Yas süreci ve hatırlama arasındaki hakiki bağları görünmez kılan savaş, acının, kayıpların, travmaların zamansız olduğunu söyler. Oysa bir daha yaşanmasın düşüncesiyle inşa edilen anıt mezarlar, heykeller, destanlar, şiirler, romanlar filmler savaşın tahribatını kendi yöntemleriyle siliyor.
Uzun ölüm isim listeleri, dev anıtlar, şeref madalyaları, evsizlik, yurtsuzluk, göç tarihi boyunca savaşmaktan vazgeçemeyen insanın ortak hafızasında yerleşerek putlaştırıldığı için her nesil kendi savaşını yeniden unutarak hatırlıyor.
Savaşın can yakan görünür vahşetinden öte kendini sürekli tekrarlayan bu tuhaf çelişkinin muhtelif veçheleri var. En güçlüsü milyonlarca insanın ölümüne neden savaşların sebebine dair hep büyük ve anlamsız bir belirisizlik olması sanırım. Ortaya sürülen gerekçeler çoğunluğu ikna etmese de savaşı “anıtlaştırmaya” hizmet ediyor ve maalesef her defasında işe yarıyor.
Geçmişin karanlığından geleceğin hafızasına taşınan acıları sağaltmak için adil bir zaman duygusuna ihtiyaç var öncelikle. Bir de insani bedellerin “büyük zaferlerin” altında kalmaması gerektiği inancına. O hislerin kuytusunda yaşamayı kutsayan sessiz mısralar, telafi edilemeyen acılar ve ölenlerin sadece savaşta ölü olmadığı bilinciyle kıvranan bir çaresizlik saklı.
Denemelerini sevdiğim Claudio Magris’in sorusu bu çelişkiyi düşündürüyor;
“Yeni doğmuş incecik Tuna’ya bakarken, değişik halklar ve ulusların arasından geçerek onu deltasına kadar izlerken, kendi kendime kanlı savaşların arenasına mı gireceğim, yoksa her şeye rağmen o uygarlık ve dil çeşitliliği içerisinde birlik olmuş bir insanlık korosuna mı katılacağım, diye soruyorum.”
O bir yazar olarak Tuna nehrinin izlerini sürerken bir seçim yapması gerektiğini düşünmüş. Savaşın anonim hafıza yükünden kurtulup bireysel duruşlarıyla özgürleşmek isteyen herkes böyle bir sorunun etrafında insani olana yaklaşmayı deneyebilir. Hafızanın lekelenip geride anlamsız boşluklar bırakmasına mani olabilecek çaba, “insanlığın” hangi kısmına tutunduğumuzla ilgili kanımca.
Anıt mezarlar ve “kahramanlar”
Kurgu, deneme, eleştiri, seyahatname gibi farkı türleri ustalıkla buluşturabilen Geoff Dyer’ın, savaşın nasıl hatırlandığı meselesi üzerinden farklı algılama biçimlerini anlattığı kitabı ‘Yeniden Anımsanan Savaş’ın soruları bu çerçevede şekilleniyor.
Ziyaret ettiği anıtlar ve mezarlıkların yanısıra sembolleşmiş fotoğraflara, filmlere romanlara ve şiirlere bakarak öngörülebilen savaşların tahribatını anlattığı denemelerin merkezinde Birinci Dünya savaşı var. Ona göre bu savaş (Büyük Harp) geçmişin mirasını yerle bir ederek tarihsel sürekliliği sekteye uğratıyor. Ama savaş İngilizler için (hatta belki dünya için) geçmişi yok ederken onu muhafaza etmeye de yardım ediyor. Yani “geçmiş” onu yerle bir eden savaş tarafından korunuyor.
Savaşı hatırlama biçimlerimizin henüz savaş bitmeden tesis edildiği pek düşünülmüyor. Yıkım mimarlarının “kahramanlığı” sonradan bir erdem olarak sunacağını bilenler, bazen isteyerek bazen de kaçınılmaz koşullar nedeniyle hep aynı tuzağa düşüyor. Savaş ve soykırım anıtları dünyanın her yerinde inşa edilirken, “büyük savaşlar” farklı yöntemlerle ve eskilerinin kötü birer kopyası olan gerekçelerle yüceltilerek yeniden başlatılıyor.
