Yazdığım son yedi yazıda milliyetçiliğin bazı özelliklerinden söz ettim. Örneğin, “milli” eğitim yüzünden insanların nasıl olaylara belli bir açıdan baktıklarını, tarafsız olamadıklarını, nasıl önyargılı olduklarını ve dolayısıyla yanlı düşündüklerini örneklerle açıklamaya çalıştım. Pek çok olayı her milletin farklı yorumladığını gördük. Sonunda “düşünmek” dediğimiz işlevin karmaşık bir olay olduğunu göstermeye çalıştım. Ve insanların büyümüş oldukları çevrenin etkilerinin bilincinde olmadan doğru ve dengeli yargılarda bulunamayacaklarını dile getirdim.
Farklılığın ve çeşitliliğin yoğunca yaşandığı ortamlarda – ve diasporalar genellikle böyle ortamlarda yaşar – insanlar dışlandıkları için sıkıntıda olsalar da bir bakıma da şanslıdırlar: Çelişkileri, tutarsızlıkları ve olumsuzlukları kendi pratikleri sayesinde görebiliyorlar. Milliyetçiliğin “tuzaklarını” aşanların ise, farklı bir toplum tasavvuru benimseyebildiklerini de örnekler vererek hatırlattım. Böyle insanların görece daha az önyargılı, yabancıya ve farklı olana daha az mesafeli olduklarını da yazdım.
Etnik anlaşmazlıkların ve önyargıların temelinde milliyetçiliğin olduğu çok söylendi. Ama nedir milliyetçilik? Bu konuda, hiç abartmadan söyleyeyim, yüzlerce kitabın ve binlerce makalenin yazılmış olduğunu görüyoruz! Böylesine geniş bir yayını gerektirecek karmaşık bir şey midir milliyetçilik? Herhalde değildir; ama milliyetçilik kimliğimiz ve inancımızla ilgili bir kaynak (referans) olduğu için insanlar bu konuda “duyarlı” olup, duygularının etkisinde kalarak “onay önyargılarına” sığınırlar (bkz: 3 nolu yazım), savunma mekanizmaları oluştururlar ve milliyetçilik bir kavga alanına dönüşür.
Milliyetçilik konusunu acaba hangi açıdan ele alsam, neresinden başlasam diye düşündüm: tarihsel doğuşundan mı, milli devletlerin doğuşunu sağlayan felsefi yanından mı, sağladığı psikolojik tatmininden mi, dünyada egemenliğini kurmuş ideolojik yanından mı, bugüne kadar akademik dünyada yazılanlardan mı, diye. Sonunda, bu yazıya başladığım günlerde okuduğum bir haberle, yani güncel bir olaydan başlamayı seçtim. Ve bu konuda okur için bir test de oluşturarak.
Önce olayı aktaracak sonra test sorusuna geçeceğim. Bakalım testte başarılı olabilecek misiniz? 23 Nisan günü milletvekili Garo Paylan Millet Meclisi’nde bir öneride bulundu. Ermeni soykırımının tanınmasını istedi ve bu olayın faillerinin isimlerinin kamusal alanlardan kaldırılmasını talep etti. Şöyle konuştu:
“Ermeni Soykırımı’nın failleri olan dönemin devlet görevlilerinin isimleri, inkâr politikasını destekler biçimde, başta Ermeni Soykırımı’nın baş faili Talat Paşa olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında kamusal alanlara; sokaklara, parklara, okullara verilmiştir. Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi, Kütahya Mutasarrıfı Ali Faik Bey, Konya Valisi Celal Bey, Boğazlıyan Müftüsü Mehmet Hüsnü Efendi gibi Tehcir uygulamasına ve katliamlara karşı duran ve bu nedenle bedel ödeyen vicdanlı devlet görevlilerinin isim ve hatıraları ise toplumsal hafızadan silinmiştir.”
