçte, devamıyla ortaya çıkan faşizm ve ırkçılık gibi kavram ve uygulamaların, gerek kendi aralarında gerekse milliyetçilikle bağıntısı olmasına rağmen, her birinin farklı içerikleri dolayısıyla birbirlerinin yerine kullanılamayacağını belirtmek gerekiyor.
Bu kavramları biraz daha açacak olursak: milliyetçilik, çoğul etnisiteli monarşilerin dağılmasıyla ortaya çıkan ve kendi sınırlarını belirleyen bir pazarın, içinde ve çevresinde yaşayan toplulukların birliğini ifade ediyor. (Tarihi ve toplumsal süreçlerde geri dönüşler mümkün müdür ve nasıl? Bunu ayrıca tartışmak gerekir.) Öyleyse günümüzde yeniden monarşiye dönüşü amaçlayan herhangi bir siyasi eğilimin, öncelikle milliyetçilik fikrinden vaz geçmesi gerekiyor.
Faşizm’e gelince: Komintern’in[2] 7. Kongresi’nde kabul gören Georgi Dimitrov’un[3] değerlendirmesi uyarınca, sermayenin en gerici, en şöven, en saldırgan kesiminin açık terörcü diktatörlüğü şeklinde, bir devlet biçimi olarak tanımlanmakla birlikte, Troçki, bu tanımı genişleterek faşizmi, bütün mülk sahibi sınıfların ideolojisi şeklinde ele alıyordu.
Dar anlamıyla ırkçılık olarak dilimize çevirilen Napolyon zamanından kalma şövenizme geldiğimizde ise, bu kavram başta kendi ırkı olmak üzere, herhangi bir topluluğu benzerlerinden üstün görme savını içermesiyle, kapitalizmin 20. yüzyıldaki siyasi süreçlerini temsil eden alt unsurlardan birisi olarak anlaşılabilir.
Tüm bunlardan sonra kapitalizm çağına özgü kavramlar olarak milliyetçilik, faşizm ve ırkçılık, kapitalizm öncesi bir devlet biçimine, örneğin monarşiye dönüş amaçlandığında nasıl bir işlev üstlenirler?
Bir neo-monarşi ihtimali
Günümüzde, önüne “neo-” (yeni) takısı getirmek suretiyle çoğul kültürlü (multi-kulturell) ve çoğul etnisiteli bir imparatorluğu canlandırmak sadece naif bir fantezi olarak anlaşılması gerekirken, bunun Türkiye örneği üzerinden gerek Batı’da gerekse yerelde tartışıldığını görmek pek hayıra alamet olmasa gerek. Neo-Habsburgçuluk, neo-Prusyacılık, neo-Romacılık gibi günümüzde ancak folklorik çağrışımlar yapan ifadeler ne denli yadırgatıcı ise neo-Osmanlıcılık da o denli yadırgatıcı olsa gerek. Fakat diyelim ki, burada tarihi örneğin bir tekrarı değil, bölgesel veya küresel bir güç olmak kast ediyor. O halde, kapitalizm çağında, bir imparatorluk kurmak için sermaye ve üretim birikiminizin kendi ihtiyacınızdan fazla vermesi ve bunların dış pazarlara satılması zorunluluğu, imparatorluğun (emperyalizmin) ilk koşulu olarak kendini dayatacaktır.
Hangi fazla sermayenizi nereye ihraç edeceksiniz?
Hangi katma değeri yüksek ve fazla ürününüzü nereye ihraç edeceksiniz ve bu çarkı çevirebilmek için nerelerin ham madde ve enerji kaynaklarını elinize geçirmeniz gerekiyor?
Dünya pazarlarının 1900’lerden itibaren tekelci sermaye tarafından iki dünya savaşı pahasına paylaşılması sonrasında, yeni bir aktörün kendi iç dinamiğiyle kendisine pazar açabilecek güç ve birikimi sağladığı bir örneğe Çin dışında rastlayabiliyor muyuz?
Kaldı ki, Çin veya G. Kore sermayesinin ve ihraç ürünlerini oluşturan kalemlere ilişkin “know how”[4] kapasitesinin, yine küresel tekellerin denetimi dışında olup olmadığı ayrıca araştırılması gereken bir konudur.
