Bebeklik çaresizlik ve yetişkinlere varoluşsal bağımlılık demektir. Bebek ya da çocuk yeni biriyle ve yeni bir durumla karşılaştığında yabancılık çeker ve iki eğilim ortaya çıkar: Merak ve korku. Yabancı düşmanlığı, ötekinden korku ve nefretin ilk ortaya çıktığı yerdir bebeklik. Çocuk yeni biriyle veya durumla karşılaşınca yeni olanın iyi ya da kötü mü olduğunu anlamaya çalışır. Yabancıyı kendisine tanıdık yapabilmek için kendi tanıdığı sisteme tercüme etmeye, tanıdığı kodlar üzerinden onu kendisi için anlaşılır kılmaya çalışır. Avusturalya’da hayatında ilk kez bir kanguruyla karşılaşan bir insanın tepkileri de aynıdır. Yani insan yabancı bir durumla karşılaştığında bu durumu kendi tanıdığı sistem üzerinden anlamaya çalışır. Peki kriz olunca ne olur?
Fantezinin gücü
Kriz bizim tanıdığımız, alışageldiğimiz durumun dışında, yabancı, beklenmedik bir hal demektir. Yani bizim tercüme etme ve anlamlandırma mekanizmalarımızın işlemediği bir durum oluşur. Bu ise, ilk önce çözümsüzlük ve çaresizlik yaratır. Bu ‘yabancı’, alışılmadık ve öngörülmemiş durum çocuklarda olduğu gibi belirsiz bir korkuya da neden olur. Korkunun olduğu yerde kahramanlık fantezisi, çocuğun sığındığı ve kendini sakladığı alandır. Bu fanteziler güçlülük, yücelik ve iş bitiricilikle süslenir. Arkadaşlarından dayak yiyen çocuğun kendini Süpermen sanması bazen bu yüzdendir. Süpermen olarak bir daha dayak yememek ve aynı zamanda başkalarına dayak atabilmek! Bu fantezi dayak yiyen çocuğun fanteziler üzerinden kendisini teselli etmesine de yarar. İşte bu çocukça mekanizmayı yetişkinler de kriz anlarında devreye sokarlar. Çocuklukta çok doğal görünen ve gelişime katkı sunan bu mekanizma yetişkinlikte patolojik renkler içerir. Kriz büyüdükçe daha çok palavra sıkan, “Daha da solladık, yedi düveli yendik, kalkıyor, kalkıyor arsa bir iki, Mars’a bir iki!” naraları biraz böyle bir şeydir. İşte, beklemediğimiz insanların bu kadar çukurlaşmaları, çukurda daha da çukurlaşmaları tiksindiricidir…
Yaşamak bir risktir
Çocuğun korkularını azaltmaya yarayan bir durum da, anne-babasının gücünün çok olduğuna inanması ve bu güçlü insanların kendini koruyacağını sanmasıdır. Çocuk bir dönem sonra anne-babanın da gücünün sınırlı olduğunu fark eder. Bu onun için narsistik bir krizdir: Güçlü olmayan anne-babanın çocuğu olmak, mutlak bir korunmadan mahrumiyet! İşte burada anne-baba gücün ve yaşamın sınırlı olduğunu, insanın sonsuz gücünün olmadığını çocuğa anlatmak ve hissettirmek durumundadır. Çocuğun bu realiteyi kabul etmesini sağlamak ama bu sınırlılık halinin insanın güzel bir hayat sürmesini ve mutlu olmasını engellemeyeceğini çocuğa kavratmak, böylece çocuğun hayatına ve hayallerine realiteyi sokmak anne-babanın görevidir. Türkiye’de sıkça, çocuğa sınırlılığı kavratmak yerine çocuğun hayal aleminde kalıp realiteden kaçınmasına hizmet edecek hikayeler anlatılır. Bu anlatılar çoğunlukla kutsal üzerinedir. Dinsel anlatılar çocuğu realiteden uzaklaştırarak ‘kurgusal bir realite’ sunar. Bir dönem sonra bu kurgusal/hayali anlatılar realitenin yerini alır. Bu anlatılar kutsala dayandırıldığı için de sorgulanmaz. Komplo anlatıları da realiteden uzak ama anlatılar üzerinden oluşturulan kurgu realitelerdir. Şunu demek istiyorum: Komplo anlatılarına yakın kültürel ve dinsel bir dünyayı kavrama biçimimiz var. Krizlerde bu yatkınlık sürekli kötüye kullanılır. Bu anlamda krizlerde mucize ve keramet beklentileri, kötüyü sabitlemek ve ulaşılmaz, görülmez bir yere işaret etmek tanıdık bir şeydir. “Bu kardeşinize oy verin, her sorunu hallederim!” deyip tek yetkili olmak ama her olumsuzluktan bir “dış güçler ve yerli işbirlikçileri” masalı uydurmak, halkın da bu palavrayı alması… Yaşamak belirli bir riski üstlenmektir. Her anne-babanın bu risk bilincini ve riske tahammül edebilmenin bir olgunluk olduğunu çocuğuna öğretmesi görevidir.