AKP sözcüsü Ömer Çelik ise Twitter hesabından “TBMM çatısı altında görev yapan ve milletvekili sıfatı taşıyan bir kimsenin, 1915 yılında Osmanlı Devleti’nde yaşanan olaylar hakkında tarihi ve hukuki dayanaklardan yoksun ve asılsız iddiaları esas alan teklifini reddediyoruz ve şiddetle kınıyoruz. Bu, ahlaksız bir tekliftir. Hiç kimse milletimize soykırım iftirası atamaz. Yüce Meclis’in çatısı altında birinin bunu yapması ise siyasi ahlaksızlıktır” ifadelerini kullandı.
İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener ise “TBMM’ye verdiği ‘sözde soykırım’ teklifiyle, milletimizin başını yere eğdirmeye kalkan hadsizliği şiddetle kınıyorum. Büyük Türk Milleti’nin, gurur duyulacak bir tarihi vardır” dedi.
Paylan’a itiraz edenlerin sözlerinde bir çelişki veya bir tutarsızlık görüyor musunuz? Sorduğu soru “soykırımın” gerçek veya yalan olmasıyla ilgili değil. Başka bir şeyle ilgili. Pek çok okurun bir tuhaflık görmeyeceğini sanıyorum. Bir ipucu vereyim: Paylan’ın – haklı veya haksız – iddiasını bir daha okuyun, sonra da itirazlara bir daha bakın. Tutarsızlık var mı?
Tutarsızlık görmüyorsanız bu, milli eğitimin ve genel milli söylemin etkisinde olduğunuzdan olabilir. .
Tutarsızlık açıktır. Payan “milletten” söz etmiyor. İddiası “faillerdir” ve onlardan ismen söz ediyor. Ve bu faillerin karşısına da, farklı davranmış olan birilerinden söz ediyor: Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi, Kütahya Mutasarrıfı Ali Faik Bey, Konya Valisi Celal Bey, Boğazlıyan Müftüsü Mehmet Hüsnü Efendi, diye. Ömer Çelik ve Meral Akşener neden “milletten” söz ettiler acaba? Neden “Hiç kimse milletimize soykırım iftirası atamaz” ve “milletimizin başını yere eğdirmeye kalkan hadsizliği şiddetle kınıyorum” demişlerdir?
İşte bence milliyetçiliğin en temel özelliği budur: insanları bir milli bütün içinde aynı özelliklere sahip birileri olarak görmek! Eğer bazı Türklerin kötü bir şey yaptığı kabul edilirse Türk milletine leke sürüleceği anlayışı! Oysa Paylan vicdanlı devlet görevlilerinden de söz ediyor.
Bu “milli duyarlılık” yüzünden artık konu soykırımın gerçekten olmuş veya olmamış tartışmasından çıkıyor ve milletin (milletimizin) “özü” tartışılmaya başlanıyor: Türkler soykırım yapar mı, yapmaz mı? Hangi milletler soykırım yapar?
Tabi bu milli anlayışa göre, “millettin karakteri” bir bakıma her birimizin karakteri anlamına da gelir. Millet kavramı ile tarih içinde süreklilik oluşturan ve benzer kişiliklerden oluşan bir insan topluluğu kastedildiğinde, eskiden ecdadın yaptıkları ile “bizim” aramızda doğrudan bir bağ kurulur. Örneğin, Talat Paşa’nın yaptıklarından “biz de” kendimizi sorumlu hissederiz. Oysa Garo Paylan, tehcir uygulanmasına karşı çıkanlardan da söz etmişti … neden onlarla özdeşleşmeyiz?
Soykırımın “gerçek olduğunu” savunanların Talat Paşa ile değil de, örneğin, Boğazlıyan Müftüsü Mehmet Hüsnü Efendi ile özdeşleştiği hiç aklınıza gelmiş midir?
Millet kavramına tarih içinde süreklilik sergileyen “benzer” insanlar olarak baktığımızda, milletler de bir değer sıralamasına girer: soykırım yapmayanlar (Türkler en başta) ve yapanlar (örneğin Yahudiler, Batılılar) diye ayırmaya başlarız! Bu sıralama milliyetçiliğin kalıpyargılarıdır (stereotipleridir), milli önyargılarıdır diyebiliriz.
