YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı Devleti’nin Batı Rumeli’yi kaybetmesinden sonra Türk nüfusun yaşadığı topraklar olarak Anadolu ve Doğu Trakya kalmıştı. İstiklal Harbi sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti topraklarının da %97’si Anadolu coğrafyası üzerinde bulunmaktaydı.
Diğer taraftan Araplar ve Arnavutlar gibi Müslüman unsurların da ayrılmasından sonra yeni bir kimlik arayışının gündeme gelmesi ve “biz kimiz?” sorusunun cevaplanması kaçınılmaz hale gelmişti.
Bu gelişmeler “Anadoluculuk” düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açtığı gibi zamanla özellikle politik söylemlerde “Anadolu irfanı” vurgusunun yayılmasına neden oldu.
ASİA MİNOR’DEN ANATOLİA’YA
Türk Dil Kurumu Sözlüğü Anadolu’yu, “Ön Asya’nın bir parçası olarak Türkiye’nin Asya kıtasında bulunan toprağı, Küçük Asya, Rum” olarak tanımlamaktadır. Yazılı olarak da “Anatoli” ifadesinin Türkçe kaynaklarda ilk defa Düsturname-i Enveri’de geçtiği belirtilmektedir.
Kelimenin aslı Yunanca “ανατολία-Anatolia” olup “güneşin doğusu, doğu” anlamına gelmektedir. Anadolu’dan önce bölgeye “Asia Minör (Küçük Asya)” denilmiş ve önceleri Ege Denizi’nden Sakarya’ya sonra da Kızılırmak’a kadar olan alan kastedilmiştir. Daha sonra da bu isim yarımadanın tamamına verilmiştir.
Roma döneminden önce bölgenin çeşitli yerlerine, buralarda yerleşen ve menşeleri oldukça karışık toplulukların isimlerinden türetilen “Lidya, Frigya, Misya, Likya, Bitinya, Kapadokya” denilmiştir.
“Anatolia” ismi ise ilk defa Bizans döneminde İstanbul’a göre daha doğuda olmasından dolayı “thema” denilen idari birimlerden İç Anadolu’nun batı kesimi için kullanılmıştır. Buna karşılık Araplar ve diğer Müslümanlar bölgeye “Rum memleketi (Roma)” demişlerdir.
“Anatolia” ismi zamanla Türkçe ses uyumunun etkisiyle Anadolu’ya dönüştü. Yıldırım Bayezid döneminde Ankara merkezli olarak oluşturulan ve Fatih zamanında merkezi Kütahya’ya taşınan beylerbeyliğin adı “Anadolu” idi.
19. yüzyılda eyalet sisteminden vazgeçilmesiyle “Anadolu” sadece coğrafi yer adı oldu ve Fırat nehrine ya da Trabzon’dan İskenderun Körfezi’ne kadar olan alana “Anadolu” denildi. Cumhuriyet döneminde ise Türkiye’nin Asya topraklarının tamamı için kullanıldı ve 1941’de toplanan Türk Coğrafya Kongresi’nde de üç coğrafi bölgenin adı oldu (İç, Doğu, Güneydoğu Anadolu).
ANADOLUCULUK DÜŞÜNCESİNİN DOĞUŞU
Güney Marmara’da kurulan Osmanlı Devleti, Orhan Bey devrinde Avrupa kıtasına geçmiş ve kısa zamanda Rumeli’de çok geniş bir alana hâkim olmuştu. Osmanlılar Edirne’yi 1361’de, Filibe’yi 1363’te, Manastır’ı 1384’te, Selanik’i ilk defa 1387’de, ikinci defa 1430’da, Yanya’yı 1432’de, Mora yarımadasını 1460’ta fethetmişti. Buna karşılık Konya ve çevresinin ilhakı Fatih devrinde, Doğu Anadolu’nun ve Maraş çevresinin Osmanlılara katılması Yavuz devrinde gerçekleşmişti.
