Depremin 25 ve 26’ncı günü aracımızı yanına park edip geceyi geçirmeye çalıştığımız Hatay Deprem Dayanışması’nın Samandağ’daki malzeme deposunun hemen karşısındaki enkazı işaret eden bir genç “abi buranın altında hâlâ iki kişi var” deyince başımdan kaynar sular dökülüyor.
Depodaki gönüllülerden biri ise binanın alt katının klinik olduğunu, ayrıca ikinci depremde yıkıldığından enkaz altında kimsenin bulunmadığını söylüyor ve hemen ötemizde bulunan, 20 Şubat’taki Defne merkezli depremden sonra kullanılamaz hale gelen Deniz Hastanesi’ni örnek veriyor.
Fakat herhangi bir konuda netliğin, ikna edici resmi bilginin olmadığı yerde şüphenin kendisi giderek bilgi haline geldiği için, hiçbir enkazı altında kimse yokmuş gibi görmek mümkün olmuyor.
Gerçekmiş gibi algılayamayacağınız kadar korkunç bir yıkımın yaşandığı Antakya ve Defne ilçelerindeki enkazların arasında dolaşırken insanın tüylerini diken diken eden ıssızlık, ölüm soğukluğu, yarı yıkık binalardan çıkan gıcırtılar izahı zor bir ruh haline sokuyor insanı. Aradan bir ay geçmiş, geçmemiş, fark etmiyor, pek çok insanda hâkim olan şüphe aynı: “Ya bu binanın altında hâlâ insanlar varsa” ve hatta “ya hâlâ yaşıyorlarsa!”
Pazarcık’a bağlı Payamlı köyünde yaşlı bir kadının dediği gibi: “İnsan yüzüğünü bile kaybettiğinde aylarca umudunu kesmez, bulabileceğine inanır. Nerede düşürdüm diye gece-gündüz düşünür, geçtiği yerleri defalarca geçip bakar. Düşün, bir yüzüktür hepsi. Ee, anasını, babasını, çoluğunu, çocuğunu, hısmını bulamayan insan, onun cenazesini görmeden nasıl umudunu kessin! Ama öldü mü, kaldı mı, bunu öğrenene kadarki zaman da insanı kurutur.”
Deprem bölgesinde de tüm enkazlar kaldırılana, tüm kayıplar bulunana kadar insanların bu şüphesi geçmeyecek.
Enkazlarla ilgili başka bir boyut daha var. 3 Mart günü Defne ilçesine bağlı Armutlu Mahallesi’ndeki Gündüz Caddesi’nde dolaşırken, elleriyle yıkıntıları eşeleyen çok sayıda insanla karşılaşıyoruz. Cep telefonu ve aksesuarları sattıkları dükkanlarından artakalan birkaç öteberiyi toplamaya çalışan gençlerden biri sayıklarcasına konuşuyor: “Belki inşallah bir telefon bulup da, böyle bizi ayakta tutacak… Yani Turkcell mağazasıyız ve telefonlarımız hep parçalanmış. Ayakta kalabilmek için ne çıkarabilirsek…Çünkü evimiz yıkıldı, dükkanlarımız yıkıldı, ne yazık ki zor durumdayız. Ben ve abimle 12 kişilik aileyiz. İnşallah ayakta duracağız.”
Gençlerden biri eline aldığı bir beton parçasıyla enkazı eşelerken, bir diğeri bulduğu küçük bir kutuyu açmaya çalışıyor. Sayısız bedenin çıktığı (veya hâlâ çıkarılmadığı) enkazların başında bulunmanın acısına ekonomik kayıplarının da telafi edilmeyeceğini bilmenin güvensizliği eklenen insanların ruh halini ne kendileri anlatabiliyor, ne biz aktarabiliyoruz.
Elinde enkazdan çıkardığı birkaç eşyayla Gündüz Caddesi’nde yürüyen bir depremzedenin “abi n’olur çekme bizi, acımız bize yeter” uyarısından duyduğum mahcubiyetle caddeden Elmas sokağına sapıp inin-cinin top oynadığı Söğütlü sokağa, oradan da Nergis sokağına girince gayriihtiyari çöküyorum. Bu yıkıntılar arasında insan, sanki yeryüzünde hiç kimse kalmamış gibi bir yalnızlık, terk edilmişlik hissine kapılıyor.
Bir süre sonra yıkıntı tozlarını havalandırıp ağır kokuyu etrafa yayan bir yel esiyor; yukarıda ince bir kabloya tutunmuş sokak lambası duvara çarpıyor, yarı yıkık bir duvardan tüyleri bozlaşmış beyaz kedi çıkıyor ve ancak o zaman kimsesizliğin verdiği dehşet hissinden sıyrılıp ana caddede beni bekleyen gazeteci Özgür Topuz ve Erdoğan Alayumat’ın yanına dönebiliyorum.
