YORUM | M. NEDİM HAZAR
İsterseniz bir önceki yazıda da bahsini ettiğimiz iki filme kaynaklık eden Stephen King’in Shining (Cinnet) (Türkçe ’ye Medyum – ne alakaysa- adıyla çevrilmişti) isimli kitabından bahsedelim.
7. madde çok enteresan: “Çalışmanızın bir filme uyarlanmasını istiyorsanız, yüksek çatışma içeren basit, görsel hikayeler yazın.”
75 yaşındaki yazmayı artık fason bir üretim işine döndüren Stephen King, işi o kadar ilerletmiş durumda ki, artık bir yöntem olarak sistemini öğretmektedir de…
Genç yaşta başladığı meslek hayatında (ilk kitabını 20’sinde bastı ama yazmaya çok önceden başlamıştı) 70’e yakın roman 200’den fazla hikâye yazdı.
Yılda neredeyse iki kitap ediyor bu.
Bu kadar bereketli eser üreten yazar çok azdır.
King, tarih boyunca eserleri en çok sinema ve televizyona uyarlanan yazar oldu.
Bu kadar popüler bir isim, bu kadar sıklıkla kitap yazınca doğal olarak, “sığ” eleştirisini sıklıkla aldı.
Bu sebeple neredeyse her 10 kitapta bir, bu söylenilenin aksini ispatlamak istercesine derinlikli eserlere de imza attı.
Pek çok eleştirmen, Stephen King’in yazma işini artık işportaya dönüştürdüğünü, hatta pek çok romanının sadece ana fikrini söyleyip, asistanlarına yazdırdığını, kendisinin sonradan düzeltme yaptığını filan da yazdılar.
Bu perspektifle bakıldığında The Shining, usta yazarın ustalık döneminin ilk eseri diyebiliriz.
Kitaba biraz daha yakından bakalım.
Jack Torrance hayatta bazı hatalar yapan, ruhunu ve bedenini alkole teslim etmiş, asabi bir adamdır. Son olarak ders verdiği okuldan da atılmıştır.
Jack’in çıldırmasının önündeki tek engel, biraz şapşal, biraz saf olan karısı Wendy ve oğlu Danny’dir. Jack bir yandan ayık kalmak için savaşırken, aldığı notlar (yazarlığa heveslidir çünkü) üzerinde çalışmak için zamanı olacağını ve alkole erişiminin mümkün olmayacağı ücra bir otelde kış bekçisi olarak çalışma teklifini kabul eder.
Overlook Oteli…
Ne yazık ki, tekinsiz bir mekân olan bu otelin kendi iblisleri vardır ve bundan Torrance ailesinin haberi yoktur.
The Shining, özü itibariyle fantastik bir roman, yani doğaüstü bir korku romanı.
1975’teki ‘Salem’s Lot’un ardından roman en çok satanlar arasına girdi ve eleştirmenler tarafından genellikle King’in en iyi eserlerinden biri olarak kabul edilmişti.
Roman, 1980’de Stanley Kubrick tarafından bir filme ve 1997’de bir TV mini dizisine uyarlandı. King ayrıca 2013’te The Shining’in devamı olan Doctor Sleep adlı hikâyeyi devam ettiren bir devam filmi kaleme aldı.
Filmlerden bağımsız ele alındığında Shining, bir klasik romandır.
Pek çok okuru etkilemiş ve milyonlarla satmıştır.
Ta ki, 1980 yılında Stanley Kubrick filmini çekene kadar.
Kubrick, King’in romanını bulunduğu yerden almış ve öylesine bir tepeye çıkarmıştır ki, kitabın yazarı sirk palyaçosu gibi anlamsız kalmıştır.
Yalnız, King cephesinde bu durum biraz farklı algılandı.
Ünlü yazar, yapılan övgü dolu yorumları ve yere göğe sığdırılmamayı bir türlü içine sindirilmedi.
Üstelik neredeyse her film eleştirmeni filmi kitabı yerin dibine soktuktan sonra yüceltiyordu!
Bundan dolayı olsa gerek King, Kubrick’in film uyarlamasını ve romanı yeniden okumasını ünlü olarak beğenmedi, Kubrick’in King’in orijinal hikâye anlatım planlarını nasıl değiştirdiğini dünkü yazıda anlatmaya çalıştım.
Her roman yazarın hayatından bir parça taşır. Stephen King, The Shining’in hikayesini Estes Park’taki Stanley Hotel’de kalırken keşfetti. Jack’in karakteri gibi, onun da bir içki sorunu vardı ve Stanley’deki sezon dışı dönem, psişik bir çocuk fikriyle birleşince harika bir hayalet hikayesine dönüşmüştü.
Aslında hikâyenin özgün bir tarafı da yoktu.
