Ocak başında sosyal medya mecraları, Kaan Eminoğlu ve Onur Caymaz’ın Twitter’da paylaştıkları mesajlarla çalkalandı. Aslında söz konusu olan, çok uzun zamandır sürmekte olan bir “Türk edebiyatı mı, Türkçe edebiyat mı diyeceğiz?” polemiğinin yeni bir aşamasıydı.
Bu yazarlar, yayınladıkları çeviri metinler için Fransız, Rus, İngiliz edebiyatı tabirlerini kullanmaktan kaçınmayan bazı önde gelen yayınevlerinin Türk edebiyatı değil, Türkçe edebiyat demelerine takılmaktaydılar. Yayınevlerinin kullanımlarını örnekleyen ekran resimlerini paylaşan Eminoğlu ve Caymaz, okurları bu yayınevlerini boykot etmeye çağırmaktaydılar. Şahsen böyle bir nedenle hiçbir yayınevini boykot etmem. Hatta işi gücü mürekkebe bulanmış bir kalem erbabı olarak, ideolojik yaklaşımıyla midemi bulandıran yayınevlerinin kitaplarını bile yeri geldiğinde yana yakıla arıyor, bulunca zevkten dört köşe oluyorum.
Ancak Eminoğlu ve Caymaz’ın ideolojik temelli bir tüketici hareketi başlatmaya dönük bu paylaşımları, son derece ilginç bir semptomatik duruma da işaret etmekte. Burada tutarsızlık gibi görünen ama pek çok yayınevi tarafından da paylaşılan bu tavrın nedenlerini özellikle yayınevlerine sormak gerekiyor. Ortada “Türk” düşünce ve kültür hayatının son birkaç on yılını etkilemiş, on binlerce okurun gelişimine el vermiş kültürel kurumlar var. Bunlar sadece kitap taciri değiller. Zaten belki de, bu yayınevlerinin görüşlerine başvuran haberler yapılmıştır. Ben işin o kadarını takip edemedim. Bununla birlikte, meselenin uzunca bir tarihi olduğunu da, bir polemikten öteye geçip bir kültür savaşına dönüşmüş olduğunu da gayet iyi biliyorum. Bu konudaki maksimalist tavırların ne derece muazzep, azap verici, can acıtıcı olduğunu en başından beri gördüm, düşündüm. Kültür savaşı böyle bir şey. Bir iktidar oyunu. Sembolik bir kafa ve göz patlatma çabası. İşin içine yaftalama giriyor, lekeleme giriyor, vatana ihanet söylemleri üzerinden simgesel ve kaçınılmaz olarak gerçeğine doğru yürüyecek linç girişimleri söz konusu oluyor.
DİL VE EDEBİYATTA KÜLTÜR SAVAŞLARI
Dille ya da edebiyatla ilgili bir polemik, ortak kimliklerle ve kültürle ilgilidir. Bunlar kimlik savaşına dönüştüğünde, iktidar mücadelesi haline gelir. Eskilerden bir iki örnek vereceğim.
19. yüzyıl sonunda, edebiyatın dil ve sanat yönünü vurgulayan yazarlar Servet-i Fünun dergisinde “Edebiyat-ı Cedide,” yani yeni edebiyat akımını ortaya çıkardılar. Fransız edebiyatının, özellikle şiir ve romanının o günkü gündemini daha yakından ve ciddiyetle izliyorlardı. Çok iyi bildiğimiz edebiyatçılar söz konusuydu. Şiirde Tevfik Fikret ve Cenap Şehabettin, romanda Halit Ziya Uşaklıgil ve Mehmet Rauf gibi bugünkü edebiyat kanonumuzda yer alan isimler. Fakat dönem siyasal olarak, II. Abdülhamit ve onun “istibdat” dönemiydi. Tam o sırada, daha saraya yakın ve daha muhafazakâr Ahmet Mithat Efendi, bu akımı, Fransa’da bu adı taşıyan bir akımla ilişkilendirerek “Dekadanlar” olarak niteledi. Daha doğrusu suçladı.
Edebiyat-ı Cedideciler sanatsal açıdan dekadanlık akımından uzaktılar ama onlara dönük suçlama çığ gibi büyüdü. Züppe, özünden uzak, yerli ve milli değerlere ihanet eden kişiler olarak görülmeye başladılar. Tabii onlar gereken cevabı mümkün olan en sağlam biçimlerde ortaya koydular. Bu polemiği bir yerde, Ahmet Mithat’ın kültürel hegemonyasının çöküşü olarak da okuyabiliriz. İşin edebiyat tarihsel yönü bir yana, dekadanlık kavgası toplumda öyle yaygınlaştı ki, gazeteler her gün bununla ilgili tuhaf olaylar yayımlar oldular. Örneğin bir müşteri kahveciye kızıp “çok dekadan adamsın” deyince, kahveci onu mahkemeye veriyordu. Komik, değil mi? Linçin bu coğrafyada bir tür milli spor olduğunu hatırlayınca, o kadar da komik olmuyor aslında.
