Rusya’nın 24 Şubat 2022 günü Ukrayna’ya başlattığı savaş daha şimdiden dünyanın dengelerini değiştirmeye başladı. Zaten yıllardır artan küresel silahlanma yarışının daha da genişleyeceği, 11 Eylül 2001’den beri “teröre karşı” oluşan göreli küresel ittifakın yerini devletlerin birbirine karşı oluşturacağı yeni ittifakların alacağı söyleniyor.
Fakat en büyük kırılmanın, Rusya’nın nükleer silah kullanma kartını göstermesiyle daha şimdiden yaşandığı anlaşılıyor.
Peki 24 Şubat’da Rusya’nın başlattığı savaş dünyayı ve uluslararası dengeleri nasıl bir dönüşüme götürecek. Rusya ve Putinizm nasıl şekillendi? Rusya’yı bu savaşa götüren kilometre taşları nasıl döşendi? Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof.Dr. Evren Balta’nın kapsamlı ve zihin açıcı değerlendirmelerine kulak veriyoruz…
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2020 yılı raporu 2015-2019 yılları arasında küresel silah ticaretinin arttığını ortaya koyuyor. Rusya’nın Ukrayna işgalinin nedenlerini konuşuruz ama şu anda tanık olduğumuz savaş, SIPRI’nin de tespit ettiği silahlanma yarışının sonucu mu?
Soğuk savaşın son on yılında inşa edilen uluslararası silahsızlanma rejiminin en güçlü darbeyi aldığı dönemlerden birisindeyiz. Artık asgari düzeyde işleyen bir silahsızlanma rejimi yok. Özellikle nükleer silahlar konusunda bu böyle. Örneğin dünyanın nükleer cephaneliğinin yüzde 90’ını oluşturan ABD ile Rusya’ya sınırlamalar getiren New Start anlaşması, iki ülke tarafından ancak son anda uzatıldı. Öte yandan bugünkü Avrupa güvenliğin temel direklerinden biri olan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’ndan önce ABD 2019 yılında , ardından Rusya çekildi. Keza ABD, kuvvetlere sınırlama getiren Anti-Balistik füze antlaşmasından daha önce çekilmişti. Son olarak daha yeni tarihli ve karşılıklı güven artırıcı Açık Semalar Antlaşması’ndan da önce Trump hükümeti 2020’de çekildi, ardından da Rusya Ukrayna işgalinden hemen önce çekildi. Örnekleri artırabiliriz ama bütün bunlar çok önemli bir eğilimi gösteriyor.
ABD ve Rusya’nın bağlayıcı sözleşmelerden çekilmesi, büyük savaş hazırlığı anlamına mı geliyor?
Uluslararası sistemin ana aktörleri artık endilerini uluslararası normlarla, antlaşmalarla sınırlamak istemiyor. Ukrayna’da olan-biten silahlanma yarışının doğrudan sonucu değil. Ama büyük güçler arası çatışmanın geri elmiş olması, silahlanmaya olağanüstü bir hız kazandırdı ve bu eğilim hızlanarak devam edecek.
BİZİM KUŞAK, ÖNCEKİLERİN SAVAŞTAN KAÇINMAK İÇİN KURDUĞU MEKANİZMALARI TEK TEK YIKTI
Peki tüm bu süreçleri tetikleyen temel unsur ne oldu? İkinci Dünya Savaşı’nın, nükleer silahların ağır bedellerini ödemiş dünyanın tekrar benzer bir sarmala girişine neden olan saikler neler?
Bunun tek bir yanıtı yok. Tarihsel ilişkilerin, uluslararası siyasetteki sistemik dönüşümlerin, milliyetçiliğin, liderlik yapısının, ekonominin, ulusal koalisyonların etkilediği veya şekillendirdiği son derece karmaşık bir süreçten söz ediyoruz. Bunlar o kadar iç içe giriyor ki birisini öne çıkarıp anlatmak, tabloyu eksik bırakmaya neden olur. Öte yandan kanımca savaş görmüş nesillerin ve liderlerin döneminin kapanmış olması, topyekûn savaşın hafızasının kaybolmaya başlaması içinde bulunduğumuz dönemin özelliklerinden biri.
Nasıl yani?
Önceki kuşaklar savaştan kaçınmak için gücü kullananları sınırlayan pek çok ulusal ve uluslararası mekanizma inşa ettiler. Bizim kuşağımız bunların hepsini tek tek yıktı.
Daha 2016 tarihli bir makalenizde Rusya’nın otoriter rejimini ve uluslararası alandaki konumlanışını yeni ve etkili bir silah makinesine benzetmiş ve bu makinenin savaş karşıtlığını engelleyebilecek otoriter yapı ve başka avantajlar sayesinde ABD’yi de dengeleyebileceğini yazmıştınız. Bugün olan, böylesi bir dengeleme girişimi mi?
ABD, 2003 yılında Irak’ta tek taraflı, on binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olan, bugün içinde yaşadığımız küresel kâbusun ve bölgedeki irili ufaklı pek çok çatışmanın temel tetikleyicisi sayılabilecek bir işgal eylemi gerçekleştirdi. En büyük küresel güç olarak uluslararası hukuk ve normları yıktı. Ancak bu eylemin hem içerideki hem dışarıdaki yıkımı ve maliyeti o kadar büyük oldu ki, ABD’nin kendi savaşı olmadığını düşündüğü savaşlardan çekilme eğilimini kurumsallaştırdı. Barack Obama, ardından Trump, bırakın yeni müdahaleler yapmayı, var olan askeri angajmanlarını da azaltma hedefinin peşinden koştular. En son Biden dünyanın gözü önünde, arkasında bir yıkım bırakarak Afganistan’dan çekildi. Ben savaş yapma kapasitesi ile iç dinamiklerin çok bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
BÜYÜK GÜÇLER KAYBETTİKLERİ GÜCÜ YENİDEN ALMAK İSTEYEBİLİR
Ne demek bu?