“‘İspanya İç Savaşı’na duyulan hayranlık, diyordu Orwell’ Büyük Harp’e bu kadar benzemesindendi.”
Dyer bu kapsamlı inceleme-deneme üzerinde titizlikle çalışırken başından itibaren özellikle bir fotoğrafın üzerinden bakıyor geleceğe sızan geçmişin ağır yüküne. Savaş döngüsü kıyımını anlamak için net bir fotoğraf;
Anıt mezarların yanından yürüyüp geçen askerlerin sırası zamanın dışına uzanıyor. Sırayı takip ederken başka eski bir savaş fotoğrafına gidiyoruz. Arkadakiler askere katılma istasyonlarından çıkıp trenlere doğru giderken, öndekiler – ölenler – Anıt Mezar’ın yanından geçip gidiyorlar. Yazara göre bu sonsuz döngünün korkunç yanı şu; Hayatta kalanlar ölüleri onurlandırırken, savaşın nihai anlamını yani fedakârlığın dışından bırakılmayı onaylıyorlar; “Yaşayanların görevi takdir göstermektir, takdir edilmek değil.”
Hakiki duygulardan arındırılmış militarist gösterilere dair bu berrak ifade ürperticiydi. Sonra onunla beraber o büyük ölüler ordusunu gördüm. İzlediğim filmleri, tam hissetmeden baka kaldığım resimleri, okuduğum romanları, destanları, ağıtları düşündüm. Herkes, her yer, bütün haritalar, harabeler, üniformalar, mezarlar, hayatta kaldıkları için suçluluk duygularıyla hayaletlere dönüşen askerler birbirlerine benziyordu.
Savaş bizim için böyle bir şey
Resmi tarih anlatıcıları, film yönetmenleri ve bazı yazarlar, şairler kolay zaferleri estetize ederken, her alanda gerçeğin önemli kısmı saklanırken nedense kimse Dyer gibi sormuyordu;
“Bu kadar basitti madem, birkaç ay sonra öncekinin tıpatıp aynısı olan yeni bir muharebeye ne gerek vardı?”
Buna benzer sorgulamalar yapılmadığı için sonu görünmeyen “bir erkekler nehri” daima ölüme doğru yürüyor. Ölüler ve ölecekler. “Durmak bilmeden cepheye yürüyorlar” diyen yazar 94’de bu kitap yayımlandığında savaşa ilgi her zamankinden fazlaymış. Savaş müzelerindeki projeksiyonlardan yansıtılan görüntüleri izlemeye bazen tahammül edemediğini söylüyor.
“Savaş bizim için böyle bir şey. Canımız istediğinde onu durdurabiliyoruz. Siperlerdeki askerlerin fotoğraflarına göz gezdiriyoruz. Kar, kir, soğuk, ölüm. Orada yeterince uzun kaldığımızda kalkıp gidiyoruz, sayfayı çevirip işimize bakıyoruz.”
Savaş hâlâ ve her daim böyle bir şey. Ekran başında gün boyu yorum yaptıktan sonra sayfayı çevirip yeni bir savaşa dönüşme ihtimali olan haberlere bakıp, eski savaşları lanetleyip yenilerini bekliyoruz. Oysa hatırlamakla unutmak arasındaki derin uçurumda savaşın katı gerçekliği hiç değişmiyor.
‘Bunu kimse bilemez’
“En kızıştığı zamanlarda bile savaşın karakteristik tavrı, hatırlanacağı zamanı dört gözle beklemekti.” Dyer, Barbusse’un ‘Ateş’ (Under Fire) romanından bir diyalog hatırlatıyor.
Askerler korkunç bir bombardımanın ardından orada olmayan birine savaşı anlatmanın imkânsızlığı üzerine konuşuyorlar;
“Bunun hakkında konuşmak iyi olmaz, di mi? Sana inanmazlar; hasetten ya da kafa bulmayı sevdiklerinden falan değil, inanmayacaları için…Bunu kimse bilemez. Biz hariç.”
“Hayır, biz bile değil, biz bile değil!” diye bağırdı biri.
“Ben de onu diyorum. Unutmalıyız – zaten unutuyoruz da evlat!”
