Savaş, realitenin gizlenmesi için çok çaba gösterir. Burada farkına varmadığımız ama her savaşta gözlenen bir fenomen vardır: Savaşta en yoğun çaba, insanın uyguladığı agresyonu gizlemeye ve temizlemeye yöneliktir. Moeller Freud’un bir tespitine dikkatimizi çeker: İnsan atalarının katil olduğu gerçeğini söylemeye cesaret edemez (s. 91). İnsanın tarihi boyunca binlerce savaş olduğunu söylemiştik.
Günümüz insanı, bu savaşlarda yaşamayı başarmış insanların çocukları ve torunları. Tarih boyunca savaş ölme ve öldürülme realitesi üzerine kurulu olduğundan, Freud geçmişimizdeki atalarımızın da savaşta insan öldürmesi, yani katil olması realitesine vurgu yapar. Kahramanlaştırdıklarımız ‘kutsal’ için savaşmış, kutsal örtüsüyle dokunulmazlığa ulaşmış savaşçı ve katillerdir. Mesela bir halk kahramanı olan Robin Hood aslında bir hırsız ve katildir. Ama halktan yana olduğu için kahramanlık örtüsüyle bu yanı gizlenir ve çaldıklarını yoksullarla paylaştığına vurgu yapılır…
Yıllardır Toplum ve Psikanaliz Çalışma Grubu’nda birlikte görev aldığım, arkadaşım ve meslektaşım Christoph Seidler’nın yakınlarda bir kitap yayımladı. Warum nur Krieg? [Neden sadece savaş?] adıyla yayımlanan kitabında Seidler savaşı araştırmış. Birçok tartışmada kullanılan “Bir savaşta ilk olarak gerçek katledilir” sözünün sahibi ve bir pasifist olan Arthur Ponsonby’den ayrıntılı alıntılar yapan Seidler, Ponsonby’nin Almancaya 1931 yılında çevrilen kitabı üzerinden savaşın propaganda strüktürlerini anlatırken, aynı zamanda savaşın psiko-sosyal mekanizmalarını da anlaşılır hale getirmiş.
SAVAŞ BİR YALANA YENİDEN VE BİLEREK İNANMAKLA MÜMKÜNDÜR?
Ponsonby, Arthur (2022, Lügen in Kriegzeiten =Savaş zamanlarında söylenen yalanlar, Westend Verlag) kitabı İkinci Dünya Savaşı’nda önce yazmış Kitap 1938 de ingilizce yayınlanmış. “Yalan en yararlı ve takdir edilen ve savaşlarda kullanılan bir silahtır (s. 11).
Savaşta söylenen yalanların genel ahlakla çelişmediğinin kabulü var. Ve Ponsonby’e göre savaşta askeri üstünlüğün yanı sıra psikolojik üstünlük de çok önemli. Bu nedenle o zamandan bu yana yapılan savaşlarda yalan başta olmak üzere aynı yöntemler izlenmiş. Bu önemli esere göre şu mekanizmalar süreklilik gösteriyor: Düşmanımızın lideri bir şeytan. (Abdullah Öcalan, Fetullah Gülen, Stalin, Putin, Saddam, Kaddafi…) Biz asla savaş istemiyoruz. (Biz barışçıyız; adi olanlar rakiplerimiz!) Savaştan düşmanlarımız sorumlu. Biz doğru bir dava için savaşıyoruz. Rakiplerimiz kirli bir savaş sürdürüyor, aşağılık işler yapıyor. (Biz de bazen istemeden istisnai yanlışlar yaptık.) Düşmanlarımız izinsiz ve yasak silahlar kullanıyor. (Saddam kimyasal silah kullanıyor, Putin’in atom bombası var… Tabii bunu diyen Batı’nın silah gücü Putin’den onlarca kat daha fazla.) Bizim zayiatımız az, düşmanın kayıpları çok. (Kendi kaybını az göstermek ve düşmanınkini abartmak, böylece kendi tarafına moral vermek… Her gün onlarca Rus uçağının düşürüldüğünü okuyoruz.) Sanatçılar, aydınlar bize destek veriyorlar. (Böylece davanın haklılığına vurgu yapmak; Avrupa’nın birçok kentinde Ukrayna’ya destek yürüyüşleri ve kampanyalar buna örnek.) Biz kutsal bir dava için savaşıyoruz. (Vatanı savunuyoruz, barış için savaşıyoruz, insanlık için savaşıyoruz.) Davamızı sorgulayanlar haindir!