Rusya dünyaya baktığında Transatlantik ittifakında kendi askerini başkalarının savaşına göndermek istemeyen ve savaşma iradesi düşük, kendi mahallesini zor toplayan bir koalisyon görüyor. Öte yandan Putin Rusya’yı basın özgürlüğünün olmadığı, iktidarı denetleme mekanizmalarının kalmadığı, yetkinin tek elde toplandığı bir ülke haline dönüştürdü Rusya’yı. Bu tarz ulusal bağlamlarda savaşı sürdürmek zor olabilir, ama savaş kararı almak görece daha kolay.
Peki Putin’ın bu kararı almasının nedeni ne?
Nedenlerden birisi Putin’in aslında Rus kamuoyunda çok ortak olan bir hissi dile getirmesi. O da soğuk savaş sonrasında Rusya’nın çok dezavantajlı bir pazarlık yaptığına, kandırıldığına dair inancı. NATO genişlemesi bunlardan sadece biri. Biliyorsunuz Yalta Konferansı Avrupa haritasını İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillendirmişti ve Rusya, ABD ve İngiltere’yle birlikte ana aktördü. Soğuk savaş sonrası Rusya o aktörlüğünü kaybetti ve Avrupa jeopolitik haritası Rusya’ya rağmen yeniden şekillendi. Büyük güçlerin bu tarz kayıp duygularını telafi etmesi çok uzun zaman alabilir. Kaybettikleri gücü yeniden almak isteyebilirler.
PUTİN SON SÖZÜ SÖYLEYEN ÜÇ AKTÖRDEN BİRİ OLMAK İSTİYOR
Dolayısıyla Rusya bir nevi Soğuk Savaş sonrası kaybın telafisinin mi peşinde?
Soğuk Savaş sonrasında sadece Putin değil Yeltsin de Rusya’nın hak ettiğini alamadığını söylüyordu. Ama 1990’lı yıllarda Rusya dünya siyasetinde hak ettiğini varsaydığı konumu geri almaya girişebilecek bir kapasiteye sahip değildi. Ama Putin iktidarı bunu değiştirdi. Rusya hem ekonomik hem de siyasi olarak özellikle 2000’li yılların ilk on yılında toparlandı. Bu toparlanmaya paralel olarak Putin “ben Rusya’nın kaybettiği statüsünü geri istiyorum” dedi. Bunu yeni bir Yalta Konferansı istediği şeklinde yorumlayabiliriz.
Yeni bir Yalta isteği, Putin’in Avrupa’nın yeniden şekillendirilişinde söz sahibi olma isteği mi demek?
Bu zaten bir süredir çok kişinin dillendirdiği bir şeydi. Putin sadece Avrupa’nın değil küresel siyasetin yeniden şekillendirilişinde son sözü söyleyen üç aktörden birisi olmak istiyor. Putin’in gözünde kendisinden başka iki büyük güç var, Çin ve ABD. Hatta hatırlarsanız Ukrayna krizinde Avrupa Birliği’ni ya da Minsk imzacısı ülkeleri hiç muhatap almadı. Hep sorunun ABD ve Rusya arasında çözüleceğini söyledi.
Özellikle son 10-15 yıllık dönemde Rusya’nın artan bir hızla Batı kapitalizmine entegre olduğu, ekonomisinin genişlediği, askeri kapasitesini de yine bu sayede büyüttüğü söyleniyor. Hâl böyleyken, Rusya bu yolda ilerleyip büyümeyi seçmek yerine neden silahlanmayı, başka bir ülkeyi işgali ve hatta “eski dünyanın” tehdit araçlarından biri olan nükleer silah kullanımını dillendirmeye, dünyanın önemli bir bölümünü karşısına almaya yöneldi?
Rusya kapitalizminin kendine özgü bir yapısı var. Bir kere Putin’in popülerliğinin önemli nedenlerinden biri 1990’larda oligarklar tarafından kapışılan devlet kaynaklarının önemli bir bölümünü yeniden devletleştirmesi oldu. Bu, devlete yeniden dağıtım için büyük bir kaynak uluşturdu ve devletin kendi etrafında liderin hakemlik rolüne bağlı bir ekonomik zümre inşa edebilmesini sağladı. İkincisi, bu yeniden dağıtılan kaynakların ana unsurunun doğalgaz gibi doğal kaynaklar olması da önemli. Ortada bu alışverişten çıkış maliyetlerinin alıcılar için çok yüksek olduğu bir meta söz konusu. Dolayısıyla Rusya kendi ekonomisinin kırılganlığının az olduğunu, kendisine özellikle Avrupa’da büyük bir bağımlılık olduğunu düşünüyordu. Son olarak siyasetin kendi dinamikleri de var. Putin’in ilk on yılında aldığı destek sürekli artan bir ekonomik büyümeye bağlıydı. Fakat 2008’de petrol fiyatları inanılmaz düştü, Rus borsası neredeyse bir gecede değerinin üçte birini kaybetti. Rusya’nın Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’sı bir yılda neredeyse yüzde 8 azaldı. Bankacılık sistemine büyük miktarda rezerv fon enjeksiyonu genel bir çöküşü engelledi, ancak durgunluk çok derindi. 2010 yılında Rusya ekonomik krizden çıktı, ancak Putin iktidarının ilk dönemindeki sürekli büyüme sona erdi.