Depremin ilk günlerinden beri bölgede bulunan Alayumat etrafı gösterip, “Burası Armutlu. Gezi isyanı sırasında buralardan hayat fışkırıyordu ama Ahmet Atakan da burada öldürüldü” diyor. 6 Şubat’tan hemen sonra bölgeye ilk ulaşanlar sol-sosyalist partiler, sendikalar ve bireysel gönüllüler olmuş. Bir sonraki yazıda aktaracağımız üzere HDP’den EMEP’e, SYKP’den TİP’e, TKP’den Sol Parti’ye kadar çok sayıda siyasi partinin gençlik teşkilatları ilk günlerde arama-kurtarma faaliyetlerine katılmış, ardından da zorlu koşullara eklenen iktidar baskılarına rağmen yardım toplama-dağıtma mekanizmaları kurmuş.
Virane haldeki Gündüz Caddesi’ni bitirip aşağıya ulaştığımızda, TKP’nin Armutlu Semt Pazarı’nın hemen yanındaki yardım dağıtım alanına ulaşıyoruz. Burası Defne ve Antakya’nın kesiştiği nokta. Armutlu’daki arama-kurtarma faaliyetlerine katılmış TKP’li geçlerden Eren her ne kadar kendinden emin, güçlü bir yüz ifadesi takınsa da, tanık olduklarının üzüntüsünü ve neredeyse bir aya yayılan ağır emeğin yarattığı yorgunluğunu gizleyemiyor.
Eren ve arkadaşları şu anda yardım dağıtım merkezi olarak kullanılan bu küçük meydanı depremin ilk günlerinde “revir” olarak kullanmışlar. “Sadece buradan üç yüz kişi geçti” diyor ve ekliyor: “Ambulansla falan geçmediler. Yolda insanlar araçlarını durdurdu, bazıları çocuğunu bize emanet etti, hastaneye gitti… Zaten dört hastaneden sadece bir tanesi işliyordu ve o da buraya uzak, havaalanı yolu üzerinde. Onun dışında hastanelerin hepsi yıkılmıştı. İlk günlerde bir organizasyon yoktu… Askerler ne yapacağını bilmiyordu. Bize soruyorlardı bazı noktalarda. Enkazdan çıkardığımız bazı insanları onlar taşıdı. Asıl mesele, buradaki organizasyonun ilk noktasının Türkiye Komünist Partisi olmasıydı. Bunu ‘ne yazık ki’ diye söylüyorum. Bu kadar büyük bir afette dört- beş gün boyunca sadece TKP’nin bir bölgede, bu kadar merkezi bir noktada olması…”
Armutlu’yu işaret eden Eren anlatıyor: “Yoksul, emekçi kesimlerin yaşadığı bölgeydi Armutlu. Belki de kurtarma çalışmalarının burada geç başlamasının bir nedeni de bu. Emekçi halkımız da enkaz altında bırakıldı.”
Eren’le konuşurken yardım alanına gelen iki asker çorap ve bardak istiyor. Bunu kameraya aldığımızı gören askerlerden biri, “abi şunları siler misin lütfen? Sosyal medyaya düşüyor, sonra başımıza bela oluyor” diyor.
Depremin üzerinden bir ay geçtiği halde Antakya ve Defne’de hâlâ ciddi bir güvenlik sorunu var. Ama bu güvenlik sorunu lanse edildiği gibi “yağmacılardan” değil, iktidarın insanları kaderlerine terk etmiş olmalarından kaynaklanıyor.
Zaten 6 Şubat’tan itibaren ayağına terlik bile alamadan can havliyle dışarı çıkıp hayatta kalabilmek için marketlerden, mağazalardan yiyecek-giyecek ihtiyaçlarını temin etmeye çalışanları “yağmacı” diye gösterenler de, bazı gençleri yakalayıp işkence edenler de, depremzedelerin hayatını kolaylaştırmak üzere bir çöpün bile ucundan tutmuş değil.
Omuzlarında sallanan tüfekleriyle şehrin tozlu, çamurlu sokaklarında amaçsızca dolanan askerlerin de çözebileceği bir “güvenlik sorunu” değil bahsettiğimiz.
İktidar, 6 Şubat öncesi gerekli yapı denetim mekanizmalarını işletmeyerek en büyük güvenlik sorununu yaratmıştı. Depremden sonra ise çocukların, hastaların, yaşlıların, engellilerin ve giderek tüm yurttaşların sağlıklı koşullarda tutulması sağlanmayarak devasa bir güvenlik ve halk sağlığı sorunu yaratılmış durumda.
İktidarın güvenlikten anladığı tek şey, kolluk eliyle yurttaşa baskı yapmak.
