Osman ÇAKLI
Artı Gerçek – Resmi rakamlara göre 50 binden fazla insanın öldüğü Maraş depremlerinin üzerinden tam iki ay geçti. Geçen sürede acıların yanı sıra, eksikliklere, polemiklere, siyasi atışmalara şahit olduk. Geçen zamanla birlikte, depremin en sıcak günlerindeki kaos ve acı yavaş yavaş haber bültenlerinde de depremi yaşamayanların hafızalarında da bulanıklaştı. O gün sıcak haber değerindeki tanıklıklarımız bugün artık belge niteliğinde.
Televizyonların son dakika yayınlarıyla öğrendiğimiz “Maraş’ta deprem” haberleri o an için pek çok insanda kaygıya neden olmasıyla birlikte şiddetine dair bir fikir vermemişti.
‘DEPREMİN ŞİDDETİNE DAİR FİKRİMİZ BÖLGEYE GİDİNCE NETLEŞTİ’
Depremin büyüklüğünün uyandırdığı ürkütücülük ile yüzleşmek için ilk durağımız Antakya’ydı. Sonrasında ise sırasıyla Maraş’ın Nurhak, Pazarcık ve merkez ilçesi, ardından Antep’in Nurdağı ilçesine gittik.
İLK DURAK ANTAKYA
Antakya otogarındayız. Tıka basa dolu olan otogar, mahşer alanı gibi hiçbir şey nizami değil. Kaygıya eşlik eden panikle birlikte güvenli alanlara gitmek isteyen insanlar otobüs bekliyor. Fakat nafile, ne yeterli otobüs var ne de akan bir trafik. Dışarıdan gelenler ne ile karşılaşacağının farkında olmadan şoke oluyor. Bombalanmış bir savaş alanı izlenimi uyandıran Hatay, deprem sonrası bölgeye gelenleri büyük bir şaşırtıcılıkla karşılıyor. Kucağında bir bebek ile elini tuttuğu bir çocuk ve yanlarında diğer kardeşlerine göre daha büyük olan Suriyeli bir çocuğun kafasındaki yaranın hala açık olduğu dikkat çekiyor. Saatlerdir bir şey yememiş olacaklar ki mahcup bir ifadeyle çocuklarına verilen sütü hemen kabul ediyor. Otogarda ağlayanlar, sessizce yere baka kalanların olduğu otogardan ayrılıp kent içerisinde ilerliyoruz. “Daha ne olmuş olabilir” diye düşünürken, güneş enkazların arkasında kaybolup hava kararmaya yüz tutunca afetzedeler yalnızlıklarıyla baş başa kalıyor.
KIRMIZI MAVİ IŞIKLARIN AYDINLATTIĞI SOKAKLAR
Taş üstünde taş kalmayan Antakya ara sokaklarında ambulans, itfaiye ve bilumum siren sesli minibüslerin sesi bir an olsun susmuyor. Ana yollardaki trafik ulaşımı durma noktasına getirmiş, insanları gibi ulaşım da sıkışmış durumda, çünkü alternatif güzergahlar yıkılmış ya da yıkılması an meselesi olan binalarla dolu. Elektrik ve suyun olmadığı kent genelinde bütün alt yapı şebekeleri kullanılamaz vaziyette. Gözün gözü görmediği sokaklardaki tek ışık siren lambalarından yansıyan kırmızı ve mavi tonları. Peki nereye kadar?
Ara sokakların ıssızlığına eşlik eden sessizlik, terk edilmişlik hissi uyandırsa da durum hiç öyle değil. Enkazların altında insanlar, üstünde ise onları bekleyen yakınları. Kimi enkazlarda ise kimsecikler yok. Korkunun kapladığı sokaklarda yürümeye devam ediyoruz. Gerçeğin bu biçimi, insani olan bütün duyguları zorlayıp yıpratan cinsten. Enkazdan çıkarılmış ve bir kaldırıma bırakılmış cenazenin yanından geçerken yerde yatanın bir insan olabileceği hiç akla gelmiyor.
PEYNİR TENEKESİNDE YANAN ATEŞ
Çökmüş binaların ya önünde ya da karşısında bir peynir tenekesinin içinde tutuşturulmuş birkaç odun parçasıyla yakılan ateşin başında oturan insanlar görünüyor, uzaktan! İnsanlar yaktıkları ateşle ısınıyor olsa da bu bizim gibilere pusula oluyor. Yaklaştıkça insanlar netleşiyor, yabancı görünce, buyur ediyorlar. Gece ayazında kendilerinin dahi ısınamadığı ateşte ısınmamız için davetkar davranarak misafirperverliklerini gösteriyorlar. Dört kardeş, kucaklarında küçük bir bebekle oturuyor. Karşısında yan yatmış bir binayı işaret ederek, kısık ve solgun bir ses tonuyla “yakınlarımız orada, enkazın altındalar” diyor. Depremi duyar duymaz, Antakya’nın yolunu tuttuklarını anlatıyorlar. Duyguları oldukça yoğun, öfke en baskını. Hatta öfke öylesine baskın geliyor ki hüzne yer kalmıyor.
Depremin üzerinden 48 saat geçmiş, yollar tırlarla dolu, ne bir koordine, ne bir yemek ne de bir su, hiçbir şey yok. Depremzedeler için zaman, saniyelerin saatler, saatlerin günlere dönüştüğü biçimiyle işliyor. Kelimeler tıkanıyor, çok şey anlatmak isteyip en fazla bir iki cümle kurabiliyorlar. Çocukluğun, gençliğin geçtiği, ailelerin kurulduğu, komşuluk ilişkisinin geliştirildiği sokaklar bütünüyle başlarına ‘yıkılmış.’ Kimisi derdini anlatmak, hesap sormak isterken kimisi sessiz kalmayı yeğliyor.