PUTİN, EKONOMİK KRİZLE BİRLİKTE MİLLİYETÇİLİĞİ KULLANMAYA BAŞLADI
Peki Putin böylesi bir ekonomik girdaba rağmen nasıl oldu da halk desteğini kaybetmedi?
Putin’in iktidarının ilk on yılı, aldığı halk desteği, sürekli bir ekonomik büyüme ve kapitalist oyunun kurallarını tesis edebilmesiyle ilgiliydi. Ama o büyüme modeli çeşitli nedenlerle krize girince, 2011-2012’den itibaren bu sefer Rus milliyetçiliği üzerinden içeride bir uzlaşma sağlamaya yöneldi. Burada tabii toplumsal muhalefetin Rus milliyetçiliği üzerinden örgütlenmesini de dikkate almalıyız. Putin mükemmel bir Makyavelist olarak bu milliyetçi dalgayı önce sert polisiye yöntemlerle bastırdı ve hemen sonrasında bu milliyetçi söylemi kendisi devralarak kullanmaya başladı. Böylelikle popülaritesini ve hatta oy desteğini ciddi bir biçimde artırdı.
Dolayısıyla Ukraynalı aşırı sağ, milliyetçi grupları hedef aldığını söyleyen Putin’in kendisi de içeride Rus milliyetçiliğini kullanıyor, öyle mi?
Putin iki taraftan baskı altındaydı. Bir tarafta “Rusya Ruslarındır” diyen ve Rusların hem içeride hem dışarıda ezildiğini söyleyen, sayıca çok olmayan ama sesi çok güçlü çıkan bir Rus milliyetçi dalga vardı. Ama öte taraftan Rusya çok etnikli federal bir ülke ve özellikle Kafkaslarda din unsuruyla da birleşen bir başka milliyetçi damar var. Bu ikisini dengelemeniz, ülkeyi dağılmadan birarada tutabilmeniz için elzem. Böyle bir durumda Rusya’nın ulusallaşması, Rus kimliğininin oluşması ciddi bir denge siyaseti gerektiriyor.
KIRIM İLHAKINDAN ÖNCE OY ORANI DÜŞEN PUTİN, İLHAKTAN SONRA YENİDEN ULUSAL LİDER OLDU
Peki Putin bu dengeyi nasıl kurdu?
Rus etnik kimliğinin öne çıkarılması, diğer etnik grupların ayrılıkçılığını tetikleyecekti. Ama öte yandan Rus milliyetçiliği de kendi “vatanını” talep ediyordu. Putin bu noktada bir orta nokta olarak Batı karşıtlığını daha çok stratejik olarak kullanmaya başladı. “Çürüyen Batı medeniyeti”, “ezilenlerin hiçbir taleplerini görmeyen Batı” gibi söylemler Rusya’nın örneğin Müslüman nüfus ağırlıklı coğrafyalarında da çok paylaşılan bir hissiyattı. Putin daha 2007’deki Münih konuşmasında buna işaret etmişti. Ama Putin’in Batı karşıtı söylemi, az önce söylediğim nedenlerden ötürü esas 2010’dan itibaren arttı.
Putin, önceleri kendisine karşı gibi görünen bu Rus milliyetçiliğini sadece polisiye tedbirlerle bastırarak mı kendi tarafına çekti?
Burada dönüm noktası 2014 Kırım ilhakıdır. İlhaktan önce Putin’in oy oranları düşüyordu. Putin bu harekatla düşmekte olan destek oranlarını olağanüstü arttırdı. Kırım’in işgali onu yeniden ulusal lider yaptı, Rusya halkını bayrak etrafında topladı. Bu noktadan sonra Putin artık daha sık Russkii Mir’den bahsedecekti.
Ne demek Russkii Mir?
Rus Dünyası demek.
PUTİN, RUSSKİİ MİR FİKRİYLE DİASPORA İMPARATORLUĞUNU HEDEFLİYOR
Rus Dünyası derken nereleri kastetiyor Putin?
Rus soyundan gelen halkların manevi ve kültürel birliğine göndermede bulunuyor. Bir de tabii Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Ukrayna ve Beyaz Rusya üzerindeki Rus kontrolünün geri alınması arzusuna. Bu fikir Rusların bölünmüş bir ulus içinde yaşadığını ve tarihi Rus birliğinin yeniden kurulması gerektiğini söylüyor. Kimi analistlere göre Putin’in hedefi Rusça konuşulan bölgelerin ana vatanla birleşmesi anlamında “diaspora imparatorluğu” kurmak. Sonuçta Rusya dediğimiz ülke bugünkü idari sınırlarında bir bağımsız ülke olarak 1991’den önce hiç var olmadı ve kendi ulusal kuruluşunu da önce imparatorluk, sonra da SSCB mirası nedeniyle tam anlamıyla hiç deneyimlemedi. Rusya, 20. yüzyıl boyunca başka ülkelerin içinden geçtiği milliyetçi yarılmaların içinden de geçmedi. Üstelik Sovyetler Birliği deneyimi yüzünden bütün eski Sovyet topraklarında ciddi bir Rusça konuşan topluluk var. 2000’li yılların başından beri tüm resmi Rus güvenlik dokümanları bu nüfusu gerekirse askeri yöntemlerle korumanın Rusya’nın önceliği olduğunu yazıyor.