Öykü, Henry James’in The Turn of the Screw ve Shirley Jackson’ın The Haunting of Hill House vb. diğer hikayeleri gibi, daha çok hayaletlerin psikolojik etkileri veya varlarsa-yoklarsa hakkındaydı.
The Shining romanının iki dip koçanı…
The Shining kitabıyla (Kubrick’in) filmi arasındaki en bariz fark ve garabet, kitaptaki karakterlerin hayalet fikrini filmdekilerden biraz daha hızlı kabul etmeleriydi.
Aslında bunda Başta Jack Nicholson olmak üzere oyuncuların olağanüstü rol yeteneklerinin etkisinden söz edebiliriz.
Nicholson rolü öylesine içselleştirmişti ki, seyirci okurdan çok daha önce ikna oluyordu.
Kubrick’in filminde Jack, Wendy ve Danny, Overlook’un kötü ve tehlikeli olduğunu erkenden fark etmeye başlıyor ve akıl sağlıklarını koruma mücadelesine karşı hayaletlerin varlığına dair delil bulma çabasına girişiyorlar.
Filmdeki Wendy hem de Jack karakteri, Danny’nin yeteneklerinin farkında ve otelde göründüğünden daha fazlası olabileceğini fark ediyorlar, ancak final kafalarındaki gibi olmuyor elbette.
Stephen King’i en çok rahatsız eden şey de buydu; sinemanın roman karşısındaki gücü.
Dahası, perdedeki Cinnet’in en baba sahnelerinin neredeyse hiçbiri kitapta yoktu. Hatta tam tersine Kubrick daha açılış sekansından itibaren romana ve King’e çaka çaka bir film çekmişti sanki!
Söz gelimi insanın faniliği ve hakikati anlatan sırtı genç, yüzü çürümüş kadın muhtemelen filmi yapan en büyük metaforlardan biriydi ama romanda söz gelimi köpek-adamın daha büyük bir rolü vardı..
Bunun gibi pek çok örnek sayabiliriz: Öldürücü bir yangın söndürücü, kendi kendine çalışan bir asansör, rok tokmaklar ve kötü çiçek budanması filmin bir parçası değildi.
Mevzu Stephen King olunca ben sinemanın tarafındayım.
Hani bunu bilelim de…
Devam edelim; filmin en önemli ve muhteşem (final) sahnelerinin geçtiği labirent mesela.
Sadece bu önemli fark bile filmi kitaptan çok daha yüksek bir yere koymaya yeter sanırım.
Kaldı ki, sebep-sonuç ve hayatın olağan akışı hikayeyi öyle bir noktaya götürüyor ki, finalleri bile aynı değil film ile kitabın.
Ancak King, kaçın kurası?
Kubrick’in finali de onda bazı şimşekleri çaktırıyor ve oturup hemen filmin devam Dr. Sleep’i yazıyor.
Ancak, 17 yıl beklemesi gerekse de ne yapıp edip, kendi eserine daha çok yakın duran yeni bir uyarlama senaryoyu da bizzat kendisi yazıyor.
Şimdi 1977 yapımı yönetmenliğini Mick Garris’in yaptığı film-mini dizi kırması esere geçebiliriz.
Yönetmenine Garris diyoruz ama siz bakmayın. İşin arkasında yine Stephen King var, çünkü parayı bastıran da o.
Ya da şöyle bir geçiş cümlesi yazmalıyım:
Stanley Kubrick’in 1980 yapımı The Shining filmi, saygın yönetmenin en tanınmış filmlerinden biri olmasının yanı sıra, şimdiye kadar çekilmiş ve eleştirmenlerce en çok övülen korku/gerilim filmlerinden biridir.
Tam 127 kere tekrar çekimiyle, Jack Nicholson’ın paramparça bir kapıdan sırıtarak bakan yüzü, sinemadaki en çabuk tanınan sahnelerden biridir ve Nicholson’ın buradaki performansı, çok uzun bir kariyerin en iyi hatırlananlarındandır.
Ancak işin sinema kısmı bu kadar memnuniyet verici bir sonuca sahipken, yazı ve yazar kısmı pek öyle sayılmaz.
Öyle ki, The Shining romanının yazarı Stephen King, Nicholson’ın yalnızca baş karakter Jack Torrance’ı canlandırması hakkında değil, genel olarak film hakkında da tekil olarak olumsuz bir görüşe sahipti.
Filmin gösterime girmesi ve tepkilerden hemen sonra romanın kendi uyarlamasını yazmayı kendine görev edinmiş ve romanını getirmeye karar vermişti.
Hikayenin kendi versiyonu için beyaz perde olmasa da, en azından “fosfo-noktalı salak kutusu”, adına yeniden yapım için neredeyse hiçbir derinliği olmayan bir seri TV yönetmeni Mick Garris ile bir araya gelmişti.