Balkanların kaybı ve Birinci Dünya Savaşı sonunda elde sadece Doğu Trakya ve Anadolu’nun kalması, yeni bir düşüncenin filizlenmesiyle sonuçlandı. “Anadoluculuk” veya “Memleketçilik” olarak ifade edilen bu düşünce, Osmanlı devrinde “sadece vergi ve askerlik için hatırlandığından” ihmal edildiği düşünülen Anadolu’nun “anavatan” olarak ele alınarak “biz kimiz, nereye aitiz” sorularına cevap arayışıydı.
Düşüncenin ilk örneklerinin, 1911’de Nüzhet Sabit’in çıkardığı “Vazife” dergisinde yayınlandığı anlaşılmaktadır. Fikrin ilk savunucuları olan Musa Kazım, Halim Sabit, Mehmet Şemsettin (Günaltay) de 1913’te “İslamcı” Sırat-ı Müstakim’den ayrılarak yayın hayatına başlayan “İslam” mecmuasında yazılar kaleme aldılar. Dergi, Türkçülerin Türk Yurdu ile İslamcıların Sırat-ı Müstakim’i arasında bir çizgide yer almaktaydı.
Bu yazarlar, Müslümanlıkla takviye edilmiş bir milliyetçilik politikasını benimsemişlerdi. Fikrin doğuşunda hem Türkçülük hem de İslamcılığın bir ütopya olarak görülmesinin etkili olduğu ve özellikle Ziya Gökalp’in “Turancı” düşüncelerinin tenkit edildiği görülmektedir.
Fikrin önde gelenlerinden Hilmi Ziya Ülken, bu düşüncenin en önemli temellerinin 1917’de Türk Ocağı içinde atıldığını ve Mülkiye’de öğrenci iken Henri Lichtenberger’in “Richard Wagner: Poète et Penseur“ eserinden etkilenerek bu düşünceye yöneldiğini belirtmektedir.
Ülken, 1918’de el yazması olarak 12 sayı çıkardığı Anadolu mecmuasıyla da Anadoluculuk düşüncesinin kültürel boyutunu ortaya koymuş, tarihçi Mükrimin Halil (Yinanç) da fikrin tarihi, daha doğru bir ifadeyle ideolojik zemine oturmasına öncülük etmiştir.
Anadolu mecmuasının bir sayısının kapağı
1924-1925’te Anadolu dergisi bir kez daha ama bu sefer geniş bir kadroyla çıkmıştır. Hilmi Ziya, Ahmet Refik, Ziyaeddin Fahri, Necip Asım, Mehmet Emin (Erişirgil) gibi kişilerin yazdığı dergide Mükrimin Halil, Türk tarihinin Selçuklu, Osmanlı gibi dönemlere ayrılması yerine “Anadolu Türkleri Tarihi” ya da “Anadolu Tarihi” denilmesini savunmuştur.
Anadoluculuk düşüncesi bu çalışmalarla “mistik” bir görünüm kazanmıştır. Bu düşünceye göre, Malazgirt Zaferi’nden Sakarya Zaferi’ne kadar geçen dönemde (1071-1921) bu toprak için can vermiş insanların emaneti olarak görülen Anadolu, “toprağıyla, ahlakıyla, imanıyla, kaderiyle ve gerçek iradesiyle” Anadolu Türk milletini oluşturmuştur.
“Anadolu’yu bırakıp Tibet ve Urallara bakmak” yanlış görülmüş, “büyük Türkçülük (Turancılık)” yerine “küçük Türkçülük (Türkiyecilik-Anadoluculuk” tercih edilerek Türk kimliğinin asıl unsurunun Anadolu olduğu tezi kabul edilmiştir.
Burada kastedilen Anadolu Türk milleti, halkının Müslüman olması nedeniyle Müslüman Anadolu’dur. Bu yönüyle dergide Yahya Kemal, A. Hamdi Tanpınar ve Necip Fazıl’ın şiirlerinin yayınlanması şaşırtıcı olmamalıdır.