Yani Putin’in hedefinin Ukrayna’yla sınırı olmayacağını, başta Doğu Avrupa olmak üzere eski SSCB cumhuriyetlerini de “Rus Dünyası”na dâhil gördüğünü söylemek mümkün mü?
Şu aşamada Putin açısından temel hedef Ukrayna. Oranın çok özel bir anlamı var Rus dünyası için. Rus milliyetçiliği Ukrayna’yı bir tür ikinci Rusya olarak görüyor. Ama öte yandan Putin, Ukrayna’yı fiilen ele geçirmeden, ama Belarus gibi kendisini Rus Dünyası içinde tanımlayan, Rusya’nın uzantısı haline gelmiş bir rejimle de memnun olabilirdi. Bu seçenek hâlâ mümkün. Peki buradan daha geniş, başka Rusça konuşan coğrafyalara bu yayılmacı eğilimin sıçrama ihtimali var mı? Ben bunu şu noktada pek mümkün görmüyorum.
NATO UKRAYNA’NIN ÜYELİĞİNİ MASAYA GETİRMESE, PUTİN KAYGILARINI MEŞRULAŞTIRACAK ZEMİN BULAMAYABİLİRDİ
ABD Başkanı Biden, Putin’in SSCB’yi yeniden diriltmek istediğini söylerken, bazıları da Putin’i Çar olarak tanımlıyor. Adı ne olursa olsun, Putin’in en azından Ukrayna üzerinden Rusya’yı mevcut sınırlarının ötesine taşımaya niyetli olduğu söyleniyor. Peki bu motivasyonun tek kaynağı milliyetçilik mi, yoksa NATO’nun Rusya’yı tedirgin eden yayılması mı?
Bu faktörlerin her birinin bir araya gelerek bugünkü duruma yol açtığını düşünüyorum. Liderlerin tercihleri, onları biçimleyen ideolojiler, iktidarı tutma arzusu da önemli faktörler. Ama öte yandan her milliyetçilik, yayılmacı bir altyapıya sahip olduğunda dahi, işgale yol açmıyor. Belki NATO 1990’lardan itibaren bir genişleme stratejisi izlemese, Ukrayna’nın üyeliğini masaya getirmese, Putin’in kendi kaygılarını meşrulaştırabileceği bir zemin olamayacaktı.
RUSYA’YI ÜYE YAPMAK NATO’NUN VARLIK NEDENİNİ ORTADAN KALDIRACAKTI
Putin, Ukrayna savaşından hemen önce yayınlanan konuşmasında, yıllar önce ABD Başkanı Bill Clinton’a Rusya’nın NATO’ya alınması fikrini sorduğunu söylüyor ama detay vermiyor. Sahi, NATO neden Rusya’yı da dâhil etmek yerine karşıt pozisyonda tutmayı tercih etti?
Her şeyden önce Rusya-NATO ilişkisinin inişli çıkışlı olduğunu söylemek lazım. Örneğin 1997’de Rusya ve NATO epey kapsamlı bir kurucu antlaşma imzaladı. Ancak 1999 Kosova işgali ve bu işgalin BM Güvenlik Konseyi atlanarak doğrudan NATO üzerinden yapılması Rusya’nın NATO’ya yönelik endişelerini arttırdı. Daha sonra dalga dalga NATO’nun eski sosyalist blok ülkelerinde genişlemesi de Rusya’nın ciddi itirazına neden oldu. Ama 11 Eylül bu gerilimleri azalttı. Rusya hem ABD hem de NATO ile ciddi bir işbirliği yaptı. Onlara üslerini açtı. Gerilim yeniden 2011’de NATO’nun Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi ile son bulan müdahalesi ile arttı ve sonra 2014 Kırım ilhakı ile ilişkiler tamamen koptu.
Tekraren; bütün bu yeniden kutuplaşmayı engelleyecek bir adım olacağı halde NATO neden Rusya’yı üye olarak almadı?
Batı’da soğuk savaş döneminde görev yapmış, Rusya’yı ana tehdit olarak gören müesses nizam buna asla yanaşmadı. 1990’lı yıllarda NATO’nun artık geçersiz olması, ya da Rusya’nın şekil değiştirmiş bir NATO yapısına dahil olması çok tartışıldı. Bir de tabii bütün silah sistemleriniz, savunma altyapınız Rusya karşıtı olarak oluşmuş; Rusya’yı almak varlık nedeninizin ortadan kalkması demek olacaktı. Bunun olmaması için direnen ciddi bir güç bloğu hep oldu. Ama Batı’da olan bu grupların paraleli Rusya’da da vardı. Orada da 1990’lı yıllarda etkili, Atlantikçi siyasal gruplar vardı. Bunlar 2008-2012 arası Medvedev’in başkanlığı sırasında biraz güçlendi ama 2012 sonrası cılızlaşıp Kırım işgali sonrası tamamen etkilerini kaybettiler. Buna bir de Batı tarafındaki hem Rusya’ya karşı olan tarihsel hafızayı hem de medeniyetçi zihniyet yapısını eklemek lazım. Rusya hiçbir zaman güvenilebilir, içeriye dahil edilmesi uygun bir müttefik olarak görülmedi.