Başroldeki Nicholson, filmin hemen hemen başından beri (tam olarak her zaman yaptığı gibi) zihinsel olarak dengesiz bir durumda sallanıyor gibi görünüyordu. Seyirci başroldeki oyuncunun delirmesine büyük ikna gücü neticesinde hiç şaşırmıyordu.
Danny’nin “hayali arkadaşı” Tony uzaktan bile aynı rolü oynamıyor ve King’in kitabındaki Overlook Hotel’de bulunan gerçek hayaletler topluluğu, tek bir ailenin hayaletleri haline geliyordu.
King, hikayesinin bu şekilde ele alınmasından duyduğu hayal kırıklığı onu bir hamle yapmaya zorunlu kılmıştı.
Can sıkıcı olan şey ise Garris’le (aynı zamanda TV mini dizisinin de yönetmeni olan) işbirliğiydi. Kubrick’e karşılık Garris orantısız bir çarpışma demekti.
Ancak 1997 yapımı The Shining’in King’in kitabına Kubrick’inkinden çok daha yakın olduğuna hiç şüphe yok ancak sıkıntı bu değildi.
Kubrick’in evreni ile Garris’in evreni arasında “eyne sera mine’lsüreyya”! fark vardı.
Garris versiyonunun romanla paylaşabileceği gerçek olay örgüsü olaylarındaki benzerlikler ne olursa olsun, yine de tamamen başka nedenlerle hikayeye Kubrick filminden ısrarla farklılaşmaya çabalayan bir çalışma oraya çıkmıştı.
King, genç yazar adaylarına ısrarla korku ile gerilim arasında ciddi farklar olduğunu anlatıyordu ama nedense Cinnet’in kendi versiyonunda bu faslı hiç önemsememişti.
En önemli fark ise “ince”liklerdi!
Otelin gerçekten perili olup olmadığından veya Jack ve oğlunun aşırı aktif hayal gücüne sahip olup olmadığından emin olmadan romanın dörtte üçünü okumak veya Kubrick filminin ilk iki saatini izlemek oldukça mümkündü. TV versiyonunda böyle bir belirsizlik mümkün değildi. Otele girdiğimiz andan itibaren, üç bölümlük dizinin tamamı boyunca titremeye veya kendi kendine hareket etmeye devam eden titreyen ışıklar ve kendiliğinden hareket eden kapılar vardı.
Özellikle balo salonu partisi sahnesi çok etkileyiciydi mesela.
Kitabın her iki versiyonda da az çok bozulmadan hayatta kalan birkaç bölümünden biri olan Kubrick’in filmi, Jack’in bu sözde boş otelde partiye gidenlerle dolu bir odaya girip konuşmaya ve alem yapmaya başlamasını sağlamıştı.
Buradaki yorumlar çok farklıydı.
Belki de bu olup bitenleri can sıkıntısını hafifletmenin bir yolu olarak hayal ediyor ya da belki de bu insanların gerçekten orada olduğuna gerçekten inanıyordu.
Ya da belki otel aslında perili ve gördüğü insanlar gerçekten veya belki de gerçekten bu insanların gerçekten orada olduğuna inanıyorlardı.
Ya da belki otel aslında perili ve gördüğü insanlar gerçekten veya belki de gerçekten bu insanların gerçekten orada olduğuna inanıyordu.
Ya da belki otel aslında perili ve gördüğü insanlar gerçekten oradalardı.
Nihayetinde cevap iki yönlüydü.
Son tahlilde otel hayaletlerle doluydu ve bu da Jack’in aklını kaçırmasına neden olmuştu!
İki Jack Torrance… İkincisi bahtsız olanı.
Garris’in versiyonu, neyin ne olduğunu söylemek konusunda hiçbir katmanlama içemediği gibi, bir TV dizisi bölümü sığlığındaydı.
TV mini dizisinin sarhoş beceriksizliğinin çoğunu doğaüstü yönler alanında yaparken, Kubrick filminde hayaletlerin görüldüğü birkaç örnek, onları gerçek doğalarına dair kısacık bakışlarla tamamen somut olarak tasvir ediyor ve “her şey onların kafasında” yorumuna gayet uygundu.
Garris filmindeki çok daha bol olan hayaletler, sanki stüdyonun heyecan verici yeni parçacık sistemi yazılımını haklı çıkarmaktan başka bir sebep yokmuş gibi, yarı saydam bir şekilde dolaşıyorlar ve sürekli nesneleri hareket ettiriyorlar ve ara sıra kum yağmurlarına dönüşüyorlardı.
Sinemada kural şudur: özel efektler gerçekten “özel” olmalı ve dikkat dağıtıcı veya rahatsız edici olmamalıdır. Danny’nin bir resmin yüzünü değiştirdiğine tanık olduğunu ve “ne kadar ürkütücü!” “Aman ya Rabbi, bu sevimsiz görünümlü bir morftu” diye düşünüyorduk.
