Son dönem İran sinemasının dikkat çeken yapımlarından biri, 2022’de vizyona giren Baradaran-e Leila (Leyla’nın Kardeşleri) oldu. Yönetmenliğini Saeed Roustayi’nin yaptığı film Türkiye’de de ilgi odağı haline geldi. Bu ilginin belki de en önemli sebeplerinden biri, filmin İran’da sansüre uğramasına da yol açan konusu. Film, ekonomik bunalım ve paranın değer kaybı anlamında Türkiye’nin de benzer süreçlerden geçtiği İran’da yoksul bir ailenin hikâyesine odaklanıyor. Fakat filmi asıl Leyla ve ailesinin öyküsünün ekonomik, politik ve psikolojik yönleriyle harmanlanıp anlatılması ilginç kılıyor.
Baradaran-e Leila, sinemanın düşünme biçimlerinden ve temsillerinden biri olduğunu gösteren iyi bir örnek. Leyla yoksul bir ailenin, bu yoksulluğa karşı mücadele eden bir üyesi. Erkek kardeşleri, ülkedeki ekonomik felaketi gösteren bir temsil olarak işsiz. Film, Leyla’nın kardeşlerine bir iş kurmak için verdiği çabayı anlatıyor. Bunun için önündeki tek seçenek, babasının hayatı boyunca elde ettiği tüm sermayesi olan altınlarını kullanmak. Fakat baba bu parayı, hayatı boyunca görmediği saygınlığı elde etme fırsatı olarak görüyor. Kendisi bir aşirete mensup ve ölen aşiret reisinin yerini alabilmesinin yolu, aşiret düğününde en pahalı takıyı sunabilmekten geçiyor. Nihayetinde film, yoksulluğun geleneksel bir ailede ürettiği şu iki arıza arasındaki çelişkili mücadeleyi esas alıyor: statü ve refah eksikliği.
Baba, yoksulluktan dolayı geleneksel toplumda aile reisi olarak konumlanan erkeğin toplumsal saygınlığına hiç erişememiş. Ekonomik refaha kavuşabileceğine dair bir ümidi kalmadığı için en azından hayatının sonunda saygınlık elde edebilme arzusu duyuyor. Leyla ise kendisinin ve kardeşlerinin geleceğini müreffeh bir hayata açmanın mücadelesiyle meşgul. Erkek kardeşlere gelince, bu baba-kız mücadelesinde arada kalmış bir görüntü çiziyorlar. Bir yandan babalarının saygınlık arzusunu diğer yandan Leyla’nın iş kurup sefaletten kurtulma isteğini makul buluyorlar. Fakat yoksulluk onlara sadece birini gerçekleştirme imkânı sunabilir. Nitekim filmin ilerleyen bölümünde, erkek kardeşlerin arada kalmışlığı ile ülkenin ekonomik istikrarsızlığının sebep olduğu altın kurundaki ani değişimler, içinden çıkılmaz bir olay zinciri başlatıyor. Yoksulluğun onları hayat boyu sürüklediği ‘başarısızlık’ duygusu ve alışkanlığı erkek kardeşlerin sürekli değişken kararlar almalarına yol açarken, ülkedeki ekonomik dalgalanma bu değişken davranışları affetmeyecek bir seyir izliyor ve hatalar silsilesi birbirini kovalıyor. Bu noktada erkek kardeşlerden biri olan Ali Rıza’nın Leyla’ya söylediği sözler, kardeşlerin psikolojisini gösteriyor: ‘’Buna inanmayabilirsin ama güzel şeylerin olmasından bile korkuyorum. Her şey yolunda giderken kötü bir şey olacak diye korkuyorum.’’
Okurun filmi izleme motivasyonunu kırmamak adına olayların akışına dair bilgi vermeyi burada durdurmam gerekir. Fakat buraya kadar anlattıklarım filmin ekonomi, politika ve psikoloji arasında incelikli bir ilişki kurduğunu göstermeye yeter. Film de zaten bizi bunun üzerinde düşünmeye sevk ediyor; film bize, ‘’kendisini gerçekleştiren kehanet’’lerin nasıl bir psikolojik zemin üzerinde yükseldiğini gösteriyor. İnsanın sürekli alışık olduğu duyguya dönmek istemesi, yalnızca olumlu duygulara özgü değil. Sürekli başarısızlık ve mutsuzluk duygusunu taşımış birisi de bildiği, alıştığı o duyguya dönebilmek istiyor. Çünkü yabancısı olduğumuz durumların bize vereceği tek duygu, kaygıdır. Bu yüzden Leyla’nın erkek kardeşlerinden biri olan Ali Rıza’nın dediği gibi, güzel şeylerin olması bile insanı bazen korkutabiliyor. Zihin bu korku ve kaygıdan kurtulmak için ironik biçimde bizi hatalı davranışlara yönlendiriyor. Nihayetinde insan, başarısızlık ve mutsuzluk döngüsüne hapsoluyor.
Öte yandan filmde anlatılan hikâye, temelde bütünüyle politik-ekonomik bir alt yapıya sahip. Yani kardeşlerin sürüklendiği bu psikolojik ve davranışsal bozukluklar, temelde yoksulluğa ve ülkedeki ekonomik istikrarsızlığa dayanıyor. Dolayısıyla psikolojik sorunlarının aşılabilmesi de ekonomik koşullarının düzeltilmesiyle mümkün görünüyor.
Sonuçta filmin temel mesajının şu olduğu anlaşılıyor: Psikolojik problemlerimiz yalnızca pedagojiye ve terapiye dayalı yöntemlerle tedavi edilemez; bunu da içeren politik-ekonomik çözümleri gerektirir. Yani evet, psikoloji de politiktir.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***