1900’lerden günümüze sermayelerini sürekli merkezileştiren ve yoğunlaştıran küresel tekellerin, yağma ve av sahası olan herhangi bir coğrafyadan, kapitalist zincirin içinde kalmak suretiyle imparatorluk çıkartmak olası mıdır? Buradan ancak antikapitalist-kolektivist bir ulus devlet olarak sıyrılıp çıkmaktan başka bir öneri gerçekçi görünmüyor. Öyleyse, geleneksel tanımla sömürge ve yarı sömürge konumundaki ülkelerde milliyetçilik, imparatorluk hayalleri, ırkçılık ve benzeri eğilimleri nasıl yorumlamak gerekir?
Kötülük çiçekleri
Kendi iç dinamikleriyle semaye birikimini ve sanayileşmesini sağlayan Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelerde faşizm, 30’lu yıllardan başlayarak kitle tabanını aşağıdan yukarıya doğru inşa ederek son kertede devleti ele geçirmişti. Savaştan yenik çıkmalarına rağmen bu ülkeler, vaktiyle sermaye birikimlerini ve sanayileşmelerini tamamlamış olmaları dolayısıyla, ara emperyalist ülkeler olarak varlıklarını günümüze değin sürdüregeliyorlar. Yani ara egemen-emperyal konumdaki ülkelerde faşizm ve ırkçılığın – sömürge ve yarı sömürgelerin tersine – kendileri dışından bir başka güç tarafından yukarıdan aşağıya tesis edilmesi söz konusu değil. Anılan ülkelerde bugün başta yabancı düşmanlığı olmak üzere tüm “reaksiyoner” hareketler, aşağıdan yukarıya tırmanan bir istikamet izliyorlar. Oysa özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze, birçok Latin Amerika – Asya ülkelerinde ve ülkemizde, bu yazıya konu olan “kötülük çiçeklerinin” darbeler ve işbirlikçi yerel yapılar aracılığıyla yukardan aşağıya inşa edildiğine tanık oluyoruz.
Kendi iç dinamikleriyle sermaye birikimini ve sanayileşmesini gerçekleştiremediği için dışardan sermaye kiralayarak iç pazarını ayakta tutmaya çalışan ülkelerde, parayı kiraya verenlerin egemenlik kurması, sürecin doğal sonucudur. Küresel sermayenin, girdiği ülkenin iç pazarını kendisine rakip olacak şekilde kalkındıracağını varsayamayacağımız gibi, bu ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının da küresel sermaye tarafından yağmalanması, yerel tarımın, yerel iletişim ve ulaşım imkânlarının denetime alınması, yine sürecin kaçınılmaz sonuçları arasında yer alıyor.
Tüm bu verilerin ışığında sömürge ve yarı sömürge kategorisinde yer alan ülkelerdeki milliyetçilik, ırkçılık, imparatorluk hayalleri ve ideolojiye dönüştürülmüş dinin, giderek sivrilen toplumsal piramitte sosyal sınıflar arasında açılan uçurumu yönlendirmek ve statükonun devamını sağlamaktan başka ne gibi bir işlevi olabilir? Ya da üçüncü dünyanın herhangi bir yöresinde neo-imparatorluk fikri, niçin öncelikle İngiliz basınında propaganda edilir, ona bakmak lazım.
[1] Johann Gottfried von Herder: Alman filozof, dinbilimci, şair ve edebiyatçı… Alman romantizmi ve Sturm und Drang (Fırtına ve Coşku) dönemininde dil felsefesi ve tarih felsefesi alanlarında verdiği eserlerle bilinir ve ekolün kurucularından kabul edilir.
[2] Komünist Enternasyonal ya da Üçüncü Enternasyonal olarak da bilinir. 1919 Mart’ında, savaş komünizmi döneminin (1918-1921) ortasında, Vladimir Lenin ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarafından kurulan, “silahlı kuvvetler de dahil, tüm araçlarla uluslararası burjuvaziyi yıkmak ve devletin tamamen yok oluşu için bir geçiş aşaması demek olan Uluslararası Sovyet Cumhuriyeti’ni yaratmak için” mücadele etme amacı güden uluslararası bir komünist örgüt.
[3] Georgi Dimitrov Mihaylov veya bilinen adıyla Georgi Mihayloviç Dimitrov, Bulgaristan’da sosyalist yönetimin kurucusu ve ilk başbakanı olan Bulgar siyasetçi…
[4] Know-how, bir üründen, bir yöntemden en verimli şekilde veya en kolay biçimde yararlanmayı sağlayan ticari sır veya meslek sırrı anlamına gelir. Yani bir işin nasıl yapılacağı konusundaki püf noktaların, şirketlerin sözleşmeleri doğrultusunda belli bir bedel veya anlaşma karşılığında kullandırılmasıdır.
BERKE KAYA
16 Nisan 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***