Bu tür genellemeler tarih içinde çok görülmüştür. Aslında genellemeler insanların düşünme biçiminin bir özelliğidir. İnsan grupları kendileri ve ötekiler için genellemelerle düşünürler; ve bunun önüne geçilmesinin tek yolu bu “insani eğilimin” bilincine varmak ve elden geldiğince dikkat etmek. Milli genellemenin özelliği insan gruplarını “millet” temelinde görmektir. Eskiden din grupları veya bölgesel nitelemeler veya tabası olunan krallar/sultanlar genellemelerin kıstası olurdu. Bu konuya pek çok örnekle yeniden el alacağım.
Son birkaç yüzyılda hepimiz milli devletler içinde yaşadığımız ve hemen hemen hepimiz bir etnik/milli kimlik taşıdığımız için bu millet aidiyetini çok sık yaşarız. Örneğin, Türk kimliği taşıyan biri belli bir alanda, diyelim sporda, edebiyatta veya bilimde, bir başarı sağladığında neden kendimiz de gurur duyarız? Çünkü onun başarısı bizim de başarımızdır! Milletin her bireyi milletin her bireyi ile olumlu veya olumsuz bir aidiyet yaşar. Milli aidiyettin böyle bir işlevi var. Ve varsın biz, kişi olarak, sporda, edebiyatta veya sanatta dünyanın en geri kişisi olalım!
Millilik böyle bir şeydir. Bu durumun iyi veya kötü olduğunu iddia etmiyorum – şimdilik! Yazıya son vermeden milli genellemelerle ilgili yaşadığım trajik/komik bir olayı anlatayım. 2010 yıllarıydı. Almanya’nın Braunschweigh kentinde bir enstitüde Türk ve Yunan okul kitapları konusunda bir konuşmam vardı. Toplantıdan sonra yöneticiler gülümseyerek “gel sana bir şey gösterelim” dediler. Alt kata indik ve yandaki tabloyu (veya ona benzeyen birini, emin değilim) gösterdiler. Tablo Völkertafel (Milletler çizelgesi) adıyla bilinir. Ressam adı belli değil. Herhalde 18inci yüzyılın sonlarında çizilmişti.
Bu tablo milli genellemelerin ve önyargıların şahikası sayılır. Yatay olarak milletler sıralanmış: İspanyol, Fransız, İtalyan, Alman, İngiliz, İsviçreli, Polonyalı, Macar, Rus (Moskovalı diye yazmışlar) ve –sıkı duruın – Türk ve Yunan, her ikisini aynı kişi temsil ediyor. Demek o yıllarda Batılılar Doğuyu öyle algılıyormuş. Dikey olarak da bu milletlerin “özellikleri” sıralanmış ve bu özellikler bir tek kelime ile açıklanmış: Milletlerin gelenekleri, özleri, zekaları, bilimsel yetenekleri, giyimleri, kötü yanları, neyi sevdikleri, hastalıkları, askeri yetenekleri, dini inançları, nasıl öldükleri vb. açıklanıyor. Tabii, tahmin edebileceğiniz gibi Almanlar pek çok olumlu özelliklere sahipler, doğuya yöneldikçe durum kötüleşiyor! Türk/Yunan denen “milleti”, iyisi mi, hiç anlatmayayım!
Bazen bu tablo aklıma gelir, “bugün milletler konusunda çok mu farklı düşünüyoruz?” diye sorarım kendime. “Biz” ve “Öteki milletler” konusunda ne denli tarafsız ve hakkaniyetli yargılarda bulunuyoruz ki? Arada Ötekiler ile ilgili genellemelerde bulunup, bunlar “soykırım yapar”, veya “ırkçıdırlar”, “bencildirler” demez miyiz? Veya, tamam, o denli bağnaz değiliz diyelim, ama bu genellemelerin ve kalıpyargıların hiç mi izleri yok bugün de her birimizde, diye kaygı duyarım.
Milliyetçilik konusunda bir önsöz sayın bu yazıyı.
Serbest Görüş:
dMilli algı ve taraf olmak
dOkul kitaplarına farklı bir açıdan bakmak
dOkul kitapları: Farklı üç yaklaşım
dAnlamak zor ve karmaşık bir olaydır
dBir arada yaşamak: Eskiden ve şimdi
dYunanistan’da Türk diyasporası (1)
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***