Aslında bu versiyonun daha çekilmeden ne olacağına dair bir fikrimiz vardı. Çünkü bir önceki çalışması The Stand, Mick Garris’in büyülü olayları etkili bir şekilde tasvir etmek için FX teknolojisini nasıl kullanacağına dair hiçbir fikri olmadığının en büyük kanıtıydı. Ve nihayetinde The Shining, on tonluk çekiçle bu farkındalığı eve getiriyordu.
Elbette tüm bunlar Stanley Kubrick versiyonunun kusursuz olduğu anlamına gelmiyor.
Misal Dick Halloran karakterinin tornistan edilmesi, onun otele kadar olan tüm uzun, meşakkatli yolculuğunun neredeyse anlamsız görünmesine neden oluyordu. IMDB’nin şu bölümünde ölümüne Kubrick’çilerin bile çaresizce “karakter ikiliği” ve diğer bariz saçmalıkları içeren nedenlerle kasıtlı olarak yapıldığını iddia etmelerine bakabilirsiniz. Yani yönetmen yaptıysa vardır bir bildiği durumu.
Bunun yanında Kubrick’in kurduğu evren ile kitabın ruhu muazzam şekilde eşleşir, korku, psikolojik ve doğaüstü arasındaki ince çizgide başarılı bir şekilde yürür ve Nicholson’ın performansı, belki çok erken olsa bile, gerçekten göz korkutucudur.
İkinci versiyonda Wendy rolünde Rebecca De Mornay gerçekten başarılı. Hatta Kubrick filmindeki karakterden çok daha güçlü ve daha az kurban oluyor, bu da onu daha sevimli kılsa da aynı zamanda filmi daha az korkutucu kılıyor.
Epey gecikmeli de olsa, 1997 yapımı The Shining’i kısa şöyle özetlemek mümkün:
Jack Torrance (Steven Weber), hayatını yeniden düzene sokmaya çalışan, iyileşmekte olan bir alkoliktir. Oyunu üzerinde çalışabileceğini umduğu Overlook adlı dağ tatil otelinde kışı geçirme fırsatı verildi. Jack, karısı Wendy (Rebecca De Mornay) ve oğlu Danny (Courtland Mead) ile uzun ve karlı bir kışın tam ortasında tekinsiz bir mekana giderler.
Overlook’un ruhları vardır ve Danny, aşçı Dick Hallorann’dan (Melvin Van Peebles) “parlama” yeteneğinin onları çekeceğini öğrenir. Danny ışıl ışıl parlar ve Overlook onun kaçmasına izin vermez… onu yakalamak için Jack’i kullanmak zorunda kalsalar bile!
Filmlerin sıklet farkını gösteren iki sahne!
Mick Garris’in yönettiği The Shining , 27 Nisan 1997’den 1 Mayıs 1997’ye kadar ABC’de üç bölüm halinde yayınlanan bir televizyon mini dizisi. King’in yıllarca içinde sakladığı bir ezikliği aşmak için harcadığı paraların eseriydi ve hakkını teslim etmek lazım bu dizi ses, efekt ve makyaj dalında Emmy kazandı ve En İyi Mini Dizi dalında aday gösterildi.
Biraz önce de bahsettiğim gibi, Stephen King, Stanley Kubrick’in sadece eserini değil, kendi kariyerini de yerle bir etmeye çabaladığına inandığı için bu maceraya atılmıştı.
Aslında kendince bir “düzeltme” çabasıydı bu.
Ancak bu düzeltme belki de tam tersi bir netice vermişti.
Örneğin, (dün belirttiğim gibi) Kubrick’in filminde muazzam bir klostrofobi duygusu vardı, bu ironikti çünkü Overlook esasen çok daha geniş bir mekandı. Bu kadar geniş ferahfeza bir mekanı hangi tekinsizlik klastrofobik yapabilirdi ki?
İkinci versiyonun şüphesiz en büyük handikapı De Mornay hariç oyuncu kadrosuydu. İnanılmaz zayıftı.
Bitiriyorum.
1997 yapımı The Shining’in bazı olumlu yönleri var, ancak orijinal Kubrick versiyonuyla asla denk değil, olamaz da.
Bir kere formatları farklı ve ikinci versiyon bu sebeple de epey ucuz hissettiriyor. Bir eserin uyarlamasını uzatmak ya da kitaba daha yakın olmak mutlaka daha iyi anlamına geliyor ne yazık ki.
The Shining bize bunu apaçık gösteriyor.
Her şeye rağmen, imkanınız varsa, önce kitabı okuyun, sonra 1980 yapımı, ardından 1997 yapımı The Shining’i izleyin, üzerine bir de 2019 yapımı Dr. Sleeep’i izlerseniz iki yazıyı çok daha iyi anlarsınız gibime geliyor.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***