RUSYA GİBİ BÜYÜK BİR GÜCÜ NATO ŞEMSİYESİ DIŞINDA BIRAKMAK BÜYÜK BİR TARİHSEL HATA
Bu da tam da Putin’in son dönemki söylemine kuvvet veriyor. Çünkü Putin diyor ki; bizi hiçbir zaman kendilerinden saymadılar.
Evet, aslında Rusya geniş anlamda Avrupa güvenliğinin her zaman bir parçası ve böylesi büyük bir nükleer gücü o şemsiyenin dışında bırakmak büyük bir tarihsel hata. Ama söylediğim gibi Rusya tarafından da hiçbir zaman bu konuda ciddi bir biçimde ifade edilmiş niyet yok. Rusya tarafındaki talep daha çok ortak savunma şemsiyesinin olmadığı, Rusya ve ABD gibi büyük güçlerin ortak kararı ile dünyanın şekillendiği, diğer devletlerin de başının çaresine baktığı, güç odaklı bir denge. Bu NATO ve Varşova Paktı gibi örgütlerin olmadığı, ABD ve Rusya’nın iki eşit ortak olarak kaderimize karar verdiği bir dünya.
ŞU AN OLUP-BİTENİ ANLAMAK İÇİN PUTİN’İN ÇEÇEN SAVAŞI ZAFERİNE BAKMAK GEREKİYOR
Bir anti parantez açalım burada. Son zamanlarda Çeçenler, Putin’in yanında duran bir ordu olarak anılmaya başlandı. Çeçenler, Rus-Çeçen savaşından sonra nasıl bir dönüşüm yaşadı?
Çok büyük bir dönüşüm yaşadı. Şu an olup-biteni, Putin’in iktidarının temellerini, Rusya’nın askeri doktrininin nasıl şekillendiğini ve Rus milliyetçiliğini anlamak için Rus-Çeçen savaşını anlamanız gerekir. İlk Çeçen savaşında (1994-96) Rusya büyük bir yenilgiye uğradı. Çeçenler tam otonomilerini oylamak üzereyken, Putin önderliğinde Rusya Çeçenistan’a karşı yeni bir harekâta girişti ve kazandı. Bu zafer Putin’in gücünü Rusya’nın birliğini sağlayan, isyancı hakları dizginleyen lider olarak inanılmaz perçinledi. Ayrıca kurduğu baskıcı devlet aygıtının da temelini attı. Üstelik bu savaş 11 Eylül dönemine denk geldiği için, içerdiği inanılmaz insan hakları ihlallerine rağmen, Batı’dan destek gördü. Çeçen savaşındaki zafer küresel olarak da cihatçı grupları dizginleyen büyük bir lider konumuna yükseltti Putin’i.
Putin bu savaşı nasıl kazandı?
İlk savaşta kara ordusu kullanılmıştı. Rusya’nın kara ordusu oldukça hantal. Bunu Ukrayna’da da görüyoruz. Çok zorlu ve soğuk bir coğrafya. İkinci Çeten Savaşı’nda taktik daha ziyade hava saldırıları oldu. Hava saldırıları ile Grozni yerle bir edildi. Çeçenlerin üçte biri Çeçenistan’ı terk etti. Bu büyük göç dalgası savaşın ilerleyen zamanlarında Rus kuvvetlerinin nüfus üzerindeki kontrolünün en önemli bileşeni oldu. Aynı dönemde Çeçenler arasından bugün hâlâ Putin’in özel ordusu gibi davranan ve son derece karanlık bağlantılara sahip yerel gruplardan oluşan milis güçleri kuruldu. Bu güçler inanılmaz bir terör ortamı yarattılar ve esasen onların sayesinde Çeçenistan zaptedildi. Karşılığında da merkezden sürekli olarak kaynak aktarılan ve tamamen Putin’e bağlı bir yerel rejim inşa edildi. Bu yerel rejim muazzam kaynakları kontrol etmeye başladı ve Kuzey Kafkaslardaki Rus devlet gücünün ana motoru haline geldi. Çok genel anlamda söylersem hava saldırıları ile nüfusu seyreltmek ve azalan nüfusu yerel bağlantılar üzerinden kontrol etmek ana stratejiydi. Rusya hava saldırıları ile desteklediği yerel işbirliği inşa etme modelini, daha sonra başka çatışma bölgelerinde de kullandı.
RUSYA’NIN UKRAYNA’DA YEREL İŞBİRLİKÇİ OLUŞTURMA HESABI ÇARŞIYA UYMADI
Ukrayna içinde de devşirilebilecek yerel işbirlikçilik potansiyeli var mı peki?
Bence zaten başlangıçtan beri Rusya’nın hesabı buydu. Rusya yanlısı muhalefetin, Rusya’nın askeri saldırısından destek alarak ayaklanması, iktidarı ele geçirmesi hesaplanıyordu. Bunun Ukrayna’da Rusça konuşan bölgelerde yapılması daha mümkün. Ama Ukrayna’nın Batısına doğru gittikçe bu yerel işbirliklerinin kurulması çok daha zor. Bunu yapamadığınız oranda da askeri bir zafer kazanmanız neredeyse imkânsız hale geliyor. Ama sanırım bu noktada evdeki hesabın çarşıya uymadığını, Rusya’nın Ukrayna’da kendisine olan desteği yanlış hesapladığını ve de Ukrayna’nın ulusal kimliğini küçümsediğini söylemek mümkün. Ama öte yandan geçici ateşkeslerle sivilleri boşaltma ve nüfusu seyreltme stratejisi işliyor gibi gözüküyor.