Bu anlatılar “haklı bir savaş” yaptıkları inancının yaygınlaşmasını hedefler, çünkü savaşın haklılığı savaştaki vahşeti bağışlatır… Bunları okuyunca, aynı cümlelerin ve propagandaların defalarca farklı coğrafyalarda, farklı savaşlarda ve farklı halklarda bu kadar etkili olmasına şaşırıyorsunuz. Benzer söylemler Türkiye’deki iç savaş ve kutuplaşmalarda da aynı gerekçelerle kullanılıyor. Savaş dilinin kullanılması, savaş kültürünün olağan hale getirilmesi, ölümlerin kanıksanması toplumda bir kirlenmeye ve zehirlenmeye yol açıyor. Savaş sonunda herkeste bir iz bırakıyor. İnsanlarda agresyonu uygulama eşiği çok aşağılara çekiliyor.
Savaş uygarlığın yarattığı değerlerin yok edilmesidir. Savaş, en radikal ahlaksızlığı “ahlaki” yapar: Öldürmek, talan etmek, göçe zorlamak, işkence etmek, taciz, tecavüz… Bunlar savaşların olmazsa olmazıdır. Bu tür uç ahlaksızlığın normalleştirilmesi toplumda ciddi bir erozyon doğuruyor. En yakın ilişkilere bu ahlaksızlık ve şiddet yansıyor. En uç noktalarda ahlaksızlık yaşandığında her şey hiçlik ve anlamsızlığa varıyor. Babası vurulmuş, kardeşine tecavüz edilmiş, evi barkı elinden alınmış ve tüm varlığı çalınmış birine metroda yüksek sesli konuşmanın ayıp olduğunu kim anlatabilir? Türkiye’de yıllarca süren iç savaş, vatan, millet ve Sakarya… Sonuç?
YAŞAMIN SAVAŞA DÖNÜŞMESİ
Savaş sınırlar dışında, uzağımızda olsa da bir bumerang gibi savaş savaşan halka geri döner. ABD bir çok savaşı kendi ülkesinin sınırları dışında yürütmüş olsa bile o savaşın yarattığı psikolojik, sosyolojik, ekonomik etkiler savaşın uzağındaki insanlara ulaşır. Gündelik savaş dili, medyadaki savaş görüntüleri bir dönem sonra sıradan ilişkilere de yansır. Ve uzaklardaki savaşlar da insanlarda derin ve kalıcı izler bırakabilir. Yaşanan savaşların dışında kalmak mümkün olmaz ve bazen dolaylı olarak savaşın içinde bulurlar insanlar kendilerini. Depresyon ilacı almadan sokağa çıkamıyor, uyku ilacı almadan uyuyamıyoruz. Hayvanların, bebeklerin, evrimden önce ve sonra insanların hep yapabildiği bir şeyi, uyumayı dahi ilaçsız yapamıyoruz! En yakın ilişkilerimize savaşın zehri bulaşıyor. Paranoya ve güvensizlik, yani travmatik gerilim deniz kenarındaki tatilde bile yanımızda. Bu koşullarda oluşan psikoloji/psikoterapi bile paranoyaya övgü adeta. Canımızı, tenimizi, ruhumuzu emanet ettiğimiz ilişkilerde bile kuşku var. Her yerde “Aman kimseye güvenmeyin!”, “Aman dikkatli olun!” tabelaları asılı. Sırtımızı yaslayacağımız kimse kalmıyor. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!”dan, “Kendimiz kendimize yar değiliz”e geldiğimizi kavrayamıyoruz. Yani savaş Doğu’da TSK ile PKK arasında değil; “FETÖ’yü kıralım öldürelim”i de çoktan aştı. Terör ve savaş çok yakınımızda. Ruhumuzda, içimizde…
HAKLI OLMANIN YOLU: ÜLTİMATOM
Soğuk savaş dönemlerinde ABD birçok ülkeye Sovyetler Birliği’ne yönelik roketler, nükleer başlıklı füzeler yerleştirmişti. Küba’nın isteği üzerine Sovyetler de Küba’ya füze sistemleri konuşlandırmak istedi. ABD bu durumun kendisine tehdit oluşturduğu gerekçesiyle ültimatom vererek bu eylemi engelledi. Psikanalist Michael Wolf ültimatomun askeri bir hile olduğunu yazar (Krieg, Trauma, Politik, 2017, s. 47). Ültimatomla bir devlet hem kendisinin hem de rakibinin hareket alanını daraltır ve böylece ya geri çekilmek ya da savaşmak opsiyon olur. Ültimatom veren karşıdakinin hareketin alanını daraltır ve geri çekilmeme halinde savaşacağını deklare eder. Savaş çıkardığında da rakibini ültimatoma uymamakla suçlayarak savaşın sorumlusu ilan eder. Burada savaşın kendisi için kaçınılmaz olduğunu, rakibin zorladığını, böylece de haklı olduğunu anlatır. Halbuki kimse o devleti ültimatom vermeye zorlamamıştır. Ültimatom bazen caydırıcı olmasına rağmen çoğu kez ültimatom veren ülke rakibine kabul edemeyeceği şartlar öne sürerek onu savaşa zorlar ve ahlaki olarak da ültimatom üzerinden temize çıkmaya çalışır. ABD, Irak ve Afganistan savaşları öncesi bu yolu izlemiştir. Ültimatomun en önemli etkisi kararlılığı, geri dönmeyeceklerini, gerekirse savaşacaklarını göstermesindedir. Savaştan önce yapılan son eylemdir.