“Hatırlayamayacak kadar çok şey gördük.”
“Ve gördüklerimizin hepsi çok fazlaydı. Hepsini tutacak şekilde yaratılmadık biz. Allahın cezası kancasını bulduğu her yere götürüyor. Onu tutamayacak kadar ufağız biz.”
Bütün bu unutmalardan, hatırlatmalardan, çağrışımlardan, anmalardan sonra geriye ne kalıyor sahiden? İsimler, hatıralar, anıtlar, mezarlar, tanık ifadeleriyle yazılan kitaplar…Dyer’a göre unutma tehdidi altında olduğumuzla ilgili sürekli tekrarlanan iddia, savaşın hatırlanmayı garantiye alma yollarından biri; “Mesele, yalnızca savaşın hafıza üretme biçimi değil, hafızanın savaşın anlamını belirleme biçimidir.”
Savaşı unutmanın mümkün olmadığı dünyada, hatırlama araçları kendini yeniden üretirken bu tür sorular sormak bir sonraki savaşa mani olmaz ama bu korkunç döngünün çıkmazlarına dair cılız da olsa bir farkındalık yaratır belki.
Dyer’ın çalışmasının kıymeti, çarkları hemen herkesi yutan bu sistemin çıkmazlarını çok yönlü bakışıyla sorgulaması. Dediği gibi aslında savaş hakkında yazılan her kitap ya da savaştan doğan edebiyat-sanat, savaşın “dehşetini” bir biçimde yorumluyor. Ve tam da bu nedenle kelimeler yıprandıkça hakiki anlamlarından kopup sıradanlaşıyor. Tepkileri köreltiyor. Sadeliğiyle çarpan Scarry’nin ifadesi sarsıcı; “Savaşın başlıca gayesi ve sonucu yaralamaktır.”
Savaşı hep yeniden hatırlamak
Kaybın, yıkımın, zaiyatın büyüklüğünü vurgulamanın, fedakarlığın yüceliğini toplum nezdinde kabul edilebilir kılmanın yolu anıt mezarlar, heykeller inşa etmek mi? Peki yazı, şiir, edebiyat, sanat gerçekliği yansıtmaya yetmiyorsa ya da kendi ölçüleriyle çarpıtıyorsa “savaşın hafızasını” nasıl uyandırmalı? Yoksa büsbütün unutmalı mı?
Dyer savaşı perdeleyen her şeyi ilgili bağlantılarla ve örneklerle gösterirken savaş kültünün inşasını tasvir ediyordu;
“Savaşın gerçeklikleri yalnızca örgütlü bir Anma kültüyle (Anıt Mezar, Meçhul Asker, Sessizlik vb.) kaplanmamıştı. Daha ziyade, birbirine ince ince dolanmış, birbirleriyle savaş halindeki ‘efsane’ ve ‘gerçeklik’ fikirlerini içeren savaş düşüncemiz, fiili düşmanlıkların sona ermesinden sonraki on beş yıl içinde, hatırlamanın yine birbirine ince ince dolanmış, birbirleriyle savaş halindeki versiyonlarından inşa ediliyordu…Savaş toprak için yapılmış olmaktan ziyade ne şekilde hatırlanacağı üzerine yapılmıştır, savaşın gerçek nesnesi hafızadır.”
Hâl böyleyken, savaş hakiki iklimiyle hiçbir filmde canlandırılamayacak, herhangi bir meydandaki zafer heykelinin ağırlığında hissedilemeyecek, asla yaşandığı haliyle resmedilemeyecek acılarla ve onları hatırlama biçimimizle inşa ediliyor. Her savaşan sonra sadece insanlar, kültürel birikimler, anlatılamayan hikâyeler değil “gerçekler” de kayboluyor.
O gerçeklerin kaybolmasını sağlayan sistem, milliyetçiliğin, otoriter rejimlerin, militarizmin kullandığı zorbalıklardan ibaret değil. Dile gelmeyen bir toplumsal mutabakat da var. Günümüzde savaşlar tüm çıplaklığıyla yaşandığı halde görüntülerin bize büyük dünya savaşlarını hatırlatmasının sebeplerinden biri de bu. Gerçeği tam olarak bilme ihtiyacını bastırmak. Felâketlere yüz çevirmek. Ölüme tanıklık eden insanlardan uzak durarak dürtüsel bir savunmayla hayata sarılmak.