Vereceğim ikinci örnek, Edebiyat-ı Cedide’nin ve dolayısıyla Türkçenin ilk büyük romancısı Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah romanından. Yukarıdaki dekadanlık tartışmasını yansılar biçimde, romanın başkahramanı Ahmet Cemil, yazdığı şiir kitabı onu sevmeyen Raci tarafından züppelikle suçlanınca, zaten alçağın önde gideni olan eniştesi tarafından, başında olduğu gazeteden atılıveriyordu. Ahmet Cemil’in yıkımı bu küçücük suçlamadan başlayıp çığ gibi büyüyecekti. Bu örnekleri sadece kültür savaşı tavrının bir iletişim olanağını yok ettiğine işaret etmek için anmıyorum. Osmanlı-Türk modernleşmesine kültür savaşı üzerinden yaklaşanların, konuyu bir “doğru ve yanlış Batılılaşma” ikili karşıtlığı üzerinden kurup devam ettirdiklerini biliyoruz. Oysa bu sürecin son derece zorlu ve karmaşık boyutları mevcuttu ve mevcut olmaya da devam ediyor. Ne var ki, tarafları kutuplaştıran ve bazı maharetli savaşçılarına önce simgesel, sonra materyal güç sağlamaktan öte bir yararı olmayan kültür savaşı tavrı, tarihimize dönük yaklaşımımızı geliştirecek yeni bilgi ve yorumların üretilmesini zorlaştırıyor ya da her şeye rağmen üretilen yeni çalışmaların görünmez olmasına yol açıyor.
Örneğin şu: Bugün hâlâ Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’dan önceki başyapıtı olan Mai ve Siyah’ı Ahmet Cemil’in züppe olup olmadığı üzerinden tartışıyoruz. Oysa Halit Ziya, bu romanda, o zamana kadarki dünya romanında henüz kullanılmamış bir anlatı seçimi yapıyor, neredeyse tüm romanı baş kahramanın gözünden göründüğü biçimde anlatıyordu. Anlatıbilimde “sabit iç odaklanma” dediğimiz bir yöntem bu. Romanda anlatılan hemen her şey Ahmet Cemil’in zihni ve algısından süzülerek geliyor biz okurlara. O zaman bir bireyin tüm dünyayı nasıl gördüğünü, basit ayrımlar ve karşıtlıkların neden geçersiz olduğunu izlemiş oluyoruz. Daha doğrusu, izlemeliydik. Fakat doğru Batılılaşma mı, yanlış Batılılaşma mı goygoyundan, eldeki romanın ve onu varkılan yazarsal niyetin ihtişamını göz ardı ediyoruz.
BİR “KISA YOL” OLARAK TÜRK EDEBİYATI ADLANDIRMASI
Buradan Türk edebiyatı mı Türkçe edebiyat mı meselesine dönelim. Öncelikle kendi konumumu ortaya koyacağım. Ben bir Türkoloğum. Aslına bakarsanız temelde edebiyat araştırmacısıyım ve özellikle Türkçe yazılmış romanları çalışıyorum. Fakat eğitimini aldığım ve üniversitede görev aldığım alana Türkçe filoloji ya da Türkoloji deniyor. Bu alan 1900’lerde aktif hale gelen ilk üniversitemizde, o zamanki adıyla Darülfünun’da kendine yer edinmeden, alanın önemli kurucusu Mehmet Fuat Köprülü eser vermeye başlamadan önce, Avrupa’da böyle adlandırılmış ve Türk olmayan filolog ya da Türkologlar yazılı ve sözlü Türkçeyi, metinler ve dilin tarihsel gelişimi üzerinden çalışmaya başlamışlardı.
Biz üniversitedeki Türk Dili ve Edebiyatı lisans ve lisans üstü eğitimimizde, Avrupa’da başlayıp Türkiye’de gelişen bu çalışma geleneğini şu veya bu şekilde öğreniyoruz. Bir geleneğe bağlanıyoruz. Burada metinleri, yazarları ve dönemleri birbirine bağlayan bir yaklaşım var. O zaman da “Türk edebiyatı” demeye alışıyoruz. Bu benim de kullandığım bir adlandırma. Herhangi bir komplekse kapılmadan kullanıyorum. Bunu kullanırken, Türk kimliğimin yanında yer alan Çerkes kimliğimi unutmuyorum ya da özgürlükçü sol çizgimden ayrılıp sekter milliyetçi bir noktaya savrulmuyorum. Türk edebiyatı, kültürel olarak üzerinde uzlaştığımız bir “kısa yol”.
Bu kısa yolun varlığı, bizim için öncelikle dil üzerinden ortaya çıkıyor. Türk edebiyatı olarak değerlendirdiğimiz dilsel üretimi, en temelde Türkçe denilen dille üretilen edebiyat olarak düşünüyoruz. Tabii bunu düşünürken, pek çok dışlama ve genelleme de söz konusu oluyor. Mesela bizim bugün kullandığımız Türkçeye en yakın Türk dili ya da lehçesi olan Azericeyle üretilen edebiyatı Türk edebiyatı olarak düşünmüyoruz. Azerilerin, Azerbaycanlıların, Azeri Türkçesini kullananların edebiyatı bu. Onu anlamak için Azerice çalışmamız, gramer ve söz dağarını edinmemiz gerekiyor.