Şu anda Ukrayna’da, Rusya’ya karşı çok ciddi bir toplumsal kenetlenme ve yerel direniş grupları oluşturulduğu söyleniyor…
Savaş ulusallaşmanın en önemli tetikleyicisidir. Hatta bazı sosyal bilimciler, ulusun savaşı değil, savaşın ulusu yarattığını söylerler. Ukrayna yeni değil, daha 2014 Kırım ilhakından bu yana ciddi bir ulusallaşma sürecinden geçmekteydi. Ukrayna dilinin Rusçadan daha önemli bir statüye yükseltilmesi, Rusça kullanımının sınırlanması aslında Rusya’ya verilen mesajlar olmaktan daha ziyade, diğer eski Sovyet sonrası cumhuriyetlerin 1990’lı yıllarda geçtikleri ulusallaşma sürecine benziyordu. Bu süreç Rusya ile özel bağından dolayı ve ancak Rusya ile son derece çatışmacı bir dönemden sonra Ukrayna’da yaşandı. Dikkat edin, aynı dönemde her iki ülkede de güçlenen milliyetçilikten söz ediyoruz. Bir de buna Ukrayna ulusal kimliğinin üstüne binen jeopolitik bölünmeyi ekleyin. Yani kimliğinizi, Rusya’nın bir başka büyük tehdit olarak gördüğü jeopolitik bir eksenden de kuruyorsunuz. Bu ,dünyanın her yerinde irili ufaklı pek çok çatışmanın çok temel bir dinamiği. Rusya-Ukrayna çatışmasında da öyle.
UKRAYNA’DA RUSÇA KONUŞAN NÜFUSUN ÖNEMLİ BİR BÖLÜMÜ KENDİSİNİ RUS DEĞİL, UKRAYNALI OLARAK GÖRÜYORDU
Peki Ukrayna’daki Rusça konuşan gruplar için bu uluslaşma süreci ne anlama geliyordu?
Ulusallaşma bütün bölgelerde aynı şekilde değil, asimetrik bir biçimde yaşandı. Mesela Ukrayna Dombass’ın fiili statüsünü hiç tanımadı, Minsk antlaşmalarını uygulama konusunda isteksizdi. Tanımadığı gibi merkezi hükümet bu Dombass’la resmi ilişkisini en aza indirerek bir nevi onları cezalandırdı. İsyancı bölgeleri cezalandırmak zaten bütün ulusallaşma süreçlerinde yaygın olan bir eğilim. Buna karşılık bu bölgede Rusya 2014’ten beri çok sayıda Rusça konuşan kişiye Rus pasaportu dağıttı, onların emekli maaşlarını ödemeye başladı. Rusya bu gruplarla resmi ve gayri resmi bağlarını sağlamlaştırdı. Ama bu, söz konusu kişilerin kendilerini Rus olarak gördüğü anlamına gelmiyor.
Nasıl yani?
Ukrayna’da Rusça konuşan ve Rusya pasaportu verilen nüfusun önemli bir kısmı kendilerini Ukraynalı olarak görüyordu. Bu durum aslında çok etnikli imparatorlukların dağılması sonucu yaşanan kimlik oluşum süreçlerine çok benziyor. En sancılı yerler dil, din, ortak tarih gibi ulusun kültürel ayraçlarında merkezle büyük benzerlik taşıyan, nüfus hareketleri yüzünden merkezden ciddi nüfus barındıran sınır ülkeler.
SOĞUK SAVAŞ ASLA BİR SOĞUK SAVAŞ DEĞİLDİ
Dünyanın geleceğinde herkesin herkese savaş açtığı, uluslararası denge, denetleme mekanizmalarının ortadan kalktığı bir kaos ortamına doğru gidebileceğimize dair kaygılar var. Bu gidişat nereye? Diplomasinin sonuna mı gelindi?
Bu sorunun cevabını bilmiyorum ama savaş şekil değiştirerek de olsa hep bizimle beraberdir. Uzun barış dönemleri, diplomasinin ana unsur olduğu dönemler istisna gibi. Örneğin Soğuk Savaş asla bir soğuk savaş değildi. O dönem Asya’dan Latin Amerika’ya milyonlarca insanın hayatına mal olan, irili ufaklı pek çok çatışmanın yaşandığı, darbeler, iç savaşlar ile biçimlenen bir sıcak savaş dönemidir. Dolayısıyla belki de bizim en büyük yanılgılarımızdan birisi savaşın olmadığı bir medeniyete sahip olduğumuz yanılgısı. O nedenle ilk olarak aslında o kaosun farklı biçimlerde de olsa hep bizimle olduğunun altını çizmek isterim. Ukrayna meselesini ayrı bir yere koymamızı sağlayan bence en önemli neden ise bir nükleer silahlara sahip bir süper gücün, başka bir süper gücü de çatışmaya çekebilme olasılığı.
Peki bu, geleceğe dair bize ne anlatıyor?
Nükleer silahlarının gerçekte kullanılıp kullanılmamasından bağımsız olarak, içinde bulunduğumuz durum büyük bir felaket ve bu felaketin nereye evirileceğini tahmin etmek imkânsız.
NÜKLEER SİLAH SEÇENEĞİNİN MASADA OLMASI BİLE YETERİNCE ÜRKÜTÜCÜ
Dolayısıyla Putin, Ukrayna savaşını kaybetmesi halinde, nükleer silah kullanabilir mi?