Etnik savaşlar dışında insanı en kolay din ve mezhep farklılıklarına vurgu yaparak savaşa mobilize edebilirsiniz. Din öldürme tabusunu geçmek için çeşitli anlatımlar sunar. Öldürmek istisnai bir durum için geçerlidir ve savaşta bu istisna bir kurala dönüşür…
MODERN TOPLUM VE DEVLETLERDE SAVAŞ
Bu tür propaganda mekanizmaları modernizmle oluştu, ulus devletlerin oluşmasıyla daha da etkinleşti. Tarihte firavunlar, sultanlar, kayzerler savaş kararlarını gerekçelendirmek ve halkı ikna etmek durumunda değillerdi.
Fransız Devrimi’nin bir mirası da, J. J. Rousseau’nun “Her yurttaş mesleği değil vazifesi gereği asker olmalıdır” ilkesinden yola çıkan ulus devletlerin askerliği zorunlu bir vatandaşlık vazifesine dönüştürmeleridir (Mehmet Beşikçi, Topyekün Savaş Çağında Askeri İşgücünü Seferber Etmek, 2017, s. 524). Beşikçi, Osmanlı’da da uygulanmaya başlayan zorunlu askerliğin bir Batı ürünü olduğunu ve ordunun örgütlenmesinde Batı’nın model alındığını yazar. Dini örgütlenmeye paralel olarak askeri örgütlenme, yer yer örtüşen sosyalleşmeyi ve sosyal strüktürleri oluşturdu. O dönem oluşturulan taşra örgütlenmesiyle, mesela redif birlikleriyle toplumu denetlemek ve yönlendirmek mümkün oldu (s. 525). Bu sadece sosyal örgütlenme değil, aynı zamanda anlamlandırmaların da transformasyonuydu. Zorunlu askerlik ve bunun ideolojisi, insanların vatan ve devletle özdeşleşmesi, onu sahiplenmesi ve böylece kendi malı gibi koruyup savunması anlamına da dönüştürüldü. Osmanlı sultanından ziyade vatanın, milletin ve devletin sahiplenilmesi ve bu değerlerin kutsalla bağının kurulması anlamı doğdu.
Zorunlu askerlikle birlikte sosyolojik doku da değişmeye başladı. Askerlik yaşamın birçok alanında çok belirgin rol oynamaya başladı. Mesela ilk nüfus sayımı asker tespitini amaçlayarak yapıldı (Beşikçi, 2017, s. 526). Devlet kendini askerlik üzerinden ülkenin her yerinde organize ediyordu. Bu değişimler askerliği sekülerleştirmek yerine Osmanlı kimliğini İslamlaştırdı. Bu reformlar Müslüman bir ordunun yeniden yapılandırılmasıydı. (Askeri ve dini) güçler arasındaki çelişkinin, güçlerin iç içe geçmesiyle halledilmesi demekti.
