Bir durumu anlatmak başka, o durumun gerçekten öyle olduğu konusunda karşınızdakini ikna etmek başkadır. Aynı görüşte olmadığınız birine kendi “doğrumuzu” kabul ettirmek – derler ya! – deveye hendek atlatmak kadar zordur. Yani hemen hemen imkânsızdır.
Öğrencilerimin karşısındayken milli veya milliyetçi görüşün “çevremize belli bir biçimde bakmaktır” görüşünü nasıl anlatır ve inandırıcı olurum diye çok düşündüm. Şunu denerdim. Karatahtaya küçük ve büyük boyda üçgenler, dörtgenler ve daireler çizerdim. Bunların yarısını da beyaz tebeşirle boyardım. Sonra öğrencilerimden bunları tasnif etmelerini – sınıflandırmalarını, gruplara ayırmalarını – isterdim.
-Hangi kıstasa göre? diye soranlar olurdu.
-İstediğiniz kıstasa göre, derdim.
Lafı uzatmayayım, tasnifin sonunda pek çok “grup” çıkardı ortaya. Öğrenciler aynı şekillere “bakıyordu” ama farklı gruplar “görüyordu”. Kimileri çizilenleri büyük/küçük, başkaları beyaz/siyah diye ikiye veya dörtgenler/üçgenler/daireler olarak üçe ayırırdı. Kimileri düz çizgili olmadıkları için dairleri ayrı gruba, dörtgen ve üçgenleri ayrı tarafa koyardı. Kimileri hem şekilleri ayırırdı hem de renklerine göre bir kez daha. Çok farklı sınıflamalar görürdük. (Yanılmıyorsam toplamı 20nin üstündedir!)
Benim de katkım olurdu. Neden “hepsi hocanın çizdiği şeylerdir” deyip bir tek grup olmasın ki diye sorardım.
Sonra işin özünü ele alırdık. Aslında, diye anlatmaya çalışırdım, bu tasniflerinizi yanlış veya doğru diye değerlendiremeyiz. Bu şekiller gerçekten böyle farklı gruplar olarak ele alınabilir. Her sınıflandırmanın bir mantığı var. Hepsi doğru.
Ama çevremize de bu biçimde bakarız. Etrafımızda sayısız insan var. Bunları nasıl sınıflandıracağız? Sonsuz gruplaştırma biçimleri var. Bir kaçını hatırlatayım:
İnsanları kadın/erkek veya yaşlı/genç/çocuk diye gruplara ayırabiliriz. Veya ırklarına göre beyaz/kara/sarı ırk diye. Veya okuma yazması olmayan ve yüksek tahsilliler olarak; veya bekâr/evli olarak; zeki/geri zekâlı; çalışkan/tembel olarak. Veya ideolojilerine göre sol/sağ veya dinine göre Müslüman/Hıristiyan vb. olarak. Veya dindar/dinsiz olarak; veya ırkçı/liberal; AKPli/CHPli veya Cumhur ittifakı/Millet ittfakı taraftarı diye veya Doğulu/Batılı (veya Batıcı) diye.
Bu listeyi uzatabilirim. Örneğin, oğlumuz hastalandığında benim öne çıkan kimliğim “baba” kimliğimdi. Her şey unutmuş oğlunu düşünen bir kişi olmuştum. Sonra bu sorun aşıldığında pek çok kimliklerime dönüverdim: Mühendislik diye bir meslek kimliğim ile edebiyat tutkumun beslediği bir sanatsal kimliğim öne çıktı. Kendimi aynı kimliği taşıyanların grubunda gördüm.
Hangi sınıflandırma, hangi kimlik veya kimlikler önemli ve anlamlı diye sorarsak, bu soru yanıltıcı olabilir. Dönem dönem bazı kimlikler öne çıkar, kimi zaman da bireylerin kişisel durumları bazı kimlikleri daha anlamlı kılar. Gruplarımızı da ona göre oluştururuz. Düşman saldırınca daha vatanperver olur insanlar, dinlerine saldırılınca daha dindar, kızlarına saldırılınca insanlar “feminist” olabilir. Yani kimlikler konjonktüre göre öne çıkar veya “unutulur”.
Milli kimlik ve milliyetçilik de öyle: Çevremize bakmanın bir biçimidir. İnsanlar etraflarına baktıklarında sonsuz gruplaşmaları ikincil sayıp, insan gruplarını “milletler” olarak görürler. Dönemimizde “nesin?” diye sorduklarında genellikle “hangi etnik gruptansın” anlamındadır bu soru.
Ve cevap olarak, ben bir Fenerbahçeliyim/solcuyum/sağcıyım/emekliyim/işsizim/kanserliyim/vejetaryenim demeyiz; Türküm, Fransızım vb. deriz. Çünkü zamanımızda millilik, milli kimlik ve milliyetçilik çok yaygın ve egemen bir kimlik ve ideoloji oldu.