Dediğim gibi bunu şu noktada tahmin etmek imkânsız. Nükleer silah seçeneğinin masada olması bile yeterince ürkütücü. Ama bugün nükleer silahsızlanma ve kontrol rejiminde Soğuk Savaş’ın bittiği dönemden çok daha geri bir noktadayız. Üstelik Rus askeri doktrini konvansiyonel silahlar ve nükleer silahlar arasındaki sınırı da çok muğlak tarif ediyor ve eğer bir savaşı kaybetme durumu ile karşı karşıya kalırsa nükleer silah kullanabileceğini açıkça söylüyor.
Bu bildiğimiz dünyanın sonu demek değil mi?
Nükleer silahların yıkım kapasitesi aynı değil. Kıtalararası ve etkisi çok güçlü stratejik nükleer silahlar olduğu gibi, etkisi daha sınırlı, daha düşük menzilli taktik nükleer silahlar var. Putin’in işaret ettiği bu ikinci tipte silahlar. Ama etkisi ne olursa olsun nükleer silah kullanmak bir tabuyu delmektir ve kullanan devleti haydut devlet yapar.
PUTİN’İN NÜKLEER SİLAHLARA DAİR AÇIKLAMASI BLÖF DEĞİL, SÖZÜ CİDDİYE ALINMALI
Putin, savaşı kaybetmenin yaratacağı prestij kaybı ile nükleer silah kullanarak haydut devlet haline gelmek arasında kalırsa, hangisini tercih eder?
Bunu kimse kestiremiyor. Ama bu noktalarda çıkış opsiyonlarını açık bırakmak çok önemli. Erkeklik normlarının önemli bir meşruiyet kaynağı olduğu otoriter rejimlerde “sözünün eri” olmak çok önemli. Bu rejimlerde liderlerin kendilerini bağlı gördükleri en önemli şey kendi sözleri ve toplumla kurdukları en hakiki ilişki de yine sözleri. Başka ülkelerle diplomasiyi de böyle yürütüyorlar. Bazı yorumcular bunu Putin’in Batılı ülkeleri savaştan kaçırmak için yaptığını söylüyor. Ben Putin rejiminde sözün önemini bildiğim için bunun bir blöf olduğunu düşünmüyorum. Aksine eğer böyle bir lider bunu söylüyorsa ciddiye alınması gerektiğini düşünürüm.
Lidere tabiiyet ve savaş karşıtlığını bastırabilecek otoriter bir rejim dolayısıyla Rusya’nın, askeri gücü mukayese edilemese bile, savaşları sürdürmek veya savaş kararları almakta ABD yönetiminden daha rahat olduğu söylenebilir mi?
Otoriter hükümetlerle ilgili temel bir varsayım, muhalefeti bastırmaları ve böylelikle savaşa dair anlatıyı, çerçeveyi daha rahat kontrol edebilme imkanına sahip oldukları varsayımı. Tabii bir ülkede basın özgürlüğünün olup olmaması bilgi alma hakkını doğrudan etkiliyor. Kontrol edilen bir basın varsa savaşa dair bilgi de kontrol edilebiliyor. Ama sosyal medya çağında bu artık daha zor. Bir de savaş yapma kapasitesini etkileyen pek çok faktör var.
SAVAŞIN SONUCU, TARİHTE HİÇ OLMADIĞI KADAR KAMUOYU YÖNETİMİNE BAĞLI
Ne gibi faktörler?
Mesela savaşın ne kadar uzun sürdüğü. Savaşın süresi uzadıkça lidere olan ulusal destek azalıyor. Bu bütün rejim tipleri için geçerli. Bir başka önemli şey kimin maliyetleri ödediği. Yerel aktörlerle iş birliği yapıyorsanız, sizin askerleriniz ölmüyorsa, bir şehri havadan bombalayıp eve dönüyorsanız, ulusal kamuoyunda savaşa destek devam edebiliyor. O nedenle sadece Rusya’da değil dünyanın pek çok ülkesinde devletler artık kendi savaşlarına başkalarını gönderiyor. Rusya’ya karşı halihazırdaki yaptırımlar da temelde Rusya halkının savaşın maliyetini anında hissetmesine ve savaşa, dolayısıyla Putin’e yönelik desteğini çekmesine yönelik tasarlanmış. Savaşın sonucu, tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar artık kamuoyu yönetimine bağlı.
ARTIK UKRAYNA SAVAŞININ SONUCU ÖNEMLİ DEĞİL, DÜNYA DENGELERİ DEĞİŞECEK
Sonuçta savaş başladı ve Ukrayna’ya karşı ok yaydan çıktı. Avrupa konumlanıyor, başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinin güvenlik politikalarını değiştirdiği söyleniyor. Ukrayna savaşı sonrası dünya nasıl şekillenecek sizce?
Bence artık bu savaşın sonucu önemli değil. Hatta “bu savaş neden oldu” diye konuşmamızın da bir önemi yok. Savaşların kendi mekanizmaları var. Başladığınız nokta başladığınız gün değişiyor. Bu savaşın başlamış olması, dünyanın temel dengelerinin yeniden değişmesi için yeterli bence. Zaten değişecek de. Amerika’nın Irak’ı işgali Amerikan gücünün yapısını, ittifaklarını değiştirdiği gibi, bölgedeki bütün yerel dengeleri de değiştirdi. 20 yıldır irili ufaklı pek çok çatışma ile uğraşıyoruz. Etrafımızda kaç tane devlet çöktü. Teröre karşı savaş dönemi bütün dünyada bir otoriterleşme dalgasıyla birlikte de geldi. Yani 20 yıl önce Amerika Irak’a girerken pek çok şeyin değişeceğini, daha o gün değiştiğini biliyorduk ama sonuçlarını tahmin edemiyorduk. Bu savaş da devasa değişimler yaratacak. Her şeyden önce bir büyük nükleer gücün dünya sistemindeki konumunu değiştirecek, hatta değiştirdi bile.