Daha önce üzerinde yazdığım ve halen çalışmaya devam ettiğim bir konu üzerinden ilerleyeyim. Kültür savaşı yaklaşımı üzerinden aynı yere gidecek iki soru soracağım:
“İlk Türk romanı hangisidir?”
“İlk Türkçe roman hangisidir?”
Kestirmeden gidip, ders kitaplarında yer alan bilgiyi verelim: Şemseddin Sami’nin 1872’de yayımladığı “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat”. Talat ile Fitnat’ın karşılıklı âşık olmaları demek bu. Niye bunu böyle zor ifade etmiş Şemseddin Sami, bu apayrı bir konu. Fakat Arap harfli Türkçeyle yayımlanan ilk roman olarak bunu kabul ediyoruz. Oysa aynı yıl İstanbul’da “Anatoli” gazetesini çıkarmakta olan Misailidis Efendi de “Temaşa-yi Dünya” başlıklı ve Yunan harfli Türkçe romanını yayımlayacak. Neden bunu seçmiyoruz?
Hatta bir adım daha atmak zorundayız. Aslına bakarsanız, bunlardan 20 yıl önce
çıkmış başka bir Türkçe roman var: Vartan Paşa’nın 1851’de yayımladığı Ermeni harfli Türkçe romanı “Akabi Hikyayesi”. Neden bunu ilk roman olarak kabul etmiyoruz? Türkçe bu yahu! Azerice bir romanı kolayca okuyup anlayamazsınız ama Latin harflerine transkripsiyon yoluyla büyük Türkolog Tietze tarafından aktarılmış ve Eren Yayınları tarafından yayımlanmış bu romanı, Namık Kemal’in 1876 tarihli İntibah romanından daha kolay okursunuz. Dili daha basittir. Benim Tanzimat Romanı dersini verdiğim sırada, öğrencilerim gayet rahat okuyorlardı.
Misailidis Rum ve Vartan Paşa Ermeni idi. O yüzden ilk Türk romanları olamazlar mı diyeceğiz? E, o zaman Şemsettin Sami’nin, Kamus-ı Türki’nin yazarı olan bu muhteşem âlimin Arnavut kimliğini, hatta Latin temelli Arnavut alfabesini hazırladığı için Arnavut milliyetçiliği tarafından bir milli kahraman olarak anılmasını, adıyla sanıyla Sami Fraşeri olmasını da hatırlamalıyız.
YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇEDE GEZMEK
Aslında konu bunları da aşıyor. Taaşşuk’ı ilk Türk romanı ya da ilk Türkçe roman olarak kabul edersek, bu sefer de Şemsettin Sami’nin buna roman demediği, hikâye olarak adlandırdığı gerçeğiyle karşılaşacağız. O zaman öyleymiş deyip geçemeyiz de. Çünkü dostum Engin Kılıç’ın keşfedip yayıma hazırladığı ve Koç Üniversitesi Yayınları’nın yayımladığı, Recaizâde Mehmet Celalettin’e ait olan, Taaşuk’tan bir sene sonra yayımlanmış “Hayal-i Celâl”, kendini roman olarak adlandırıyordu. O zaman yüzyılı aşkın bir süre farkında olunmayan bu roman mı ilk Türk romanıydı? Şuraya bir bakın isterseniz:
Bu konuya haftaya devam edeceğim: Bu konuda yazılıp çizilenleri sizlerle paylaşacağım da. Ancak benim meselem, ne denileceğine karar vermek değil. Şunu düşünüyorum: Bazen Türk edebiyatı demek gerekir. Bazen Türkçe edebiyat. Bazen bunlar birbirlerinin yerine kullanılabilirler. Bazen bu mümkün olmaz, ya birini ya diğerini kullanmak gerekir. Bunların dışında Türk ya da Türkçe edebiyatlardan, Türkçenin farklı lehçeleriyle yazılan edebiyatlardan da söz etmek gerekir. Bazen başka dillerde, mesela Almancada, Almancı yazarların ürettiği Türklerle ve Türklükle, Türk kimliğinin farklı yönleriyle ilgili bir edebiyattan da söz etmek gerekir. Her kullanım önemlidir. Hiçbir kullanım birbirini dışlamaz. Bağlama göre biri ya da bir diğeri geçerli olabilir.
Bütün bunların ötesinde, önümüzdeki mesele şu: Bir çeşitlilik alanı olan dil, istediğimiz gibi sınırlandırılabilir, uygun gördüğümüz biçimde ve yukarıdan kurallara bağlanabilir mi? Türk edebiyatı ya da Türkçe edebiyat kullanımlarından biri bir kural, bir yasa biçiminde dayatılabilir mi?
Bunları gelecek hafta konuşmaya devam edelim. Gelecek hafta konuya şuradan girelim: “Neden İngiltere’de İngilizce, Fransa’da Fransızca edebiyat denmiyor da Türkiye’de Türkçe edebiyat densin?” Bir de Amerikan edebiyatı tabirini ne yapacağız? Yahu, gerçekten, ne yapacağız?
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***