Kabile halinde yaşayan toplumlarda her erkeğin cengaver olma zorunluluğu vardır. Düşman kabilelerle çatışmalarda asker/savaşçı olur. Şiddetin Arkeolojisi isimli kitabında Pierre Clastres, modern toplumlarda, devlet olarak organize olmuş toplumlarda “führer”e itaatin bir vazife olduğunu, bu anlamda liderlerin gücünün olduğunu ve emir verebildiğini, buna karşın “ilkel” gruplarda kabile reisinin fazla bir gücünün olmadığını, verdiği emirlere uyma zorunluluğunun olmadığını, sadece savaş esnasında yönlendirici bir işlevi olduğunu anlatır (Clastres, 2008, s. 84). Reisin isteklerini kabul ettireceği gücü yoktur, yaptırım uygulatacağı polis, adliye, ordu gibi kurumları yoktur. Bunun bir diğer anlamı, savaş durumunda her erkek katılıp katılmamaya karar verebilir. Modern toplumlarda bu kurumsallaştırılmıştır.
Stavros Mentzos, modern toplumlarda savaşın en önemli işlevinin gücün gösterilmesi (Machtausübung) ve hakimiyet ilişkisinin güvenceye alınması olduğunu yazar (Der Krieg, 1993, s. 167). Mentzos bu durumun eleştirilebileceğini, çünkü devrimlerin ve bağımsızlık savaşlarının özgürleşme ve bağımsızlaşmanın yanı sıra eşitsizliklerin ortadan kalkmasını da amaçladığını, ama devrimlerin başarıdan bir süre sonra kendi içlerinde başarılarını ortadan kaldırdıklarını söyler. Kolonyal savaşlar ve Ekim Devrimi de buna örnektir. İktidara sahip olmak her kontekstte negatif değildir. Çocuğuna ilişkin karar veren anne, elindeki gücü çocuğunun yararına kullanır. Gemi kaptanının elinde de yolcu ve tayfalara göre çok güç vardır ama o bu gücü kendi bireysel çıkarları için kullanmaz (s. 168). Ama yöneticiler güçlerini kendi narsisizmleri ve çıkarları için kullandıklarında ciddi sorunlar çıkıyor.
SAVAŞ VE AİDİYAT
Mentzos’un söylediği gibi, “Travma yaşamış, incinmiş, aşağılanmış, küçümsenmiş bir birey ya da ulus sadece yoğun bir biçimde narsistik öfkeyle baş etmek zorunda değil, aynı zamanda narsistik desteğe de gereksinim duyarlar” (s. 156). Bu tür kişilerde narsistik açlık çok yoğun ve sınırsızdır. Bazı narsistik onaylanmalar geçici rahatlık yaratsa da narsistik açlık yeniden nükseder. Uluslar için de bu geçerlidir. İncinen ulusal onur, aşağılanmalar savaşlara yol açabilir. Bu savaşlardaki başarılar geçici bir narsistik merhem işlevi de görebilirler. Ama narsistik incinmeleri şiddetle çözmeye çalışan uluslar şiddet döngüsünden çıkamazlar. Geçici rahatlamalar ve başarılar yeniden şiddeti besler…
Stavros Mentzos, savaş üzerine yazdığı başka bir yazısında her insanın yaşamı boyunca çeşitli bağlar kurduğunu ve bu bağlarla farklı birer “biz” duygusu geliştirdiğimizden bahseder (Pseudostabilsierung des Ich durch Nationalismus und Krieg, 1995, s. 66). Bu aidiyetlerin duygusal yoğunlukları da farklıdır. Dini ya da milli aidiyet birileri için çok önemliyken bazıları için ise mesleki kimlik ya da yerel yurtseverlik (local patriotism; hemşericilik) daha önemli olabiliyor. Ulus devletlerin oluşmasından beri ulusal aidiyet daha çok duygusal yoğunluk içeriyor. Ortak dil, ortak inanç ve ortak kültür birbiriyle yoğrularak duygusal yoğunluk sağlandı. Mentos’a göre bu tür “biz”ler genelde bir sorun teşkil etmez, eğer birey kendisi ile biz arasındaki farkı koruyorsa. “Biz”de “ben”in erimesi, kaybolması (Verschmelzung) patolojik hallere işaret eder. Ulus denilen Latince kavram nation, 14. yüzyıldan sonra kullanılıyor ama devlet kuramlarında merkezi bir yer kaplaması 18. yüzyıldan sonra oluyor. Ulusun tarihi insanlık tarihinde çok yenidir (s. 67, 69).
DEVAM EDECEK.
Şahap Eraslan: 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***