Çocukların soruları
Çocukların dünyayı anlama çalışmaları sorularla olur. Bu soruları en güvendikleri insanlara sorarlar. Bu ne, bu neden böyle, niye…? Bu sorular ve verilen yanıtlarla hayatı anlamlandırır, olguları ve olayları birbirleriyle ilişkilendirerek bir kavrama ve düşünme sistemi kurarlar. Anlamadığımız, anlamlandıramadığımız olaylar ve olgular bizi rahatsız eder. Bununla birlikte, çocukların her sorusuna verebileceğimiz mantıklı bir açıklama yoktur. Zaten bu dünyada her sorunun bir yanıtı da yoktur. Bazı sorular anne-babayı zor durumda bırakır. Bazı sorulara verilen yanıtlar totolojidir; bir şeyi kendisiyle açıklarız. Bazı sorulara açıklama bulamadığımızda basite indirgenmiş kestirme yanıtlar veririz. Bu yanıtlar çocuğu doyurmasa da sorgulamayı bitirir. Allah böyle istemiş, biz Türkler böyleyiz, ben erkeğim yaparım… Çoğu kez de “İşte…” demek yeterli bir cevap olarak görülür. Yetişkinleri örnek alan çocuklar da bir dönem sonra bu tür açıklamaları üstlenir, böyle kavra(ma)maya başlar.
Ülkede krizler arttıkça, insanların iktidarın sunduğu açıklama olmayan ama açıklama gibi sunulan beyanları kabul etmesi şaşırtıcı değil. “İtibar, dış güçler, Cenabı Allah’ın emri, kitabımızda bu yazıyor…” Savaş, göç akımları, insanların özgürlük istemleri vb. karşısında kutsalın arkasına gizlenip bordeline yanıtlarla en zor meseleleri bile anında çözebiliyorsunuz. “Hangi partiyi tutuyorsunuz?” sorusu nasıl bir insan olduğunuzu belirliyor. Ekonomik krizler, sosyal krizleri ve aile içi krizleri de beraberinde getiriyor. Savaş da öyle… Savaş içinde olan toplum bir dönem sonra savaşı cepheyle sınırlı tutamıyor, hayatın birçok alanı aynı zamanda muharebe alanına dönüşüyor. Kürtlere yapılan zulmün ve Fetöcü avının bir bumerang gibi dönüp tüm ilişkileri zehirlemesi bu durumla ilgili: Krizler ve savaşlar, düşünme ve davranma sistemlerimizi bozuyor. Suruç İstanbul’a, Bank Asya Ankara’ya geliyor; komşular arasındaki ilişkiye, hatta sağlıklı beslenme programlarına sızıyor. Farklı kültürlerdeki faşizmler farklılıklar gösterse de temel yapı değişmiyor: Şiddet, katliam ve savaş seviciliği! “Vatan, millet, Sakarya” söylemi faşizmin bu temel özelliğini değiştirmiyor, sadece bu zulüm failler için kutsala dönüşüyor. Yaptığı zulmü kutsal sayanlarda da bu yüzden vicdan, suç bilinci ve suçluluk duygusu oluşmuyor…
Psikanalist Donald Woods Winnicott’un geliştirdiği bir kavram var: Birincil annelik duygusu (primäre Mütterlichkeit). Bu duygu empati, merhamet ve şevkati de içeriyor. Empati ve merhamet kendimizi ötekinin yerine koyarak, ötekiyle özdeşleşerek ve benzeşerek ötekini hissetme ve bu his üzerinden onu anlamaktır da. Empati ve merhamet üzerinden ilişkilenmek, “öteki”yle yakınlaşmak… Kadın yanında getirdiği kaptan kemikleri çıkarıyor. Köpekler onu tanıyor olmalı. Yaklaşıp köpekleri çağırdığında koşarak ona doğru geliyorlar. Kemikli etleri çeşitli yerlere dağıtarak, adil olmaya da özen göstererek köpekleri doyuruyor. Konuşuyor köpeklerle. İnsan dilinin dışında konuştuğu dilin, belki tonundan, belki köpeklere tanıdık gelmesinden köpeklerle konuşmakla kalmıyor, anlaşıyor da. Bir köpek çok ürkek yanaşıp, yanaşıp uzaklaşıyor. Kadın ona doğru gidiyor, bir şeyler söylüyor. Onun da doymasını ve diğer köpeklerin onu dışlamasını engelliyor… Düşünüyorum da, sanıyorum kadının konuştuğu bu yumuşak, okşayıcı dildi, şevkat… Biz yöneticilerin de yönetirken annemiz/babamızın duyarlılıklarıyla bizi yönetmelerini bekliyoruz. Adil, şevkatli, hakkaniyetli, merhametli ve empatik… Ama Erdoğan, Soylu, Bahçeli’yi televizyonlarda bağırırken, sağa sola meydan okuyup tehditler savururken görünce tiksinerek ilişkilenebiliyorsunuz…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***