Önceden “nev Yunanilik” akımının etkisinde kalsa da sonradan Anadolucular içinde önemli bir konumu olan Yahya Kemal, “Fransız milletini, bin yılda Fransa’nın toprağı yarattı” sözünden hareketle Türk milletinin de 1071’den sonra Anadolu toprağında yeni bir kimlik kazandığını belirtiyor ve “İtalya toprağı İtalyan, Fransa toprağı Fransız, Almanya toprağı Alman ise Anadolu toprağı da Türk’tür” diyordu. Ona göre, Türkler Anadolu’da coğrafyanın, ırkın, tarihin ve İslam’ın etkisiyle yeni bir millet olmuşlardı.
Anadoluculuk edebiyat alanında da etkili oldu. Anadolu’yu ele alan edebi eserler önemli bir artış gösterdiği gibi bu akımın etkisindeki yazar ve şairler, Anadolu’ya hayranlıklarını dile getirdiler. Örneğin Faruk Nafiz, Anadolu’da “edebi ve milli bir tetkik yapıp” meşhur Han Duvarları’nı kaleme aldı.
Anadolu’ya dönük yaklaşımlar, aynı zamanda bir yol ayrımına yol açmıştır. Faruk Nafiz bunu “Sanat” şiirinde şöyle dile getirecektir:
…Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun…Ayrılıyor yolumuz!
TOPÇU’NUN ANADOLUCULUĞU
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Kemalizm’in laik bir devlet yapısını yönelme öngörmesiyle farklı bir Anadoluculuk da ortaya çıkmıştır. Bunda “Köycülük ve köye” olarak ifade edilebilecek bir düşünce savunulmuş, o zamana kadar kapalı olarak yaşayan köylere girebilen tek kişi olan “imamın etkinliğinin azaltılması” ve onun yerine “köy mualliminin yerleştirilmesi” amaçlanmıştır. “Kemalist Anadoluculuk” denebilecek bu düşüncenin yansımalarının bugün “ulusalcılık” adı altında devam ettiği söylenebilir.
Aynı dönemde bir de “Mavi Anadoluculuk” denebilecek bir akım ortaya çıkmıştır. Mavi Anadolucular, Yunan ve Roma medeniyetinin temelinin Anadolu olduğunu ileri sürmüşler ve birçok arkeolog ve tarihçiyi etkilemişlerdir. Onlara göre “Anadolu olmasaydı, hiçbir şey olmazdı.”
Savunucuları arasında Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir), Azra Erhat, Sabahattin Eyüpoğlu, Vedat Günyol, Bedri Rahmi gibi kişilerin bulunduğu bu akım özellikle Hasan Ali Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı sırasında öne çıkarıldı. Böylece İslami kimlik yerine Anadolu merkezli seküler bir kimlik inşa edilmeye çalışıldı.
Anadoluculuk akımının önemli temsilcilerinden birisi de Nurettin Topçu’dur. İlk meclisteki muhalif kesimin liderlerinden Hüseyin Avni Ulaş’ın damadı olan Topçu hem radikal modernleşmeyi hem de “materyalist dindar” dediği bazı muhafazakâr kesimleri eleştirdi. Bu özellikleri onu “Cumhuriyetin kenarda kalmış ayağı” yapacaktır.
Topçu, Mümtaz Turhan ve Ali Fuat Başgil Anadoluculuk akımını farklı bir yöne taşımışlar ve Hanefi-Maturidi geleneği çerçevesinde Yesevi kültürünün yeniden yorumlanmasıyla sosyo-politik bir simge haline getirmişlerdir.
Topçu hem Kemalizm’e hem de Mavi Anadoluculuk’a eleştiriler getirir ve bu milletin kendi rönesansını kendisinin yapması gerektiğini ileri sürer. Ona göre “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelelerinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir”.