Nasıl değiştirdi?
Rusya büyük bir prestij kaybına uğradı ve geniş anlamda Avrupa güvenliğinin kurucu bir unsuru olma şansı, eğer vardıysa, onu tümden kaybetti. Biliyorsunuz Rusya’nın pozisyonu konusunda Transatlantik blokta büyük bir yarılma vardı. ABD ve İngiltere bu konuda daha sert bir tutumu savunurken, Almanya ve Fransa Rusya’nın dahil edilmesi arzusundaydılar. Almanya, Rusya ile diyalog kanallarını hep açık tuttu. Bu krizin daha ilk gününde ABD-İngiltere perspektifi egemen hale geldi bile. Muhtemelen çatlaklar daha da onarılacak ve Avrupa güvenlik şemsiyesi bir büyük güçler çatışması üzerinden yeniden inşa edilecek.
RUSYA, NATO SAVUNMASINI KOMADAN ÇIKARMIŞ OLDU
Peki NATO açısından ne tür sonuçlar ortaya çıkacak?
NATO soğuk savaş sonrasında bütün coğrafi genişlemesine ve de iklim krizinden deniz korsanlığına kadar için pek çok farklı güvenlik meselesini çerçevesine dahil etmesine rağmen sorgulanmaya devam eden bir örgüt haline gelmişti, şimdi özellikle bir nükleer savaş tehdidi karşısında, yeniden faydalı görünen bir örgüte dönüşmesi büyük olasılık. Yani Rusya bu hareketiyle, Macron’ın “beyin ölümü gerçekleşti” diye tarif ettiği NATO savunmasını komadan çıkarmış oldu. Buna tabii bir de ideolojik bir yarılma eşlik edebilir.
Nasıl bir ideolojik yarılma?
Putinizm esasen karizmatik bir liderin devletin bütün yetkilerini elinde topladığı, farklı ve çatışan gruplar arasında liderin oy desteğine de bağlı olarak hakem rolü oynadığı bir siyasi sistem. Putin 1990’lı yılların mafya kapitalizmini devlet merkezli bir kapitalist piyasaya çeviren, Sovyetlerin zenginliğini yağmalayan oligarkların ve merkezden ayrılmak isteyen bölgelerin özerkliğini hem kurumsal hem askeri yöntemlerle kıran bir lider. Putin bütün dünyada 2000’li yıllarda yaygınlaşan meşruiyetini aldığı oydan, yani seçim başarısından alan performans ve istikrar odaklı rejimlerin de ana ilham kaynağı. Ayrıca bu rejimler arasında ciddi bir bilgi ve kaynak paylaşımı, formel ve enformel paslaşma da var. Muhtemelen hem Batı’nın yaptırımları, hem de bu savaşın Putin’in prestijini ciddi bir biçimde etkilemesi yüzünden bu rejimler geçmişte olduğundan daha fazla sürdürülebilirlik sorunu ile karşı karşıya kalacaklar. Zaten küresel ekonomik daralma hemen tamamını zora sokmuştu. Bu açıdan demokrasi ve otoriter sistemler arasında Biden döneminde canlandırılmaya çalışılan gerilim de bir gerçeklik kazanabilir.
BELKİ DE OTORİTER SİSTEMLERE GÖZ YUMMA DEVRİNİN SONUNA GELDİK
Yani önümüzdeki dönemde dünya, demokratik ve otoriter sistemler arasındaki gerilimin sahnesi mi olacak?
Biz aslında Soğuk Savaş sonrasında iktisadi sistem olarak kapitalizmin zaferiyle baş başa kaldık. Dünyada kapitalizm dışında başka bir iktisadi sistem kalmadı. Soğuk Savaş döneminde Batı ve Doğu bloku arasındaki yarılma sadece bir rejim tipi yarılması değildi. Sonuçta Sovyetler Birliği aynı zamanda iktisadi bir alternatifti. Sovyetler Birliği’nin yıkılması çok büyük bir pazarı kapitalist piyasaya açtı ve kapitalizm bir iktisadi sistem olarak o bölgeleri yuttu. Bugün Moskova’nın herhangi bir Batı Avrupa kentinden ne tüketim alışkanlıkları, ne yaşam biçimi, ne piyasanın işleyişi açısından bir farkı var. Ama öte yandan finans, enerji, ulaşım gibi tüm kritik sektörler neredeyse tamamen devlet kontrolünde. Rusya’da devletin sanayideki rolü çok güçlü. Üstelik devletin iktisadi rolü bir dış politika aracı olarak kullanılıyor. Devlet kontrolünde büyüyen ve rekabet eden kapitalist sistem farklı şekillerde de olsa Çin için de geçerli. Branko Milanovic buna “siyasi kapitalizm” diyor. İktidardaki otoriter elitin ekonomik büyüme ve düzen sağlama karşılığında demokratik haklardan taviz istediği ve bunu jeopolitik güce de çevirdiği bir sistem bu. Putin’in Ukrayna işgali bu pazarlığın sonuna gelen, bunu devam ettiremeyecek liderlerin ne yapacağına dair ürkütücü bir işaret olarak okundu. Belki de otoriter sistemlere göz yumma devrinin sonuna geldik.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***