Milliyetçi ideolojinin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı ve neleri yarattığı başka bir yazı konusudur. Şu an söylenmesi gereken, “milli sınıflandırmanın”, bir hocanın karatahtaya çizdiği dörtgenler ve daireler kadar etkisiz ve zararsız bir olay olmadığıdır. İnsanların etraflarına baktıklarında neleri “gördükleri” iç dünyalarıyla ilgili bir durumdur. Neler “gördüğümüz” duygularımızı, algılarımızı ve sonuçta kimliğimizi ve “bizi” gösterir.
Bu konuda psikolojinin Rorschach testinden söz edebiliriz. Bu test standart mürekkep lekelerini andıran on fotoğraftan oluşuyor. (İlişikte bu testin iki örneği var) İnsanların o lekelere baktıklarında gördükleri aslında iç dünyalarının dışa vuruşu sayılır. Bu konuda ayrıntıları İnternette bulabilirsiniz. Bizi şu an ilgilendiren baktıklarımızın aynı olsa da “gördüklerimizin” aynı olmadığıdır. İnsanlar inançlarına, duygularına ve algılarına göre farklı şeyler görür. Bize öğretilenler de özellikle etkilidir bu alanda. Milli ve milliyetçi görüş de, bu anlamda, “çevremize belli bir biçimde bakmaktır”.
Nedir bu “belli algılama/görme” biçimi? Milli ve milliyetçi dünya görüşüne inanmış olanlar insanlara baktıklarında yukarıda sıraladığım insan gruplarını değil, en başta milli bir grubun bireylerini görürler. Örneğin, Fransa’da sokakta gördükleri bir kimseye baktıklarında bir solcu/sağcı/dindar/dinsiz yada bir baba/emekli/memur görmezler, en başta bir “Fransız” görürler. Ve o insanda aynı zamanda bir milli özelik “görürler”. O “Fransızın”, ne “anlama” geldiği milli tarih çerçevesinde bize zaten önceden öğretilmiştir. Yani sokakta gördüğümüz bir bireyi önce bir etnik/milli algı çerçevesinde (Fransız, Rus, Ermeni), sonra da onu, bize öğretilen “milli karakter” temelinde “görürüz”.
Farklı milletlere bağlı bireylerin olayları bütünüyle farklı biçimde değerlendirmelerinin nedeni budur. Önceki yazılarımda Fransız devriminin farklı ülkelerde bütünüyle farklı değerlendirildiğini göstermiştim. Nedeni milli milliyetçi algıdır.
Bu algının sonuçları çok yanlıdır. Artık pek çok olayı, gelişmeyi ve kimseleri “milli” ve “milliyetçi” bir temelde görürüz. Şimdiki halimiz ve geleceğimiz de milli bir olay olarak yaşanır. Yurttaşlar milli davaların araçları olurlar, gelecek derken “milletin geçeceği” anlaşılır, komşuya bakarken milli davaya (sözde) etkisiyle değerlendirilir. Bireyler ve sonsuz kimlikler gittikçe soluklaşır, hatta silinir “millet” diye soyut bir kavram varlık nedenine dönüşür. “Beka sorunu” lafını hatırlatırım!
Farkında bile olmadan somut dünya, ideolojik soyut ve hayali bir dünyaya dönüşür. Her şey bu kavrama “armağan edilir”. İnsanın hayatı bile ikincil olabilir. Milliyetçiliğe “laik din” diyen araştırmacılar var.
Oysa insanlar milliyetçi algının dışında farklı şeyler de görebilir. Örneğin, Marksist bir insan sokakta gördüğü bir insanı, bilincinden bile olmadan, onu işçi ve işveren olarak “görebilir”; yani bu örnekte algı dünyası sınıfsaldır, milli değildir.
Dindar bir insan, bireyleri inancının temelinde “görür” ve değerlendirir. İnsanları Müslüman, Hıristiyan, Yahudi olarak görür – en başta. Ama dindar bir kimse farklı bir sınıflandırma da yapabilir, insanları dindar/dindar olmayan diye iki gruba ayırabilir.
Zamanımızda bu “grupların” dışında başka sınıflandırmalar da olabilir. Bir insana baktığımızda, iç dünyamıza, duygularımıza, kaygı ve beklentilerimize göre, o kişide başka özellikler arayabiliriz. Demokrat veya baskıcı bir rejim yanlısı olup olmadığını düşünebiliriz, onun etnik yanını veya dini inancını aklımıza pek getirmeden.
Demek istediğim, milli ve milliyetçi algının (ikisinin farkını ilerde ele almak istiyorum) insanın düşüncesini ve davranışlarını sınırlayan bir görüş olduğudur. Milliyetçilik tarihi bir gerçekliktir, ama tarihi olduğu için de değişimlere açıktır. Millilik konjonktüreldir, yani bir döneme özgü bir inançtır. Farklı görüşlerin varlığı, yani farklı dünya görüşleri şu an anti-milliyetçi tezler olarak gündemdedir. Bu alandaki çatışmalar anlaşılmadan, alternatif dünya görüşleri bilinmeden, insanlar ne bilinçli davranışlara yönelebilirler ne de huzura kavuşabilirler.
Özellikle küreselleşme ile farklılık sergileyen insan gruplarının daha da iç içe yaşamaya başladığı dünyamızda bu milli/milliyetçi dünya görüşünün etkilerinin anlaşılması hayati bir önem taşır.
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***