Günler geçtikte iş makinelerinin sayısı artıyor. Fakat bu her enkaz için geçerli değil. Sokaklara tam bir hengame hakim. Hayatta kalanların artık ölenleri şanslı gördüğü duygu hali yer etmeye başlıyor. Her şeyini kaybetmiş olanlar, çaresiz kabullenişleriyle artık cenazelerini alıp defnetmek için beklemeye koyuluyor. Depremin üzerinden bir hafta geçmiş olsa da organize bir arama kurtarmadan söz etmek mümkün değil.
‘NURHAK SANA GÜNEŞ DOĞMAZ’
Hatay’dan sonra Maraş’ın Nurhak ilçesindeyiz. 12 bin nüfuslu bu küçük ilçede depremin on birinci günü olması nedeniyle daha normal bir tablo ile karşılaşmayı beklerken kardan yolları kapanmış yardımların aksadığı, insanların yalnızlıklarından bir şeylerinin kalmadığını görmek, sorunların devam ettiğinin göstergesi olmuştu. Kullar Köyü’nde hayvancılıkla geçinenlerin deprem dışında başkaca sorunları da vardı. Ceplerinde parası olmadığı ve köyleri yıkıldığı için başka şehirden gelen tüccarlara 50 bin liralık hayvanı 8 bin liraya satmak zorunda kalmışlar. Kulakları, parmak uçlarını, ayakları hissizleştiren soğuk karşısında insanlar çadırda kalıyordu. Deprem öylesine bir yıkıntıya neden olmuş ki sobalar devrilip insanları yakmış. Bu köyde cenazesine ulaşılamayan iki insan olduğu tahmin ediliyordu. Üstelik depremin ardından iletişim olmadığı ve yollar kapalı olduğu için insanlar kar yiyerek hayatta kalmış.
ARTIK SADECE ‘MOLOZ’
Yüksek dağların arasında kıvrılan yollardan geçerek Maraş merkeze ulaşıyoruz. Depremin on ikinci günü. Azerbaycan ve Trabzon caddelerinde artık yalnızca iş makineleri var. Enkaz altında cenaze olmadığı söylense de yaygın bir şüphe var. Devlet için Maraş’ın yıkılmış yerleri artık yalnızca moloz niteliği taşıyor. Dolayısıyla bir an evvel kent merkezinden kaldırılması gerekiyor! Sıcak yemek Maraş merkeze ulaşmış, yemek saatlerinde kuyruk kıvrımlı bir kalabalığa sahne oluyor. Bazı sokaklarda yahut sırtında yahut elinde çantasıyla nereye gittiği belli olmayan insanlar görünüyor.
‘BİR BAŞINA ÇOCUKLAR’
Dikkat çeken başka bir durum ise enkazların arasında güvenlikli olmayan yerlerde yanlarında kimse bulunmayan çocukların alelade dolaşıyor olması. “Yakınlardaki bir çadırda kalıyorlardır” diye düşünmek istiyor insan, bu sırada sokakta kayboluyor çocuklar. Afet bölgesinin genelinde yanında ebeveyni olmayan çocuklar görünüyor. O yerlerden bir diğeri ise Antep’in Nurdağı ilçesi. Yaklaşık 60 bin nüfuslu bu ilçede nüfusun yarısı gitmeyi tercih etmiş. Fakat pek çoğu uzak ya da güvenli yerlere gidememişler. Antep merkez ya da Maraş merkezdeki köylerine gidebilmişler. Konuştuğumuz bir depremzede 60 yaşlarında. Pazarcılık yapıyor. Kirada oturduğu evi yıkılınca çadır kentte geçmiş.
HAYATTA KALMANIN YÜKÜ
Son durağımız Antep’in Nurdağı ilçesi ama öncesinde Pazarcık’a ulaşıyoruz. Dışardan bakınca yıkım Hatay’a göre çok daha az gibi görünüyor. Herkes çadır kentlerin etrafında toplanmış. Kolluk güçlerinin OHAL’e dayanarak yarattığı korku, karşılık bulmuş olacak ki derdini anlatmaya gönüllü olan yok. Fısıltı düzeyinde, yaşadıklarını anlatıyor insanlar. OHAL’den dolayı başlarına bela alabileceklerini, kolluk güçlerinin gazetecilere konuştuklarını görmesi durumunda yardımların kesileceği hissine kapılıyorlar. Pazarcık’ta yerel idare tarafından alınan kararla yardım koordinasyon merkezlerine atanan kayyıma derinden bir karşı duruş var. Pazarcıklılar, HDP’nin kendilerine yardım etmek için burada olduklarını söylerken bunu oldukça samimi karşılıyorlar.
Nurdağı’ndan memleketi Maraş’a gitmek istiyor fakat, döneceği köyünde evi yok. Emeklilik de para da yok. “Herhalde olur bir şeyler” diyerek ne yapacağını kendi de bilmediğini ifade ediyor. Aynı durum Pazarcık için de geçerli, şehir bomboş. Gitmek isteyip gidemeyenler, kalma mecburiyeti hissedenlerin hayatta kalma kurgusu, şehirlerin yeniden yapılmasıyla doğacak istihdama yaslanıyor. Tek umut aslında mecburiyet. Akşam çökünce sokakta askerlerden başka kimse görünmüyor. Artık on üçüncü gündeyiz. Dönme vakti geldi. Fakat hala yeterli çadır, hijyenik tuvalet, su ya da elektrik afet bölgesine ulaşmış değil. Bütün olup bitenler karşısında görece depremden daha az etkilenmiş Adana’da ‘normal hayata’ karışınca beliren hissin sudan çıkmış balığa dönmek gibi olduğunu söyleyerek bitirelim.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***