Topçu da önceki Anadolucular gibi “biz kimiz” sorusuna cevap arar ve şu sonuca ulaşır: “Tâ Milât’tan 3, 4, 5 bin yıl evvelinde Orta Asya’dan gelip Basra Körfeziyle Karadeniz arasına yerleşenler. Sonra da bin yıl evvelden başlayarak ve birçok yollarla zaman zaman Anadolu’ya gelip eski kavimlerle Etilerin yanında yerleşen Müslüman Türkmenler. Bu gelen Türkmenler, Anadolu’da medeniyet kurmuş olan Etilerin çocuklarıyla kaynaşmışlar, onların tekniklerini temsil etmişlerdir… Demek ki bugün Anadolu’nun kendi milleti olan çiftçi köylüye, Orta Asya’daki Türkmen’in çocuğu demekten ziyade Anadolu’da yaşamış olan ve Anadolu’yu kurmuş, ilerletmiş olan kavimlerin çocuğu, Anadolu tarihinin çocuğu demek daha doğru olur”.
Topçu kendi milliyetçiliğini “Anadolu milliyetçiliği” olarak nitelemekte ve Anadolu milliyetçiliğinde esas ve mayanın “İslam” olduğunu, İslam’ın Anadolu milliyetçiliğinin ruhunu oluşturduğunu, bu ruh çıkarıldığında geriye sadece iskeletin kalacağını ileri sürmektedir.
Bütün milliyetçi eğilimlerde olduğu gibi muhafazakâr Anadolucular da “ötekini” tarif etme ihtiyacı duymuş ve onlar için “öteki” bazen Osmanlı döneminin devşirmeleri, bazen Rumeli’den göç eden Müslüman halk bazen de komünistler veya Yahudiler olmuştur.
ANADOLU İRFANI
Anadoluculuk fikri sonraki dönemlerde Türkçülük, İslamcılık gibi akımlara eklemlenerek varlığını devam ettirdi. Diğer taraftan da “Anadolu insanı, Anadolu irfanı” vurgusu öne çıkarıldı.
Aslında “Anadolu irfanı” ifadesinin kullanışlı bir kavram olarak bazen doğrudan İslam, Müslümanlık ya da tasavvuf kelimelerini kullanamayanların, bazen de politikacıların popülerliğinden dolayı tercih ettikleri bir ifade olarak karşımıza çıktığını söylemek yanlış olmaz.
Elbette ona çok büyük anlamlar yükleyenler de var. Bazı yazarlar Anadolu irfanını “farklı inançlardaki insanların birlikte yaşama kültürü”, Mevlâna, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Nasreddin Hoca gibi sembol kişilerin davranışları, kullandıkları dil, Anadolu’nun İslamlaşma sürecinin adı olarak yorumlamaktadır.
Özellikle son dönemde Anadolu irfanının farklı şekilde kullanıldığı da görülüyor. Mesela 15 Temmuz’da halkın “Anadolu irfanı” sayesinde sokaklara döküldüğü ve bu irfanın “devleti, milleti ve Ehl-i Sünnet’i korumayı amaçladığı” ifade ediliyor.
Sonuçta Anadoluculuk fikrinin bir yansıması olarak yorumlanabilecek “Anadolu irfanı” ifadesinin daha çok “hamasi” ve ideolojik yaklaşımların sonucu olarak kullanıldığı, bunun sonucu olarak da her kesimin farklı şekilde tanımlar yaptığı söylenebilir. Bu da “Anadolu irfanı” söyleminin ne kadar muğlak bir kavram olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
***
Kaynaklar: H. Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, Ülken, 2004; K. Çağan, “Anadoluculuk ya da Türk-İslam Milliyetçiliği” , Nurettin Topçu Bugün Bize Ne Söyler? , Ankara, TYB, 2006; M. Tuncel, “Anadolu”, DİA, C. 3; A. Pakiş, Kimlik ve Siyaset Bağlamında Anadoluculuk Hareketi, YTÜ SBE Doktora tezi, İstanbul, 2013; M. Atabay, “Anadoluculuk”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İstanbul, İletişim, 2008, C.4.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***