Oysa güvenliği sağlamak demek evsiz kalmış yurttaşları barınabilir, yaşanabilir koşullara kavuşturmak, soğuktan, açlıktan, susuzluktan, salgın hastalıklardan korumak.
Defne ve Antakya’da böyle bir kapsamlı “güvenlik önlemi” depremin üzerinden bir ay geçtiği halde alınmış değil. Antakya ve Defne’de bir yel esintisiyle yıkılıp insanları öldürebilecek sayısız ağır hasarlı binanın etrafına bir güvenlik şeridi bile çekilmiş değil.
Nitekim TKP’li gençlerden ayrılıp tarihi Antakya binalarının bulunduğu Kurtuluş Caddesi’ne yürürken, caddeden çıkan bir otomobilin yan binadan kopup düşen büyük su borusundan son anda sıyrıldığını görüyoruz. Gürültüyle önümüze düşüp parçalanan boruyu, caddenin girişinde, enkaz tozuna bulanmış eşyalarını silmekle uğraşan antikacı Mehmet Sercan Sincan gelip iki yana atıyor.
Gazeteci Piotr Zalewski’ye verdiği mülakat ve Pink Floyd şarkılarını bütün caddede yankılattığı videoyla sosyal medyada epey konuşulan Sincan’ın “mekânına” oturup purosunu tüttüren ve Sincan’dan yine Pink Floyd çalmasını isteyen bir YouTuber video çekmeye hazırlanırken biz de yerle bir olmuş tarihi Saray Caddesi’ne doğru iniyoruz.
Deprem bölgesinde ekmek-su kadar büyük ihtiyaçlardan biri maske. İnsan sağlığını önceleyen herhangi bir Sağlık Bakanlığı’nın yapacağı öncelikli iş bölgeye koruyucu maske taşımak ve maskeyi zorunlu hale getirmek. Deprem bölgesi özellikle astım, KOAH, kanser vd, hastaları için tüm diğer korkunç koşulları saymasak bile başlı başına bir cehennem.
Samandağ’da küçük bir “revir” kurmuş olan Amerikalı gönüllü hekimlerden rica-minnet aldığımız koruyucu maske bile Defne ve Antakya’daki tozdan hastalanmamızı engelleyemedi. Ama bölgede ilaca erişim de hâlâ çok zor. Tesadüfen karşılaştığımız Türk Tabipleri Birliği’nden bir gönüllü hekime öksürük ve nefes darlığı şikâyetimi iletince, ayaküstü muayene ediyor, ardından da isteksizce bir ilaç veriyor. “Aslında bu ilacı size vermek de istemiyorum” diyor hekim, “çünkü siz buradan gideceksiniz ama buradakilerin bu ilaçlara ihtiyacı olacak.”
Bunun üzerine ilacı almayıp Samandağ Kaymakamlığı’nın yanında olduğu söylenen Eczacılar Birliği’nin çadırına doğru yol alıyoruz. Fakat deprem bölgesinde Google Maps’in gösterdiği her yol enkazlara çıkıyor. Birkaç farklı rota bizi enkaza çıkarınca, hem TTB’li hekimin yazdığı ilacı almak, hem de bölgeyi görmek üzere rotayı İskenderun’a kırıyoruz. Fakat orada da aynı sorun söz konusu.
Bir arkadaşın yönlendirmesiyle İskenderun’da, gönüllü İspanyol hekimlerin açtığı son derece donanımlı sahra hastanesine gidiyoruz.
Artı Gerçek’ten editörümüz Özgür Topuz, sahra hastanesinde çalışan bir gönüllüye “bu hastane niye daha fazla ihtiyaç duyulan Antakya’da, Samandağ’da, Defne’de değil de, daha az hasarın olduğu İskenderun’da kurulmuş ki” diye soruyor. Gönüllü, “buna onlar değil, AFAD karar veriyor galiba” diyor.
Deprem bölgesinde devlet eliyle yapılan hiçbir şey, üzerinde bir an düşünülmüş, belli bir planı çıkarılmış ve o şekilde uygulanmış düşüncesi yaratmıyor insanda. Örneğin belli bölgelerde çadır kentler kurulmuş, ama sanki orada insanların yaşayacağı düşünülmemiş! Sanırsınız bölgede yer yok; bütün çadırlar bitişik nizam. Serinyol’da bir depremzede anlatıyordu, “yahu biz daha düne kadar evlerde yaşıyorduk. Özel bir hayatımız vardı. Şimdi bizi çadıra koydunuz da, çocuğumuz öksürüyor, yan çadırdaki insanlar uyuyamıyor. Özel bir şey konuşamıyorsun, yan taraf duyuyor. Biz hayvan değiliz ki!” Sonra bir an duraksayıp soruyor: “Yoksa bizi öyle mi görüyorlar?”
Devam edecek…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***