“Bildiğimiz tek şey, zaman zaman, Ruslara karşı savaşırken, yani taaruz dalgalarına karşı temiz bir ateş hattı açabilmek için siperlerimizin önündeki düşmen cesedi yığınlarını kaldırmak zorunda kaldığımızdı.”
Bu alıntının hangi döneme ait olduğunu bilmesek pekala bugün tanık olduğumuz savaştan olduğunu düşünebilirdik. Bu cümleler, Birinci Dünya Savaş’ında savaşan bir Alman Mareşalinin notlarından. Korkunç olan zaman mesafesinin yok oluşu.
Geçmiş asla ölmüyordu
Güzel fotoğraflar çekmekle ilgilenmediğini söyleyen Robert Capa’nın İspanya İç Savaşı sırasında dünyanın en meşhur fotoğraflarını çekmesi ve milyonlara ulaşması tesadüf olabilir mi? Dyer nihayetinde cesetlerden oluşan bir patikayı takip ettiğimizi söylüyor. Ve hepsi ne yazık ki üst üste yığılmış ölü bedenlere, çarpıtılmış hatıralara ve savaşları eksik anlatma mahkum eserlere varıyor.
Çoğu insan bu müthiş kitabın yazarı gibi savaşlarda, katliamlarda ölen insanların yüzlerine bir biçimde baktı ama gerçek hayatta bir tanesini bile görmedi. Madalya takılanları alkışladılar. Anıt mezarların önünde saygı duruşunda bulundular. Erkekleri savaşın kabullenilmiş “dehşetine” yollarken yine sustular. Onlar yeni katliamlara doğru giderken öleceklerini biliyorlardı ama geçmiş asla ölmüyordu. Askerler hep ölüyordu. Geçmiş hiç geçmiyordu.
D.H. Lawrence 1916’da yazmış; “Hepsi acı çekecek kadar cesur ama hiçbiri acı çekmeyi reddedecek kadar cesur değil.”
Hemingway, ‘Silahlara Veda’da kahramanına söyletiyor; “Kutsal, şanlı ve kurban kelimelerinden ve boş yere ifadelerden hep utandım…İhtişam, onur, cesaret, kutsamak gibi soyut kelimeler yakışıksızdı.”
Gerisini Dyer tamamlıyor; “1914-1918’in gerçek kahramanları belki de itaat etmeyi ve savaşmayı reddeden, savaşın kendilerine dayattığı edilgenliği etkin bir şekilde geri çeviren, acı çekmeme haklarını, kendilerine bir şey olmaması haklarını tekrar bildirenlerdi.”
Bugün hâlâ bu haklarını bildirenlere “hain” muamelesi yapılıyor. Geleceğe sızan hafızanın sürekliliği savaş kadar yıkıcı. Berger’in deyişiyle “dile gelmeyen musibetin” heykelleri hep hissiz. Hep soğuk. Taşlar hep insansız.
Dyer “1914’te savaştan bitkin dönen askerlere su götüren Isabelle Rimbaud – şairin kız kardeşi – gibi bakarız” diyor. “Nereden geliyorlar” diye merak ediyordu. “Neler gördüler? Bilmeyi çok istesek de hiçbir şey söylemiyorlar.”
Bugün tanığı olduğumuz savaşların nasıl hatırlanacağı şimdiden merak ediliyor. Yeni heykeller, anıtlar, mezarlıklar yapılacak. İki dakikalık sessiz anmalarda savaş yıkımının ölçülemezliğini bir kez daha kabulleneceğiz. Yeni “muhteşem” filmlerle ağlayacağız, “modern savaşların” romanları, şiirleri yazılacak. Savaş müzelerinde son savaşta ölen askerlerinin fotoğraflarına bakacağız. Gerçeğin tamamını bilmek istemeyeceğiz. Hiçbir şey söylemeyecekler.
* Yeniden Anımsanan Savaş – Geoff Dyer, Çev: İdil Çetin / Everest Yayınları
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır, +Gerçek’in yayın politikasıyla her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***